Bağlama mı, piyano mu?
Eğer kültür ve sanat alanında değişim ve ilerleme hedefliyorsak bu konuda uluslararası ölçülerde işler yapma yolunda ilerlemeliyiz. Bağlama ya da başka bir etnik enstrüman özelinde bunu tartışmak hiç şüphesiz bize ülke olarak bir şey kazandırmayacaktır. Sanat evrenseldir ve bu evrensel sanat içerisinde mutlaka evrensel ölçütlerde işler yapmalıyız. Evrensel ölçütlerde sanatçılarımızı değerlendirip bize nasıl faydası olur diye düşünmeliyiz. Aksi takdirde sadece bağlama konusu gibi yerel bir seviyede kalırız.
DUVAR - Milli Eğitim Bakanlığı tarafından okullara türkücü Yavuz Bingöl'le geçen yıl imzalanan protokol kapsamında Sanat Hayattır Derneği'nin yapacağı 84 bin 290 bağlama dağıtılacağı belirtildi. Milli Eğitim Bakanı Ziya Selçuk, 2017 yılında Yavuz Bingöl Sanat Merkezi bünyesinde kurulan Sanat Hayattır Derneği ile Temel Eğitim Genel Müdürlüğü arasında imzalanan “Müzik Sınıflarının Altyapısını Destekleme Kampanyası İşbirliği” protokolü kapsamında okullara, bağlama ve piyano dağıtımını Kars'tan başlattı. Kars merkezde hizmet veren Cevriye Tatiş Ortaokulu'nda oluşturulan müzik sınıfının açılışına türkücü Yavuz Bingöl de katıldı. Yavuz Bingöl tarafından öğrencilere uygun ebatlarda oluşturulan bağlamalar da tanıtılarak, başarı sağlanması halinde ülke genelinde okullarda kullanıma sunulacağı bilgisi paylaşıldı. Başarı sağlanması halinde okullara, “Yavuz Bingöl Sanat Merkezi” bünyesindeki Sanat Hayattır Derneği'nin yapacağı 84 bin 290 bağlama dağıtılacak. Proje kapsamında, 3008 piyano dağıtılması öngörülüyor.Milli Eğitim Bakanlığı'ndan konu ile ilgili yapılan açıklamada, enstrümanların herhangi bir şahıstan değil, “Yavuz Bingöl Sanat Merkezi” bünyesinde kurulan “Sanat Hayattır Derneği” tarafından temin edileceği belirtildi.
Öncelikle şunu merak ediyorum; bağlama sayısı niye 84 bin 290, piyano sayısı ise niye 3008? Yani bu dağılım neye göre yapılmış, bu soru cevaba muhtaç bir soru. Ayrıca niye böylesine küsuratlı bir bağlama sayısı var, niye 85 bin ya da 90 bin değil?
Sayının bu kadar yüksek olmasından benim anladığım; Milli Eğitim Bakanlığımız öğrencilerimizin çoğunluğunun bağlama çalmasını istiyor. Daha doğru bir ifadeyle söyleyecek olursak devletimiz öğrencilere çok sesli müzikten daha çok tek sesli müziği öğretmek istiyor. Çünkü bağlama çok sesli müziğin değil tek sesli müziğin enstrümanıdır. Bu kadar fazla sayıda bağlamayı aynı kalitede üretmek de ayrı bir konu. Bu bağlamaları yapmak için bir fabrika ya da atölye mi kurulacak yoksa üreticiden mi alınacak o konuda herhangi bir açıklama yapılmamış. Bu arada çalınacak seviyede ortalama bir bağlamanın fiyatı 100 TL civarında. Yani büyük bir maliyet olduğunu basit bir matematik hesabı ile anlayabiliriz. İşin bu kısmını ekonomistler ya da kamu maliyesi uzmanları daha iyi cevaplayacaklardır.
MİLLİ ÇALGI MI?
