Erdoğan’ın, öncesi bir yana, özellikle Gezi sürecinden beri çok kullandığı bir metot var(dı): Bir meydan okuma, restleşme şeklinde tırmanan; tavizsiz, hatta müzakeresiz dayatma… En basit ifadesini “Çatlasanız da patlasanız da” kalıbında bulan bu ‘dikine inat’; toplumu, çıkarları birbirine ters olacak şekilde –genellikle de ‘kimlikler’ ekseninde– ikiye bölünmüş bir kütle olarak varsayıyor ve bunlardan birini bizzat siyasal temsilcileri olduğu iddiasıyla arkalayıp (biz); diğerini, ülkeye ‘ihanet’ halinde oldukları yönünde açık ya da örtük suçlayarak dışlıyordu (bunlar-onlar). Gezi Parkı protestolarının büyüklüğüne ve sarsıcılığına rağmen, Topçu Kışlası görünümlü AVM ısrarını böyle sürdürdü örneğin. Belki AVM-kışlayı yapamadı, ama “çatlasanız da patlasanız da yapacağız” demeyi sürdürdü. Taksim’deki AKM binasının yıkılması sürecinde de çok söyledi bu sözleri.
Ancak bir süredir, bu metoda uymayan adımlar atıyor. Bunun son örneği termik santrallerin baca filtresi takma sürelerini uzatan kanun değişikliğini veto etmesiydi. Gelen tepkilere, “biz çevrecinin daniskasıyız be”, “çatlasanız da patlasanız da” gibi bir karşılık vermek yerine, kendi partisi AKP ile ortağı MHP imzalı tasarıyı veto etmesi, genellikle mizahlı taşlamalara konu olacak kadar ucube bir çelişki olarak görüldü.
Ortada bir ‘tuhaf’lık olduğu kesin. Ama bu tuhaflığın, en görünen yanı olsa da en önemli yanı da, Erdoğan’ın genel başkanı olduğu partinin hazırladığı tasarıyı reddetmesi midir? Erdoğan sonunda veto edeceği bir tasarıyı neden engellememiştir? AKP Meclis Grubu’yla kendisi arasında açık bir ‘uyumsuzluk’ görüntüsü ortaya çıkacağını öngörmemiş olması düşünülemeyeceğine göre, bunu neden göze almış –ya da hatta– ‘istemiş’ olabilir? Buradaki tek mihenk ‘baca’ ve ‘çevre’ meselesi midir gerçekten? Yoksa bu ‘zarif’ perdenin arkasında, çeşitli sermaye gruplarının, sektörlerin ve gelişen-değişen ilişki ağları ile siyasetin aktörlerinin yer aldığı bir başka ‘mesele’ daha mı var?
Sayısı artırılabilecek bu soruları daha nesnel bir zeminde tartışabilmek için, söz konusu termik santrallerin yakın geçmişine kısaca göz atalım önce. Bu tekil gibi görünen vaka, daha geniş ve ilgi çekici bir tablo için veriler sunacaktır belki de…
Bugün bacalarının filtresiyle gündeme gelen termik santrallerin yakın geçmişine gidince, aslında bütün bir Türkiye’nin yakın geçmişini belirleyen ekonomi (ve toplum) politikalarının; özelleştirmenin, piyasalaşmanın, finansallaşmanın, ülkenin kaynaklarının sermaye lehine tasfiyesinin, neoliberalizasyonun izi bulunuyor.
Çabuk adımlarla geçelim…
1970 yılında kurulan Türkiye Elektrik Kurumu (TEK), elektrik üretimi ve dağıtımını bir kamu tekeli olarak yürütüyordu. ANAP/Özal iktidarı birinci yılını yeni doldurmuşken, 4 Aralık 1984 tarihli, 3096 sayılı “TEK Dışındaki Kuruluşların Elektrik Üretimi, İletimi, Dağıtımı ve Ticareti ile Görevlendirilmesi Hakkında Kanun” ile özelleştirmelerin yolu açıldı. Enerji piyasasının özelleştirilmesine dönük bu ANAP/Özal kanunu, uluslararası sermaye ve piyasa kurallarının ulusal düzenleme ve kurumları sürekli geriye doğru iteceği bir sürecin ilk yasal adımıdır.
