Baharı kim çaldı?

Mazbatamız çıkmıyor. Bu arada insanlığımız yavaş yavaş içimizden çıkıyor. Bahar gelmiyor, aşk yok oluyor, hayatın minesi soluyor. Teflon hayatlara kuş pisliği yapışsa sevineceğiz. “Kalmak kalmadı” ama gidilmesi gereken yerden de gidilemiyor.

Zehra Çelenk zcelenk@gazeteduvar.com.tr

“Ne zaman öleceğimizi bilmediğimiz için, hayat hiç bitmeyecekmiş gibi gelir. Ama aslında hiçbir şey çok tekrarlamaz kendini. Çocukluğunuzun bir öğleden sonrasını, varlığınızın o kadar derinden bir parçası olmuş, hayatınızı onsuz düşünmeyeceğiniz bir öğleden sonrayı daha kaç kez hatırlayacaksınız? Belki dört beş kez daha, o kadar bile değil belki. Daha kaç kez dolunayın çıkışını seyredebileceksiniz? Belki yirmi. Yine de her şey, sonsuzmuş gibi gelmez mi?”

Paul Bowles, “Çölde Çay”

Karmaşık bir kablo yığınının üstüne eğilmişiz. Ne yaparsak yapalım ya bilgisayar ya da monitör çalışmıyor. Birbirine eklemlenmiş üçlü kablolar, seksen tane fiş. Bir şeyleri yerinden kıpırdattığın anda çöküyor, ülke eğretiliğinde bir sistem. Çoğunlukla çalışması mucize. Gündemimde hep başka şeyler öncelikli olduğu için, düzgün bir kablo sistemi kurdurmaya dair düşüncemi erteleyip duruyorum.

Günümüz kadınının durumu: Pek çok şeyi yalnız başına yapmayı beceriyorsun, göz korkutucu deadline’lardan, kırk parçaya bölünmüş hayat mücadelesinden alnının akıyla çıkıyorsun. Ama bazen bir şey oluyor, çok basit bir şey, insanın pimi çekiliveriyor. Bu kablolar benim aşil topuğum. Her temizlikte aynı şey olduğu halde sakin kalamıyorum. Gözlerimi kapatayım, birdenbire her şey eski yerini alsın istiyorum. Gülcan Hanım, “panik yapmazsak çözeriz,” diyor. Panik yapmıyoruz ama çözmemiz yarım saati buluyor.

Tam teslimiyet üzerine kurulu bir ilişkimiz var. Onca işim arasında her yardıma geldiğinde şükranla doluyorum. İşini nasıl yapması gerektiğine dair hiçbir şey söylemiyorum, ne yapsa kâr. Gülcan Hanım işini iyi yapan herkes gibi, yaptığına saygı duyulmasından memnun. Beni gün içinde ufak ufak paylıyor. İyi ve güvenilir biri olduğu için aldırmıyorum, ayrıca müzmin kabahatliyim. Düzenli olarak sevecenlik ve tüy yayan iki kedim ve çok kitabım var. Günde beş-altı saatten fazla uyuyabildiğim pek nadir. Epey iş birikmiş olunca iki saat tatlı tatlı söyleniyor. Sonra “sen de çalışıyorsun hep tabii, ne yapacaksın,” diyor.

Kablo krizini beraberce çözdükten sonra bilgisayar ani bir gürültüyle açılıyor. Bilgisayarı kuran arkadaşım bir radyo uygulaması eklemişti. Düğmeye basıp içeri gittiğimde geceleri aniden yükselen sesle kaç kez yüreğim ağzıma geldiği hâlde programdan kurtulamıyorum. Çünkü arkadaşı önceki yıl, ani bir rahatsızlık sonucunda kaybettik gencecik yaşta. Programı kaldırmak, vefat eden birini rehberden ya da sosyal medya hesaplarından silmek gibi geliyor.

Bir köşe yazısında kişisel deneyimlerden, gündelik olaylardan bahsedilmesini seven de vardır, sevmeyen de. Ümit Ünal’ın “Sofra Sırları”ndaki güzel repliğinden serbest uyarlarsam, “herkes her şeyi sevecek diye bir şey yok.” Tercihtir. Bana göre, bazı türlerde arada bir kişisel olma ‘riskini’ göze almadan dişe dokunur bir şey söylemek çok mümkün olmuyor.

Ne çok seviyoruz yazıya, öyküye, romana, hayata dair keskin tanımlamaları ayrıca ya. Sanatçının, uzmanın kendi ürününe yoğunlaşmak, kendi tarzını yaptığıyla ortaya koymaktan çok başkalarına laf sokma telaşından gına gelmiyor mu? Eleştiri meleştiri de değil bu. 280 karakterlik vurkaçla adil eleştiri her yiğidin harcı değil. Yapabilen, kıymetli.