Milli Eğitim Bakanlığı okullarda bağlama dersleri koyarak acaba bağlamadan milli bir çalgı yaratmaya çalışıyor olabilir mi? Hiç sanmıyorum çünkü bağlama uluslararası bir müzik gelişimi için “uygun” bir enstrüman değil. Eğer bu amaçla bir bağlama öğretme durumu söz konusu ise bu pek sağlıklı değil. Bu çok teknik bir konu, Arif Sağ hocamın kulakları çınlasın, bu konuda en önemli isimlerden biri olarak onun bu konu hakkında fikirlerini çok merak ediyorum. Bağlamanın yıllardır Türk müziğinde kullanılıyor olması ya da ne ölçüde ve nasıl kullanıldığı önemli bir konu. Bu tür konularda Arif Sağ gibi bu işe hayatını adamış hem de eğitimcilik yönüyle yıllarca Türk müziğine hizmet etmiş bir bağlama üstadının fikirleri çok kıymetli. Yetkililer Arif Sağ ile görüştükleri takdirde hem bağlamanın öğrenilmesi hem de dünya müziğindeki yeri ile ilgili daha iyi fikir sahibi olacaklardır. Fakat bu noktada tek sesli müzik-çok sesli müzik konusu çok kritik. Bağlama ya da başka bir doğulu enstrümanın getirileri dünyadan çok bizimle ilgili yani bugün müziğin tüm dünyada çok sesli olarak icra edildiğini ve rekabet halinde olduğunu düşünürsek bunu bağlama gibi bir enstrümanla yapmak çok da geçerli bir başarıyı bizlere sağlamayacaktır.
ATATÜRK VE MUSİKİ İNKILABI
Elbette müziğimizin tek sesli mi çok sesli mi olacağı konusu sadece bugünün konusu değil. Yıllar öncesine gidelim; Cumhuriyet’in ilk yıllarından da öncesine. Atatürk, askeri ataşe olarak Sofya’dayken o dönemde çok sesli müziğe ilgi duymaya başlamıştı. Klasik müzik konserlerine ve operalara giderek Batı müziğini tanıma fırsatı bulmuştu. Cumhuriyetin ilanından sonra ise ülkemizde bu müzik türlerinin sevilmesini ve müzik kültürümüzde yer almasını sağlamak amacıyla bazı çalışmalar yapmıştı. Atatürk’ün, tiyatro, bale, edebiyat, heykel, mimari, resim, müzik gibi sanat dallarıyla ve sanatçılarla ilgilenmesi, onları desteklediğini biliyoruz. Atatürk, sanatla ilgili düşüncelerini, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki konuşmalarında, Çankaya Köşkü’nde sanatçılarla yaptığı sohbet ve tartışmalarda açıkça belirtmiştir. İnsanlığın ortak dili olarak müzik, yine insanlığın ortak mirası olan uygarlık ile bir arada olduğu zaman çağdaş bir ülke seviyesine gelmek daha da kolay bir hale gelmektedir. Atatürk; bu anlamda, Türk müziği politikasının sağlam temellere dayandırılması için bir plan belirlemişti, Türkiye’de müziğin çağdaş medeniyet kurallarına göre geliştirilmesini istiyordu. Atatürk ile ilgili söylenen “Türk Müziğini Yasakladı” sözleri çarpıtmalarla ve şehir efsaneleriyle bugünlere kadar geldi. Ayrı bir yazı konusu olan bu yasak meselesini şimdilik es geçiyorum. Türkiye'nin "Musiki İnkılâbı"nın üzerinden çok uzun yıllar geçti, dünya çapında bir besteci çıkartamadık ama çok büyük icracılar çıkardık. Bunun nedeni yöntemden çok ülkenin durumuyla ilgiliydi. Türkiye’nin diğer ülkelerdeki imajı da bu durumun oluşmasında etkiliydi. Ayrıca halk, bu müziği bir türlü benimsemedi, benimsemesini beklemek de hayalcilik olurdu çünkü bizim yıllardır süregelen müziğimiz çok sesli olmaktan uzak, nota sistemi dünyanın hiçbir ülkesinde olmayan bir şekildeydi. Formel bir hadise olarak değil de tamamen usta-çırak ilişkisiyle ya da meşk usulüyle bugünlere kadar gelmişti. Kendi müziğimizi (öyle bir müzik var mı tartışılır) çok sesli hale getirerek belki dünya sahnelerinde bir yere taşıyabilirdik, zaman zaman taşıdık da. Fakat beklenen veya özlenen seviyede bunu ne yazık ki yapamadık. Çok iyi niyetle yapılmış musiki inkılabı Atatürk’ten sonra düzleminden şaşmış ve her yeni gelen iktidarın beğenisine göre şekillenmiştir. Atatürk çağdaşlaşma seviyesini Batı’lı ülkelerin kriterlerine göre belirleyerek doğru olanı yapmıştı çünkü Batı’lı ülkelerde formel bir müzik eğitimi vardı. Bunu da Batı hayranlığı olarak anlayıp sanki Türk müziği düşmanlığı yapılmış gibi anlamak ve anlatmak doğru bir yaklaşım değildi fakat ne yazık ki yıllarca bu yapıldı. Türk müziğinin çok sesli yapma konusunda bir çok albüm yapıldı, ilk başlarda yabancılara bu çalışmalar ilginç geldi fakat müziğin evrenselleşmesiyle ve kaynaklara daha kolay ulaşılmasıyla birlikte bu tür çalışmaların da bir orijinalliği kalmadı.
