15 Şubat gününün akşamında “Türkiye Tek Yürek” ismiyle yayınlanan depreme bağış kampanyası, ismiyle tezat oluşturan bir durumu açığa vurmuş gözüküyor. Sosyal medya paylaşımlarına şöyle bir baktığımızda yurttaşlar, “milyon liraları”, hatta milyarları bağış olarak vaat eden Türkiye’nin önde gelen şirketleri ve patronları ile “tek yürek olma” çağrısına pek de icabet etmiş gözükmüyorlar. Örneğin 3 milyar lira bağış yaptığını söyleyen Cengiz Holding’in sahibi için kimsenin ne kadar da “milletini seven” kadirşinas bir insanmış dediğini görmedik. Ya da 950 milyon taahhüt eden Kalyon Holding’in sahibinin cömertliğinden, ülkeye yaptığı katkılardan, fedakarlıklarından dem vurana pek rastlamadım. Sol siyasetle illaki haşır neşir olmayan, ona uzak insanlar bile bağışçı şirket sahipleriyle bırakın “tek yürek” ve “aynı gemide” olmayı bağışa konu olan paraların kaynağını sorguladılar, tüm bu bağışların vergi kaleminden düşeceği düşüncesiyle bunun “bedavaya” yapılmış bir “reklam” çalışması olduğunu dile getirdiler. Bunun da ötesinde binlerce insan bağış yapılan paraların asıl sahibinin zaten halk olduğu fikrini sahiplendiler. Bunlara karşılık “siz servet düşmanı mısınız?”, “onlar kaç kişiye ekmek veriyor siz biliyor musunuz?”, “onlar Türkiye’nin lokomotifi” şeklinde belki 1990’larda rastlayabileceğimiz türden kontra atağa geçen de pek olmadı. Eğer şirket sahipleri o geceki bağış kampanyasında bu işi yalnızca halka yönelik “PR” harcaması gibi düşünmüş olsalardı onlar için “boşa para harcadılar; paralarıyla rezil oldular” deyimini rahatlıkla kullanabilirdik.
Peki ne oldu da toplumun geniş kesimleri birlik gereksinimine yapılan bunca vurguya ve depremzedeler için kaynakların ivedilikle sağlanması ihtiyacına rağmen söz konusu “bağışçı” şirket sahipleriyle bırakın tek yürek olmayı, onlara en ufak bir sempati dahi besleyemedi? Bu herhalde Marx’ın değer teorisinin bir anda geniş kitlelere sızarak, onlarda ani bir “bilinç sıçramasına” sebep olmasıyla açıklanamaz. Depremin yarattığı yıkımın halkta zaten birikmiş olan öfkeyi keskinleştirmesi ve “kurulu düzenle” bitişik gözüken herkes gibi sermayenin de bundan payını alması ise durumu kısmen açıklayabilir. Depremin ardından yaygınlaşan ve alenileşen bu tepkiyi zaten deprem öncesinde de var olan bir “zihinsel kopuşun” şiddetli bir semptomu olarak görmek sanki akla daha yatkın. Şirketlerin ve patronlarının deprem sürecinde en keskin, yoğun ve yaygın haliyle kendisini dışa vuran toplum nezdindeki “itibarsızlığını” Türkiye’de parti-devlet ve sermaye arasındaki ilişkilerin kazandığı özel biçimle ilişkili bir şekilde düşünmek gerekiyor.
Bu “özel biçimle” ilgili bugüne kadar siyasal iktisatla ilgilenen Bahadır Özgür, Hakkı Özdal, Çiğdem Toker, Ümit Akçay, Ali Rıza Güngen, Ahmet Şık gibi araştırmacılar, gazeteciler oldukça kapsamlı çözümlemeler yaptılar. AKP döneminde partiyle bütünleşmiş devlet kurumlarının ve kaynaklarının; özellikle inşaat yatırımlarına bağlı olarak büyüyen sermaye fraksiyonunun güçlenmesi için nasıl seferber edildiğini, finansal sermayenin de bu çarklar içerisinde kârlarını katlamasının nasıl mümkün hale geldiğini ayrıntılarıyla anlattılar. (Bu mekanizmanın ayrıntılı anlatımı için Hakkı Özdal ve Bahadır Özgür’ün Artı TV’de yaptıkları deprem özel programı izlenebilir).
