Kısa bir süre önce iç ve kıyı Ege boyunca badem ağaçları üçer beşer açtılar ve değme sıkıntıları anlık da olsa dağıtıp manzarayı ve dahi ruhu bir güzel şenlendiriyorlar. Artık bahar kapıda diyor badem çiçekleri, duyguların köpürüp kabarmasına az bir zaman kaldığını muştuluyor. Birkaç güne ilk cemre düşecek havaya, ardından suya ve sonunda da toprağa. Sonrasında artık önümüzde Newroz. Her biri bir sonrakinin işareti, arifesi.
Şimdilerde ne kadar yapılıyor, varlığını sürdürüyor meçhul ama 60’larda, 70’lerde İzmir ve civarında, deyim yerindeyse ritüel adlandırmasını hak edecek türden şöyle bir eğlenti gerçekleşirdi: Badem ağaçları çiçeklerle donandığında, ağaçların etrafında dolanarak büyükler ki çoğu kadın olurdu, alkışlar eşliğinde “Badem çiçek açtı Seda Nuri’ye kaçtı!” benzeri ritmik nidalarla küçükleri birbirlerine yakıştırırlardı. Küçükler bu yakıştırmalara itiraz babında utanmayla karışık öfkeli tavırlarla büyükleri itip kakarlar, onlar da bu küçümen yumruklara maruz kalmamak ve asıl olarak da onları biraz daha kızdırabilmek için yakıştırma çığrışlarını tekrarlayarak kaçışırlardı oraya buraya. Köşe kapmaca yaşanırdı badem ağaçları arasında. Ancak bu dalaşmadan küçüklerin tümünün yüzleri kızarmış bir hal alsa da bazılarının yüzlerindeki kızarıklık öfkeden ziyade utanmaya delaletti. Bir anlamda sırlarının kendilerinin hilafına ifşasının sonucuydu bu belli ki. Bu koşuşturmanın, itiş kakışın sonucundaysa badem ağaçlarının etrafında yenilir içilirdi. Bir güne sığan bu eğlenti, değişik duyguların hem bir ifadesi hem de onların daha bir hareketlendirilmesinin vesilesiydi bir bakıma.
Bu eğlentinin, çok eski zamanlara kadar geriye giden inanç ve pratiklerin dönüşe değişe bu günlere gelen bir izdüşümü olması çok muhtemel. Mitoslar, onların da bir kısmının temellerini oluşturduğu ritüeller, daha doğru bir ifadeyle kültürün maddî ve tinsel ürünleri ha deyince ortadan kalkmıyor, kolayına silinip gitmiyor. Belki de hiç yok olmuyorlar. Bir zamanlar pagan inançların, çok tanrılı inançların kutsalları, tek tanrılı inançların da kutsallarına temel oluşturabiliyor, bakın geçmişte pek çok inancın kutsal mekânı olarak yükselen bugün Kaz Dağı dediğimiz İda Dağı’na ya da Anadolu’nun pek çok yerinde Hıdırlık denilen tepelerin katmanlarını türlü türlü inanç pratiklerinin oluşturduğunu görmek mümkün. Veya bugün Ege’de hâlâ varlığını sürdüren çatı ve baca formunda antik yapıların mimarisinden izler taşıdığını fark etmemek mümkün mü? Bu kültürel ürünler zamanda ve mekânda yolculuk ediyorlar çünkü. Bir çağdan diğerine, bir yöreden bir başka yöreye nesilden nesle hayatın kılcal damarlarından kırıla büküle akıp gidiyorlar, varlıklarını bir biçimde sürdürüyorlar, her koşulda bu izleri takip etmek, ortaya çıkarmak çok kolay olmasa da. Hiçbir inanç, onun hiçbir pratiği, kendinden önce gelenleri yok sayıp reddederek kendini var etmiyor zaten, ondan aldıklarını yeni bir tarzda, yeni bir anlam şeması içinde eklemleyerek kendine mal ediyor. Yeni denilen, bir yanıyla iki tekrar arasında bir kıvrım değil midir?
Yapraklanmadan çiçeklenen badem ağacının, bereketin ve doğurganlığın sembolü olduğunu okuyoruz mitoloji literatüründen. Bir mitosta Phyllis’tir, bir başka mitosta Agdistis’tir badem ağacı. Kâh Demeter kültüne bağlanıyor kâh Kibele kültünün bir parçası oluyor. Kökleri Trakia’dan Frigya’ya uzanıyor. Sözü edilen eğlenti her iki mitostan esintiler taşıyor ufaktan ufaktan. Gönül denilenin ferman dinlemediğini, çoğu kere kendine yakıştırılanın çok uzağına düştüğünü, hayatı doğurmanın her daim ölümle hemhal olduğunu kulaklara fısıldıyor bu mitoslar.
Buyurun Phyllis-Demophon mitosuna!