Eğer bugün bunu bağlama ile yapmaya çalışıyorsak ki henüz böyle bilgiye sahip değiliz ama dağıtılacak olan bağlama sayısı bunu biraz olsun bize anlatıyor, bu pek mümkün değil. 1950’li ve 1960’lı yıllarda, hatırlayanlar olacaktır okullarda mandolin çalınıyordu daha doğrusu öğrencilere çaldırılmaya çalışılıyordu fakat bir sorun ortaya çıktı; akort sorunu. Bu sorun yarın bir gün bağlamada da karşımıza çıkacaktır. Konservatuvarlarda, günümüzde temel enstrüman yıllardır piyanodur, bunun en büyük sebebi ise uluslararası bir enstrüman olması nedeniyledir. Bağlamada birçok sorun karşımıza çıkacaktır; kısa sap, uzun sap, öğrencinin hangi notayı öğreneceği sorunu...
6-7 EYLÜL OLAYLARI
Yıllar içinde kültür ve sanat hayatımızı etkileyen neler olmadı ki? Sadece eğitim politikaları veya kişiler değil; toplumsal olaylar da bu konuda etkili olmuştu. 6-7 Eylül olaylarını hatırlayın, Demokrat Parti’nin yanlış bir sindirme politikasının sonuçları bize yıllar sonra çok ağır sonuçlar doğurarak geldi. Üstelik kimse de sinmemişti, öngörüsü son derece kısır bir tahrik hareketinin bedelini hala ödüyoruz. O yılları yaşayanların anlattıklarını hatırlıyorum; Beyoğlu’nda evlerin üst katlarından sokağa atılan piyanolar, bulunduğu anda kırılan ve paramparça edilen müzik aletleri ve daha nicesi. Ülkelerine geri dönen binlerce gayrimüslüm halkımız ve adeta “Vurun Kahpeye” romanını andıran sahneler. Bu gibi hareketler toplumsal olaylar gibi gözükse de ülkemizin kültür ve sanat hayatında çok ağır travmalar yaratmıştır. Üstelik bunları entelektüel olduğunu bildiğim ve bazılarını ileriki yaşlarında tanıdığım Demokrat Partililer yaptılar. Elbette onlar direkt olarak yapmadılar ama yaptırdılar ve yapılmasına göz yumdular. Üst kültürün alt kültürünü etkisi altına alıp ne yöne gideceği belli olayan hareketlere sürüklediği olaylara sadece bir örnek olarak o yılları gösterebiliriz. “Salkım Hanımın Taneleri” adlı filmi hatırlarsınız, Yılmaz Karakoyunlu'nun benzer olayları konu alan romanıydı. 1990 yılında Yunus Nadi Roman Ödülü'nü kazanmıştı. 1999 yılında ise yönetmen Tomris Giritlioğlu tarafından aynı adla filme çekilmişti. O filmde olan olayların neredeyse tamamı gerçekti. Kah Varlık Vergisi yıllarında kah 6-7 Eylül Olayları’nda benzer olayları ne yazık ki ülke olarak yaşadık.