Devletin sermayenin çıkarlarını yeniden üreten bir aygıt olarak işlemesinin AKP ile başladığını söylemiyorum elbette. Öte yandan 20 seneyi aşan iktidarı boyunca devlet kurumları, onun ideolojik ve zor aygıtları üzerindeki hakimiyetini tesis ederek, partiyle devleti bütünleştirmek konusunda büyük mesafe kat etmiş olan bir yapıdan bahsediyoruz. Emekçilerin ürettiği değerin ve ülke kaynaklarının sermayenin özellikle bahsettiğimiz fraksiyonuna aktarım sürecini önceki dönemlere kıyasla çok daha aleni ve cüretkar bir şekilde, deyim yerindeyse tüm toplumun gözü önünde gerçekleştiren farklı bir ağ var karşımızda. AKP iktidarı ortaya serilen bu yakın ilişkileri özel olarak gizlemek ya da bu ilişkiler gündeme geldiğinde bunu “toplumun genel çıkarlarıyla” bağlantılı bir anlatı içerisinde haklılaştırmak gibi bir gayret içerisinde değil uzun zamandır.
Siyasal iktidarın, bahsettiğimiz ilişki ağlarının içerisine çektiği ve farklı derecelerdeki zenginlik ve statüsünü bu çarkın işleyişine bağlı kıldığı insanları birer “parti sözcüsüne” dönüştürdüğünü zaten biliyoruz. Bu ağların dışında kalan milyonlarca insana telkin ettiği “sabır” ve "tevekkülün” son üç senede yaşanan büyük ekonomik şokun varlığında toplumun büyük çoğunluğu için ikna ediciliğinin kalmadığı da tahmin edilebilir. Bu tür anlatılarla zaten hiçbir zaman bağ kuramamış kesimlere ise uzun süredir sopa gösterildiği malum. Yani AKP iktidarı devletin sermaye sınıfı ile olan karşılıklı bağımlılık ilişkisinin üzerine örtebileceği koruyucu, kalın bir “ideoloji örtüsüne” sahip değil. Bu ilişkilerin bu kadar şeffaf olduğu bir ortamda; ancak bir merkezi devlet müdahalesiyle layıkıyla baş edilebilecek bir felakette bile insanlar yardımlarını devlet aracılığıyla yapmakta büyük bir tereddüt yaşıyorlar. Aynı durum, sermaye sahiplerinin 1990’lı yıllarda inşa edebildikleri “kendi çabalarıyla devletten bağımsız büyüyebildikleri halde devletine milletine katkıda bulunan” sempatik ve fedakar patronlar imgesini sunabilmelerini imkansızlaştırıyor.[1] Çokça dillendirilen “artık AKP’nin anlatacak bir hikayesi kalmadı” şeklindeki değerlendirme de bu bağlamda düşünülebilir. Zira anlatılan bugüne kadar hep “onların” hikayesi oldu, şimdi hayatın gündelik deneyimi bile bize kendi hikayemizi net bir şekilde anlatıyor. Deprem ise yerini başka hiçbir hikayenin alamayacağı çıplak gerçekliği tüm aktörleri, süreçleri ve sonuçlarıyla yüzümüze vuruyor.
Bu durum, AKP iktidarı altında devletin “olağan” biçimde işlemediğini gösteriyor. Olağan koşullarda modern bir kapitalist devletin sermaye düzenini yeniden üretebilmesi için iki şey yapması gerekir: “belirli bir sınıfın çıkarlarını toplumun genel çıkarı” gibi göstermeye yönelik kuşatıcı bir ideolojik üretim faaliyeti göstermek ve toplumda birikmiş çelişkileri soğurma amacıyla halkın popülerleşmiş “maddi” taleplerini gerekirse sermaye sahiplerinin (ya da onun belirli fraksiyonlarının) kısa vadeli çıkarları aleyhine karşılayabilmek. Bugün devlet bu iki yönde de hareket edemeyecek şekilde sermayeyle ve onun özellikle belirli bir fraksiyonuyla bütünleşmiş durumda. Üstelik parti iktidarının sürekliliği, bu bütünleşmenin sürmesine bağlı. Bu “mesafesizlik”, siyasal iktidarın kendisini sınıflar üstü bir aktör olarak sunabilmesini, toplumun bütünü üzerinde rıza üretmesini, kuşatıcı bir hegemonya kurmasını mümkün kılamıyor. Böyle olduğunda bu kadar eşitsiz ve karmaşık bir toplumu idare etmenin tek yöntemi kalıyor: zor.