Güzeller güzeli bir kızdır Phyllis, Trakia kralının kızı. Gönlü meyletmemiştir kimselere. Ama bir gün Atina kralı kahraman Theseus’un oğlu Demophon Troya Savaşı’ndan dönüşte Phyllis’in memleketinde konaklar. Ve gönül verir Phyllis Demophon’a, Demophon da ona. O Demophon ki çocukluğunda sütanneliğini, bakımını kılık değiştirmiş Demeter üstlenmiştir, tanrıların besini nektar ve ambrosia ile beslemiştir onu. Demeter’in bütün çabası onu ölümsüzlüğe kavuşturmaktır. Ama işler ters gider, onu ölümsüzlüğe kavuşturacak büyüyü Demophon’nun annesi kesintiye uğratır ve o artık ölümlülerin dünyasında yaşamını sürdürecektir.
Demophon kısa süre kalır Phyllis’in şehrinde, ama ona söz verir, memleketine gidip işlerini hallettikten sonra geri döneceğine yemin eder. Artık Phyllis, deniz kenarında Demophon’u getirecek gemiyi gözler her gün. Ama o gemi gelmez bir türlü ve limanda gördüğü her gemiden yaşadığı heyecan, yeniden yeşeren umut yavaş yavaş söner ve yaşadığı acıya dayanamaz, intihar eder. Tanrıça Athena Phyllis’in aşkından çok etkilenir ve onu bir badem ağacına dönüştürür. Ya neden yapraklanmadan çiçeklenir badem? Verdiği sözü, ettiği yemini tutamayan Demophon’un kulağına gelir Phyllis’in intihar haberi ve koşar gelir. Phyllis’in dönüştüğü ağaca gözyaşları içinde sıkıca sarılır. O kupkuru ağaç bu sarılışla bembeyaz çiçeklere bürünür.
Phyllis’in Demophon’a aşkının yanında hem aşka hem doğurganlığa işaret eden Kybele-Agdistis mitosu vardır badem ağacının odakta olduğu. Romalıların Magna Mater’i Anadolu’nun Ana Tanrıça’sı Kybele’ye dair kutak ve tapınaklara en çok Phrygia’da rastlanır. Mitosumuzun mekânı ise bir Phrygia şehri olan bugün Sivrihisar’a bağlı Ballıhisar denilen Pessinus’tur. Pessinus’a çok yakın adı Agdos (Günyüzü Dağı) olan çıplak bir kaya varmış, yörenin sakinleri bu kayanın Kybele olduğuna inanırlar ve ona tapınırlarmış.
Anlatılana göre Zeus Kybele’ye tutulmuş, fakat onunla birleşememiş ve tohumunu Agdos’un yanına yöresine bırakmış. Tohumdan gözleri kamaştıracak güzellikte bir hünsa, Agdistis doğmuş. Rahatsız etmiş bu tanrıları çokça, şehvet düşkünlüğüne yol açar diyesilermiş ve sıkıntılarından kurtarmak da Dionysos’a düşmüş. Dionysos Agdistis’i sarhoş ederek erkek yarısını koparıp oracığa atmış. İşte ondan bir ağaç yetişivermiş, bir badem ağacı. Yapraklanmadan çiçeklenmesi bu sebeptenmiş. Ve günlerden bir gün ırmak tanrısı Sangarios’un (Sakarya) kızı ağacın meyvasından yemiş ve gebe kalmış. Attis adında bir oğlan doğurmuş. Ancak öfkeli kral çocuğu dağa bırakmış, sonra onu bulan insanlar besleyip büyütmüşler ve Attis sonunda çok yakışıklı bir delikanlı olmuş. Ancak onu bekleyen hayli çileler varmış. Önce hem Kybele hem de Agdistis delikanlıya âşık olmuşlar, Agdistis ise çareyi kaçmakta bulmuş ve Pessinus’a gitmiş ve kralın kızına âşık olmuş, tam düğün gecesinde çıka gelmiş Agdistis ve Attis’i deliye döndürmüş. Bunun üzerine çılgına dönen Attis, bir çam ağacının dibinde erkekliğini keserek canına kıymış. Kybele güzel delikanlıyı oracığa gömmüş, akan kanından ağacın etrafı gelinciklere bürünmüş. Sevdiğinin kendisini öldürdüğünü gören ve intihar eden müstakbel karısını da gömmüş Kybele, onun mezarında da bir badem ağacı boy vermiş, Phyllis’in kaderi misali. Agdistis ise Attis’in anısına Pessinus’da bir bayram ve rahipler heyeti kurmuş.
Bizim eğlentinin Agdistis’in kurduğu bayramdan mı dökülüp geldiğinin kanıtları yok, çünkü bayrama dair şimdiye kadar okuduklarımdan az biraz da olsa ipucuna ulaşmış değilim. Elimde olan sadece aktardığım mitoslar ve onların bir iki versiyonu. Bunlardan da eğlentimize yansıyan küçük küçük pırıltılar. Belki de bu küçük parıltıların sezdirdiği, mitosların eğlentiyle olan bağlarının, aşka yelken açacak duyguların hareketlendirilmesinden, insan da dâhil taşıyla toprağıyla, ağacıyla doğanın bedenlerini ilişkiye sokarak insanî kuvvetlerin yenileyip güçlendirilmesinden başka anlamlarının aranmasına gerek olmadığıdır.