Eğer kültür ve sanat alanında değişim ve ilerleme hedefliyorsak bu konuda uluslararası ölçülerde işler yapma yolunda ilerlemeliyiz. Bağlama ya da başka bir etnik enstrüman özelinde bunu tartışmak hiç şüphesiz bize ülke olarak bir şey kazandırmayacaktır. Sanat evrenseldir ve bu evrensel sanat içerisinde mutlaka evrensel ölçütlerde işler yapmalıyız. Evrensel ölçütlerde sanatçılarımızı değerlendirip bize nasıl faydası olur diye düşünmeliyiz. Aksi takdirde sadece bağlama konusu gibi yerel bir seviyede kalırız.
DEMOKRAT PARTİ’NİN KÜLTÜR VE SANAT POLİTİKALARI
6-7 Eylül olayları deyince elbette Demokrat Parti döneminde, kültür-sanat politikaları hakkında neler yapıldı diye bakmamız gerekiyor. Türkiye, 1946-1960 yılları arasında, siyasi açıdan bir değişim yaşamaktaydı. 1945 yılında “üçlü takrir” ile birlikte çok partili hayata geçiş, ardından 1946 yılında Demokrat Parti’nin kurulması, Türkiye’nin politik hayatında önemlidir. 1950 seçimlerinde 27 yıllık Cumhuriyet Halk Partisi iktidarı yerini ezici çoğunlukla Demokrat Parti’ye bırakmıştır. Bu tarihten sonra ülke yönetiminde artık yeni siyasi liderler vardır. Bu değişim sadece bir kadro değişimi olarak kalmaz ve ülkede siyasetten ekonomiye, eğitimden sanata, sosyal hayatın her kademesinde değişimler kendini göstermeye başlar. Demokrat Parti döneminde kültür-sanat konusunda siyasette olduğu gibi liberal bir politika izlenmiş, devletin belirli bir kültür politikası olmamıştır. 1950 yılından sonra bugün hala eleştirilen bir karar alınmış ve Köy Enstitüleri kapatılmıştır, Tercüme Bürosu dağıtılmış ve var olanın yerine yenilerini yapmak üzerine bir politika başlamıştır. 1950-1960 yılları arasında kurulan toplam 5 Menderes hükümetinin programlarında kültür ve sanata ne ölçüde yer verildiğine baktığımızda; 1. Menderes Hükümeti programında, önceki hükümetlerin kültür ve sanat politikaları eleştirilmiş ve bu hükümetler manevi duygulara önem vermemekle suçlanmıştır. Manevi değerlerden kasıt nedir anlaşılamamıştır. Bu dönemdeki kültürel gelişmelere baktığımız zaman ABD, İngiltere ve Fransa ile kültürel ilişkilerin daha da kuvvetlendirileceğinin vurgulandığını görürüz. Buradan hareketle bu ülkelerle yapılan kültür anlaşmalarının tarihlerine baktığımızda Fransa ile 1952’de, İngiltere ile 1957’de anlaşma yapıldığını görmekteyiz. Fransa ile anlaşma imzalanmasının ardından iki ülke arasındaki kültürel ilişkilerin gelişmesi amacıyla bir program hazırlanmış, Louvre Müzesi’nde 1953 yılı Şubat ayında 2 ay süreli olmak üzere Türk Sanat Sergisi açılmış iki ülke arasındaki kültürel ilişkileri arttırmak amacı ile Türkiye’ye 100 Fransızca kitap gönderilmiştir. İngiltere ile yapılan anlaşmanın getirilerine baktığımızda ise Türk-İngiliz Dostluk Derneği ve İngiliz Kültür Heyeti tarafından 1 hafta süreli Türk-İngiliz Kültür Haftası düzenlendiğini, Kraliyet Operası sanatçılarından Nadia Nerina ve Alexis Rassine’nin, Türk Devlet Operası sanatçıları ile temsiller verdiğini, T.S. Eliot’ın “The Cocktail Party” isimli eserinin Küçük Tiyatro’da oynandığını, Çağdaş İngiliz Edebiyatı konulu konferans verildiğini görürüz. 9 Mart 1951’de kurulan 2. Menderes hükümeti programında eğitim konusu ağırlıklı olarak ele alınır. Kültür ve sanat politikalarına dair herhangi bir açıklama yoktur.