Yani bugün Türkiye’de devlet, olağan bir kapitalist devletin sergilemesi beklenen, sermaye düzeninin yeniden üretimini sağlama almaya dönük en hayati işlevleri asgari düzeyde bile yerine getiremiyor. Üstelik bu durum yalnızca Türkiye için de geçerli değil. Neoliberalizmin derinleştiği dönemde, devletin yürütme organını sermayenin ivedi çıkarlarının hizmetine hiçbir fren mekanizması olmadan sokmasından mütevellit farklı derece ve ölçeklerde bütün ülkelerde görülen bir durum. Esasında bu “küresel örüntü” Türkiye’de kendisini bu toplumun kendine özgü tarihsel koşullarıyla birleşerek özel biçimlerde ifade ediyor.
Bu durum aslında “devlet aklı” denilen şeyin de aşama aşama kemirilmesi anlamına geliyor. Eğer “devlet aklı” devlete bağlı kurumların ve şahısların herhangi bir başka şahıs ve otoriteden emir beklemeksizin düzeni uzun vadede korumaya yönelik eşgüdümlü “refleksleriyle” kendisini belli ediyorsa, bugün Türkiye’de böyle bir aklın varlığından söz edemiyoruz. Türkiye’de yukarıdan aşağıya bütün kademelerde devleti yönetenler artık böyle bir içselleştirilmiş “aklın” rehberliğinde hareket edemiyorlar. Sermayenin ve onunla bütünleşmiş siyasal iktidar sahiplerinin kısa vadeli çıkarlarına endekslenmiş bir devlet yapılanmasının varlığında bahsettiğimiz uzun vadeli “devlet aklının” kendisini kurması ve özerk bir şekilde işlemesi de mümkün olamıyor. Bizzat önceki AFAD raporlarının kanıtladığı üzere, depremin yaklaştığının, hatta olası şiddetinin ve ortaya çıkarabileceği büyük hasarın boyutlarının bilinmesine rağmen buna yönelik kayda değer bir hazırlığın yapılmamış olması ve hatta sonucu daha da ağırlaştırabilecek tercihlerde bulunulması, deprem gerçekleştiğinde kurumların üstü örtülemeyecek bir eşgüdümsüzlük içinde bocalaması, borsada işlemlerin ilk iki gün devam edebilmesi, tüm bunlardan doğan kitlesel öfke ve itirazın ancak tehdit ve hakaretle karşılanması böyle bir “devlet aklının” yokluğunun birer belirtisi.
Devletin hem parti hem de onunla bağlantılı sermaye ile olan ilişkisinin bu kadar mesafesiz hale geldiği bir durumda, herhangi birisi, parti, devlet ve sermaye arasındaki karmaşık çıkar bağlarını bizzat gündelik hayatının akışı içerisinde bir çırpıda yakalayabiliyor. Bu yüzden iktidar partisine yönelik tepkiler onunla bütünleşmiş gözüken devlete, oradan da devletle mesafesi iyice daralmış olan şirketlere ve patronlara kendiliğinden aktarılabiliyor.
Bu durum Türkiye’de bugün sermaye sınıfı açısından bir paradoksa işaret ediyor: Parti-devlet- sermaye arasındaki mesafesizlik bir yandan sermayeyi dizginsizce at koşturabileceği bir iktisadi güce kavuşturmuş gibi gözükse de bir yandan da onu halkın tepkileri karşısında ideolojik bir zırhtan mahrum bırakıyor, onu halk nezdinde “çıplaklaştırıyor”, kırılganlaştırıyor ve muhtemelen epey bir korkutuyor. İşte bu yüzden, tüm şu yıkıntı içerisinde kendiliğinden ortaya çıkan büyük yurttaş dayanışmasına baktığında bizlerin gözleri ışıldarken kimilerinin içinde saklayamadıkları bir tedirginlik oluşuyor.
NOTLAR:
[1] 1980 ve 1990’lı yıllarda sermaye sınıfı temsilcilerinin pozitif bir popüler ikon olarak inşa edilme süreci için Praksis dergisinin 2001 yılında yayımlanan 4. Sayısında Gülseren Adaklı’nın “Popüler Bir İkon Olarak Sermayedar” başlıklı yazısına bakılabilir. http://www.praksis.org/wp-content/uploads/2011/07/004-Adakli.pdf