Bacaklarım geri geri gidiyor!

Aradan geçen 20 senenin sonunda tekrarlanan bu Koepp-Bacon işbirliği çok ileri gitmemiş gibi duruyor.

Kerem Bumin kbumin@hotmail.com

Asıl ve önemli kariyerini senarist olarak kurmuş olan David Koepp (Jurassic Park, Mission Impossible, Snake Eyes, Spider-Man…) tam 20 sene sonra tekrar bir psikolojik gerilim filminin yönetmenlik koltuğuna geçiyor. Üstelik başrolde tekrar aynı oyuncuyu (Kevin Bacon’u) kullanarak… Her ne kadar bu süre esnasında (2015 senesinde) bir kere daha yönetmenlik yapmış olsa da , ‘You should have left’ kuşkusuz çok daha iddialı ve giderek yeni bir şey sunmasından umudumuzu kesmeye başladığımız bir türü canlandırmaya çalıştığı bir yapım....

İlk bakışta film, bu türün ‘olmazsa olmazı’ olan ‘kurban’ mutlu aile, onların hayatlarını kabusa çevirecek lanetli ev, bu evin bulunduğu bölgedeki garip kasaba halkı gibi birçok öğeyi barındırsa da yönetmen farklı bir anlatım sunmak için adeta bu ‘öğelerle’ oynuyor, onları kendince ‘modernize’ etmeye çalışıyor ve ortaya göründüğünden daha farklı, klasik akışından kopabilen bir film ortaya çıkıyor.

Amerikalı bir aile, kısa bir tatil yapmak ve kafa dinlemek için Galler’de kiraladıkları bir eve giderler. Ailenin babası Theo Conney oldukça zengin, eski bir bankacı, kendisinden çok daha genç olan karısı Susanna yükseliş arayan bir oyuncu, küçük kızları Ella ise bu ‘hareketli’ ailede biraz şaşkın olsa da mutlu bir çocuktur. Ancak ailenin kiraladıkları ev ve içindeki esrarengiz olaylar giderek Theo’nun hassas psikolojisini bozmaya ve herkesi tehdit etmeye başlar…

İDEAL AİLE DEĞİL!

Yönetmen Koepp, Alman yazar Daniel Kehlmann’ın kitabından esinlendiği filminde, en baştan kısa bir süre tanıttığı mutlu ve huzurlu ‘ideal’ ailenin hiç de öyle olmadığını fazla zaman kaybetmeden gösteriyor. Ailenin babası Theo ister istemez kendisinden oldukça genç ve güzel karısını kıskanan, geçmişinde (aklanmış!) bir suç saklayan bir adam. Eşi Susanna çok daha enerjik ve girişken, aileyi rahatsız edecek derecede cüretkâr sinema rollerini kabul eden, bir anlamda mesleğinde yükselmek için her şeyi yapabilecek bir genç kadın… Dolayısıyla hassas bir güven-sadakat-huzur yumağında kurulmuş bu aile her an sallanmaya, çatlamaya veya ‘kan kaybetmeye’ hazır gibi duruyor. Aile içindeki umursamama duygusu yerini kıskanmaya, kuşku yerini korkuya ve samimiyet yerini sessizliğe bırakınca ortam herkesi ‘savunmasız’ ve kırılgan kılıyor. Üstelik ailenin kiraladığı evin bir dağın tepesinde, arabasız ulaşımın çok zor olduğu, ‘izole’ bir yerde olması bütün bu gerilimleri daha da arttırıyor.

Ancak burada filmin onu benzerlerinden ayıran ilk farkı görünüyor, çünkü olayın merkezini ve adeta dördüncü karakterini oluşturan korkutucu ev, bu tür filmlerin klasik şablonlarının içinde yer alan bir mekân değil. Korku sineması genelde çok eski, çoğu kez terk edilmiş, birçok karanlık köşe barındıran bir köşk tercih ederken, buradaki ev çok daha modern, yeni, her tarafı açık bir müstakil ev hatta bir ‘sayfiye’ mekânı gibi duruyor.