Menderes hükümeti, bu dönemde Ankara Devlet Konservatuarı’nda Folklor ve Etnografya Enstitüsü kurar. 1939 yılından beri kaydedilen halk türküleri notaya alınacak ve bu notalar üzerinde ilmi etütler yapılacaktır. Bu dönemde “Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu” ile “Gayrimenkul Eski Eserler ve Anıtlar Yüksek Kurulu Yasası” kabul edilmiş, ayrıca Bern Birliği’ne katılmak için kanun tasarısı hazırlanmıştır. Tüm bu kanunlardan sanat eserlerinin korunması ile ilgili olarak ciddi çalışmalara girişildiğini anlamaktayız. 17 Mayıs 1954’de kurulan 3. Menderes hükümeti programında, 2. Menderes Hükümeti programında olduğu gibi eğitim konusu ele alınmış ve iktidarın bu konuda yoğun bir hareket içine gireceği belirtilmiştir. 9 Aralık 1955’de kurulan 4. Menderes Hükümeti programında kültür ve sanat ile ilgili herhangi bir maddeye rastlanmamıştır. Program dahilinde bu konuya dair herhangi bir madde yer almamasına rağmen bu dönemde Devlet Tiyatrosu Genel Müdürlüğü’ne bağlı olarak çalışan bölge tiyatroları kurulmaya başlanmış, Ankara’da kurulan Türk Kültür Ocakları’nın İstanbul’da şubesi açılmış, Tatbiki Güzel Sanatlar Okulu açılmış ve Atatürk Üniversitesi’nin temeli atılmıştır.
Bunun gibi bir çok uygulama ama hepsi sanatın kenarından köşesinden geçen uygulamalar. Konu asla bugünün konusu değildir, konu 90 yılı aşan Cumhuriyet’in konusudur. Kültür-sanat politikalarında asla bir düz çizgi olmamıştır, her gelen bir öncekinin yaptıklarını yıkmakla uğraşmıştır. Özelikle Demokrat Parti döneminde bu artık bir siyasi argüman olarak kullanılıp hınç almaya kadar gitmiştir.
KÜLTÜR-SANAT POLİTİKALARI NASIL OLMALI?
Tüm bu politikalar çok partili hayata geçişle birlikte yeni bir boyuta geçtiğimizi düşünenler için bir yanıt niteliğinde. Demokrat Parti ya da X parti meselesinden çok topyekün bir kültür sanat politikaları izlememiz bizim için en faydalı olan yöntemdir diye düşünüyorum.
Türk müziğinde Arif Sağ gibi Batı müziğinde de İdil Biret gibi otoritelerin fikirlerini dinleyip bir kültür-sanat politikası geliştirirsek hem geleceğe daha umutla bakarız hem de sorunların üzerine daha fazla giden bir hava içerisinde olacağımızı düşünüyorum. Dünyanın her yerinde tanıtılan bir müziğimizin olması bizim için hem bir kazanç hem de ileriye yönelik daha iyimser olmamızı sağlayacaktır.
Bugün müzik konusunda yaşadıklarımızı az çok spor konusunda da yaşıyoruz. Belirli bir sistemi takip ederek yapılacak konularla ilgili her yeni gelen iktidarın bir önceki iktidarın yaptıklarını beğenmemesi belki de bu duruma neden oluyor. Kültür-sanat kurulları oluşturulması ve bununla ilgili çalışmalar yapılması ise genelde havanda su dövmekten öteye gidemiyor. Daha kalıcı ilkeler belirleyip iktidarlar değişse bile o ilkelerin gerçekleşmesiyle ilgili taviz vermezsek başarılı oluruz. Bir hükümet politikası yerine bir devlet politikası belirlemek en doğrusu olacaktır. Bunun dışında bulacağımız her çözüm günü kurtarmaktan ibaret oluyor.