Yargılamayı iştahla seviyoruz. Kendi davranış kalıplarının hiç farkında olmadan durmadan başkalarına giydirmekle meşgul insanların okuduğu o kadar kitabın, izlediği filmin zihnin hangi departmanına gittiğini merak ediyorum bazen. Being John Malkovich filmindeki gibi, zihinlerde var olmayan bir kat var galiba. Teori ve pratik arasından dere geçiyor. Bazıları da ülke sadece kendi başına gelen bir şeymiş gibi üç kişilik öfkelenebiliyor, bravo. Neyse, bunları da takmamak lazım. Sen bildiğini, inandığın şekilde yapmayı sürdüreceksin, başka yolu yok. Üretmeye, iç bahçeni sulamaya ve kendi içindeki zehirli otları ayıklamaya devam edeceksin.

Hayatın ve ülkenin bunca abukluğu içinde akıl sağlığını koruyarak yürümeye çalışıyorsun. Toplumsal çok fazla acı, haksızlık var. Kötülüğe alt tür, isim uydurmaktan içimiz soldu. Sıradan kötülük, organize kötülük, hard core kötülük. Mazbatası çıkmak bilmeyen, şirazesinden çıkmış hayatımız. Hiçbir şey kontrolümüz altında değil. Bahar bile gelmiyor!

Havaya mızıkçı diyebiliriz bak. Belki gelmek için anlamlı bir sebep bulamıyordur. Sanki gelse kıymetini bileceğiz. Doğanın içine etmişiz, çevre bilincimiz Kıraç röportajından hallice değil. Hayvanlar, çocuklar katlediliyor her gün. Yapamadıklarımız, başımıza gelenler, başımızdan gitmek bilmeyenler büyük dert. Ama yapabileceğimiz çoğu şeyi de yapmıyoruz.

En son ne zaman eve gidecek mamanın yarısını yolda dağıtıp birkaç kirloş sokak kedisini sevindirdiniz? Bir arkadaşınızın hayatıyla ilgili önemli bir gelişmeyi az çok tutarlı biçimde takip ettiniz? Konuşma sırası bir an önce size gelsin diye sabırsızlanmadan birini dinlediniz? Markette karşılaştığınız bir yaşlının başlıca sosyalleşme olanağının doğal ürünü olan sorusuz sorularını içinizden gözünüzü devirmeden yanıtladınız? “Düşman yabancılar”a, çoğunlukla hiç tanımadığınız, hayatınızda kenar süsü kadar yeri olmayan insanlara ayırdığınız enerjinin kaçta kaçını gerçek ilişkilere harcıyorsunuz? Sarsılan herhangi tür ilişkide ‘amaan, olursa Ekim’e…” duygusuyla, adımları karşıdan beklemeden siz attınız? Kendime de soruyorum bu soruları, “siz”in içinde ben de var.

Şahsi ilişkiler bile bir layka layk döngüsüne kilitlenmiş durumda, anlamlı bir hiyerarşi yok. Birine araba çarpıp ölebilir ve aklımıza bir an son elli gönderimizi layklamadığı gelebilir.

Mazbatamız çıkmıyor. Bu arada insanlığımız yavaş yavaş içimizden çıkıyor. Toplumsal mutsuzluk, belirsizlik, güvensizlikle baş etmek zor ama her şeyin de bahanesi olamaz.

Bahar gidiyor, aşk yok oluyor, hayatın minesi soluyor. Geçen bir sohbette biri çok kıymetli bir söz etti. “Kalmak kalmadı.” Teflon hayatlara kuş pisliği yapışsa sevineceğiz.

“Kalmak kalmadı” ama gidilmesi gereken yerden de gidilemiyor. Kaybetme bilgisi ve vazgeçme becerisine genel olarak da çok sahip değiliz. Herkesin aslen kim olduğu ayrıldıktan ya da “işi bittikten” sonra anlaşılıyor. Bizi üzen kişilere açtığımız kredilerden yenilere çok vakit, enerji kalmıyor.

Paul Bowles’un, “Çölde Çay” romanından biraz kısaltarak aktardığım, Bertolucci’nin aynı adlı filminin de finalinde geçen müthiş sözüyle başladım yazıya. Daha kaç kez baharın gelişini görebileceğiz? Daha önemlisi de aslında şu: Bazı baharlı fotoğraflarımızın olacağı kesin ama bahar gelse, görecek miyiz?

Çölde Çay filminden

Bir hayat… İnsan ne olursa olsun, elindeyken, yaşamak istiyor. Mutluluğun da mutsuzluğun da “başka insanlara” epeyce bağlı olması yalnız gelip yalnız gittiğimiz hayatın insana hem bir kazığı hem de hediyesi. Başkalarıyla daha az bencilce, daha samimi ilişkiler kurmaya çalışalım. İç bahçemize de bir tırpanla dalalım. Kafamızı kaldırınca bakarsın, bahar da gelir belki…

Tüm yazılarını göster