EVİN LANETİ DEĞİL KENDİSİ!

Olayın kalbinin attığı evi, dördüncü karakter olarak saymamız, belki de her zamankinden daha hakkaniyetli bir değerlendirme… Bu filmde de arada sırada görünen (evin ölmüş eski sahibi!) bir ‘korkutucu’ varlık mevcut ama asıl tehdit unsurunu evin içinde ‘dolaşan’ bir lanet değil evin kendisi oluşturuyor. Daha doğrusu evin durmayan biçimsel ve boyutsal değişimi ailenin hayatını ve Theo’nun psikolojik dünyasını kabusa çeviren asıl etken oluyor. İç dinamikleri sürekli değişen bir ailede yerini bulmaya çalışan ailenin küçük kızı Ella, insanları adeta ‘yutmaya’ çalışan, tüketen, ‘yapışan’ bu evin esas kurbanı haline dönüşüyor. Daha doğrusu ‘evin’ asıl hedefine ulaşmak için kullandığı ‘yemi’ oluyor çünkü hikâyenin kilit karakteri ve aslında en çok etkileneni evin babası Theo olacaktır. Eski işinde çok zengin olmuş ama hayatında bazı öncelikli şeyleri ıskalamış, hâlâ tam açık olmayan bir suçun yükünü taşıyan ve hayatının ‘yeni sayfasında’ bir kitap yazmaya çalışan bu adam, giderek daha da kuşkucu hatta paranoyak hale geliyor ve bir yandan kendisiyle ‘ayrı frekansta’ olan genç karısını elde tutmaya, bir yandan da evin ‘bulaştığı’ kızını korumaya çalışıyor. Bu sekanslarda sonu görünmeyen koridorlara, sayısız kapalı odalara, çıkılması çok güç merdivenlere dönüşen evin bölümleri, kullanılan bulanık ve çarpık kadrajlarla boyut sınırlarımızı zorlayan, sanki Escher’in tablolarını andıran bir hale bürünüyor.

Bu arada ‘Theo’nun bu halinin ister istemez, uzaktan Kubrick’in başyapıtı ‘Shining’deki Jack Torrance karakterini de anımsattığını ekleyelim…

Yönetmen evin kasabadan çok uzak, ‘izole’ halini iyi kullanıyor. Evin bu uzak ve ‘kopuk’ konumunu hem kaçamamak veya kurtulamamak gibi ‘pratik’ hem de Theo’nun giderek gerçek dünyadan kopması gibi ‘teorik’ açıdan kullanıyor.

KEVIN BACON’IN THEO’SU BİR TOM DEĞİL!

Kevin Bacon, bizim kendi adımıza çok beğendiğimiz ve saygı duyduğumuz bir oyuncudur. Hem iyi hem de kötü adama uyan fiziği hem de üst düzey oyunculuğuyla, değişik tarzda filmlerde rol alarak kendisine sağlam bir kariyer inşa etmiştir. ‘Saf’ bir kötü adamı canlandırdığında bile karakterine bir insanî yön katar ve rol aldığı filmler asla belli bir düzeyin altına inmez. Ancak Bacon bütün kapasitesini özellikle ikilemde kalan, kendinden şüphe eden karakterlerde gösterir. Bunun en iyi örneklerini ‘Woodsman/Tahta adam’ (2004) ve yine Koepp’in 1999 yılında çektiği ‘Stir of Echoes/Dehşetin Yankıları’nın Tom karakterinde görmüştük.

Ancak aradan geçen 20 senenin sonunda tekrarlanan bu Koepp-Bacon işbirliği çok ileri gitmemiş gibi duruyor. Hatta bizce bu filmin sıradan olmayan ama çok yeni kapılar açmayan en azından devrim yaratmayan, bazen biraz tekrarlara düşen ve göreceli olarak basit bir çözümlenmeye bağlanan yapısı ‘Stir of Echoes’un gerisinde kalıyor. Tabii Bacon’un çizdiği karakterin derinliği de…

Tüm yazılarını göster