İkinci adım 1993’te, meydanlarda Özal’ı ve politikalarını yerden yere vuran Demirel’in iktidarında atıldı ve kamunun elektrik tekeli, üretim (TEAŞ) ve dağıtım (TEDAŞ) olarak ikiye bölünüp satışı kolaylaştırıldı.
Benzer şekilde 2001’de de (DSP-MHP-ANAP ‘geçiş hükümeti’nin son yılında) Dünya Bankası’nın dayatmasıyla 4628 Sayılı Elektrik Piyasası Kanunu çıkarıldı; TEAŞ da üçe bölündü ve her birinin ayrı ayrı özelleştirilebilmesi için Türkiye 21 elektrik dağıtım bölgesine ayrıldı. Dünya Bankası bürokratı Kemal Derviş Başbakan yardımcısı olarak ekonomi politikalarının başındaydı.
‘Derviş politikaları’ olarak bilinen, krizin uluslararası ve yerli sermaye lehine toplumun sırtına yıkılması projesinin siyasal olarak yıpratıp yok ettiği merkez partilerin üstüne basarak iktidar olan AKP/Erdoğan dönemindeyse, 1984’ten, Özal ve Demirel’den, Dervişlere uzanan tüm liberallerden yadigâr bu tarla sürüldü. Ağustos 2008’den Ocak 2012’ye kadar yaklaşık 3,5 senede, 21 dağıtım bölgesinden 13’ü özelleştirildi. İhaleleri kazanan şirketlerden bazılarının isimlerini sıralayalım: Sabancı, Kolin, Çalık, Limak, Aksa…
Aralarında (Avrupa ve Anadolu yakaları ayrı ayrı olmak üzere) İstanbul, Akdeniz, Toroslar, Gediz, Dicle gibi en büyüklerin bulunduğu 8 ‘kaymak bölge’ ise AKP/Erdoğan iktidarının ‘ustalık dönemi’ne tekabül eden 2013 yılının 28 Mayıs ve 30 Eylül tarihleri arasında, yani 4 ay gibi kısa bir sürede özelleştirildi. İhaleleri kimler mi kazandı? İkisini Sabancı, ikisini Cengiz-Kolin-Limak konsorsiyumu, birini, patronu AKP’den milletvekilliği de yapan Kiler…
Evet, tam da ülkenin Gezi protestolarıyla ayakta olduğu 2013 yazında yapılan bir satış fırtınası… Erdoğan bir yandan, “O kışla yapılacak”, “iki ayyaş”, “camilerde içki içtiler” derken, diğer yandan ‘laik’iyle ‘havuz’uyla sermaye, yağlı-ballı elektrik dağıtım işini kapışıyordu. Âlâ…
Dağıtımın satışı bitmeden üretimin satışıyla ilgili temel de atılmıştı. 14 Mart 2013’te çıkarılan 6446 sayılı Elektrik Piyasası Kanunu'nun Geçici 8'inci Maddesi ile özelleştirme kapsamına alınan termik santrallerin filtre sistemi kurmaları üç yıl ertelendi. Aynı yıl 15 termik santral özelleştirildi. İki yılda, kamunun elindeki 37 santralden 25’i özele geçti. ‘Ustalık dönemi’ işte... 2016’da, bu santrallerin yeni sahiplerine 31 Aralık 2019’a kadar yeni süre verildi. Filtresiz baca imtiyazının bir kez daha uzatılması ise önce bu yılın şubat ayında gündeme geldi. Marttaki yerel seçimden çekinen iktidar bu planı erteledi. Ama kasım ayında yine tartışmalı şekilde Meclis’e getirildi, AKP-MHP oylarıyla geçirildi. Zehir saçma süresi devlet eliyle 6 yıl uzatılan, “yazık, yoksa kapanacaklar” denilerek 2,5 yıl daha uzatılmak istenen bu santraller kimindi peki? Sayalım: Limak-İçtaş, Ciner, Konya Şeker, Çelikler, Bereket Enerji…
Bu şirketlerin ‘siyasi meyil’leri, aldıkları başka ihaleler, sahip oldukları medya kuruluşlarından yaptıkları yayınlar ortada. Bugüne kadar, hani “ne istedilerse verilmiş”, neredeyse siyasal iktidarla ve onun, özelleştirme, kamu ihalesi, inşaat, enerji gibi başat ekonomik faaliyetleriyle özdeşleşmiş şirketlerin santralleri kapanmasın diye, o siyasal iktidarın temsilcilerince kollanması şaşırtıcı değil elbet. Sermaye düzeni böyle. Ama Erdoğan’ın ‘veto’su ne yana düşüyor?
Önce ilgi çekici bir detay. AKP-MHP ittifakının filtresiz santrallere Meclis’te yol verdiği 21 Kasım’dan bir gün önce Sözcü gazetesinde “Erdoğan zehir yasasına ‘dur’ dedi” başlığıyla bir haber yayınlanıyor. Habere göre Erdoğan, AKP MYK toplantısında “Kimse milletin havasını kirletemez. Mutlaka filtreleme sistemi yapılmalı. Bu konuyu da bizzat takip edeceğim” diyor. Bu haber iktidar basınında yer almıyor. Ve ertesi gün Meclis’teki iktidar otomatı vekillerin parmak hesabıyla tasarı geçiyor. Ama Sözcü gazetesi ‘haklı’ çıkıyor ve AKP-MHP vekilleri ‘boşa düşüyor’…
Sahi ne oluyor?
Erdoğan’a rağmen AKP-MHP ittifakının vekilleri bir ‘lobi’ faaliyeti aracılığıyla bu yasaya onay vermeye mi ikna ediliyor? Bu, Erdoğan’ın kendi parti/ittifak grubuna yeterince ‘hâkim olmadığı’ anlamına gelmez mi? Yani bir soruna işaret etmez mi?
Yoksa Erdoğan’ın yasayı veto etmesine bir açık kapı bırakılarak söz konusu sermaye grupları için ‘nabız’ mı yoklanıyor? Fakat bu seçenek de bir başka soruna işaret ediyor: Farklı sermaye gruplarının talepleri ile rejime yönelik toplum desteğinin erimesi arasındaki paralellik, bu tür ‘çelişik’ tutumlar almaya mı sürüklüyor iktidarı?
Bizzat Erdoğan’ın sözlerine başvuralım. Diyor ki: “[…] siz daha fazla para kazanacaksınız diye buna fırsat veremeyiz. Bir tarafta halk, bir tarafta sermaye var. Bu adımı attık. Bir ihaleye gider, başka çıkışı yok.” Özellikle “Bir tarafta halk, bir tarafta sermaye” kısmı etkileyici görünüyor; ama köprü ihalelerindeki geçiş garantisi gibi elektrik alım garantisi verilen enerji şirketlerine 3 yılda 4 milyar TL’ye yakın teşvik verildiğini bildiğimiz için etkilenmiyor olabiliriz! O halde diğer kısma dikkat kesilelim: “Bu adımı attık. Bir ihaleye gider” diyor Erdoğan. Yeni bir ihale mi ima ediyor? İktidarı destekleyen sermaye fraksiyonları arasındaki bir rekabeti, çatışmayı, belki zorunlu bir ‘daralmayı’ yönetme gayreti, ‘yeni oyuncular’ın önünü açacak ya da bazılarının yolunu tıkayacak hamlelere mi zorluyor? Termik santrallerle, maden ocaklarıyla, inşaatlarla göğü, toprağı, suyu karartılmış kent ve kasabaların, buralardaki ekonomik çöküntülerle birleşen bir huzursuzluğa sürüklenmesini de ‘gözeten’ bir hamleler...
Ancak otomat vekillerin sallabaşıyla geçirilebilecek yama yasalarla sürdürülebilen, ama yıkıcı sonuçlarının her geçen gün daha çok ortaya çıkması engellenemeyen bir gidişatın son 17 yılının sorumluluğu, siyasal vebal ödeme veznesine giderek daha çok yaklaşıyor. Erdoğan, yıllardır süren ekonomik-toplumsal-siyasal krizin bir çıkışı olarak, bu 17 yılın sorumluluğunu, “gerektiğinde veto ile karşısına dikildiği” AKP’ye tevdi etmenin bir egzersizini de mi yapıyor? Bu yıkımla giderek daha çok özdeşleşecek AKP organizmasının ‘üstünde’ bir yerde konuşlanmaya mı hazırlanıyor?
Erdoğan’a desteğin azaldığı haberleri artar, hatta onu ‘rakiplerinin’ gerisinde gösteren anketler görünmeye başlarken, bir ‘geri çevirme’ stratejisiyle mi karşı karşıyayız? “Bir tarafta halk, bir tarafta sermaye” sözünü, “17 yılın yıkımı bir tarafa, ben bir tarafa” diye mi okumalıyız?