MHP lideri Devlet Bahçeli’nin, ceza yasasında “halkı kin ve düşmanlığa tahrik” diye suç tanımlanmış, yasaların da herkese düzgünce uygulandığı bir ülkede bütün tarafsız savcıları yerinden hoplatacak -3 Şubat tarihli- tweet’leri:
Biri şu: “Sırtlarını ajanlara, zalimlere ve karanlık çevrelere dayamış olanlar evlat değil başı ezilmesi gereken zehirli yılanlardır. Yasadışı eylemleri diğer üniversitelere teşmil etmek için kuyruğa girenler bunun bedelini acıklı şekilde ödemelidir.”
Öbürü -kısmen- şu: “Türkiye’nin böyle evlatları yoktur. Çocuk veya öğrenci dedikleri vandaldır, barbardır, gözlerini kan ve nefret bürümüştür…”
Rektöre ve üzerlerine sürülen polisin şeditliğine direnen üniversite öğrencileri hakkındaydı bunlar. Ricam, aşağıdaki yazıyı okurken arada dönüp bunları yeniden hatırlamanız.
Murat edileni anlamayan kalmasın diye olmalı, 4 Şubat Perşembe günü İçişleri Bakanlığı Sözcüsü İsmail Çataklı çıkıp tehdidi somutladı: “Hiç kimseye devletimizin gücünü sınamayı tavsiye etmiyoruz.” Edâ yetkili edâsı, söz muktedir sözüydü. Hak aramaya kalktığınızda devlet karşınıza dikilir, “Sen benim gücümü mü sınıyorsun lan!” diye haykırırsa başınıza geleceği bilirsiniz. Burada merak edilecek tek ayrıntı, ihdas edilmesi devletimize şüphesiz bir yasa ve kural devleti görünümü temin edecek olan “Tehdit ve Aşağılamadan Sorumlu Cumhurbaşkanı Yardımcılığı” makamının tek adayı içişleri bakanının bu defa işi neden sözcüsüne bıraktığı. Tahminim, bakanın “yüzü eskimesin” diye düşünülmüş. Net’çe itibarıyla söz öyle söz ki, mâhut edâ takınılabildiği takdirde kimin ağzından çıksa aynı ürpertiyi yaratabiliyor.
Devlete aykırı inisiyatif gösteren vatandaşa yönelik ezâ-cefâ, sindirme, terörize etme operasyonlarından sorumlu sivil görünümlü kanada resmî kanattan sağlanan bu destekle birlikte, mesajı idrak edemeyen herhalde kalmamıştır. Bunları kavrayacak hücreler bu topraklarda doğan her bebeğin beyninde henüz ana karnındayken meydana gelir, gelişir, işlevine kavuşur.
Ve fakat öyle görünüyor ki, bebek büyür, kendisini katil yapacak karanlıklardan sıyrılmayı becerir, fakat aydınlığa da tam çıkamayıp siyasetçi olursa, sözkonusu hücreler birden kendini imha ediyor. Görevimiz Tehlike, aynen. Yerlerine de yeni bir şey konmuyor. Azıcık ferasetsizlik, azıcık cesaretsizlik, bir tutam ezber, kâfi miktarda klişe, sadağa yerleştirilmiş, çekilmeye hazır nalıncı keseri… O halde nasıl Görevimiz Tehlike? Çünkü yetişkin siyasetçi, bütün uyuzluğuna rağmen sadece iki kavram biliyor: Görev ve tehlike. İlki devlet demek, ona kendini adıyor, ikincisiyse, adı üstünde, tehlike, ondan da sakınıyor. Provokasyondan, gerilimden, karşı karşıya gelişlerden kaçınıyor. En çok da su taşımaktan. Değirmene. Hangisine? Hepsine. O suyu taşıyorsun da, biliyor musun değirmen kimin değirmeni? Buralara gider o kaçınma-sakınma işleri. Hepsinin gerisinde de niyetsizlik.
Ve şuursuzluk. Türk faşist hareketinin ve gerekirse onun önünü açacak etkili-yetkili çevrelerin nihaî niyeti, gayet somut şekilde, tâ -bir söylenişinde bin komploya hayat veren şu mucizevî tâbirle- “Okyanus ötesinde” bile anlaşılacak açıklıkta ortaya konuyor; bunların eyleme yönelik, operasyonel sözler olduğuna da şüphe yok. Karşısında, “Aa, ne demiş? Bişey mi demiş?” pozları!..
“Onlar evlat değil, vandal, barbar” gibi nitelemelerin, “onlar zehirli yılan, başları ezilmeli” gibi katletme çağrılarının, “ne dediğini bilmiyor”, “ağzından çıkanı kulağı duymuyor”, “yine saçmaladı” cinsinden sorumsuz ifadelerle duymazdan gelinmeleri akıl almaz aymazlık. Vurarız kırarızlar havada uçuşuyor, kağıtlar dağıtılıp oyun devam ediyor.
Sırf bu da değil. İlaveten, ana akım muhalefetin hemen her işinde olduğu üzre, riyakârlık var ortada. Yani ortada değil de arkada. Altta belki. Tam yerini bilemiyorum. Kalplerimizdedir belki. Niye var, peki? Çünkü duymamış ya da ciddîye almıyor gibi yapınca, ortaya savrulan tehdidin gerektirdiği sertlik ve kararlılıkta cevap verme yükümlülüğünden sıyrılmak mümkün oluyor. Güya bu ağır küfür-hakaret, kof tehdit haykırışlarına içerik kazandırsın diye gelişigüzel ortaya saçılmış söz yığını. Güya hadise bundan ibaret. Güya bunlara ses çıkarılmaz da otobüsten kurt işareti yapılırsa siyasî başarı elde edilecek.
O kadar yanlış ki!..
Bu memlekette her an toplaşıp herkese saldırmaya hazır, bunu yapabilecek kapasitede, icabında silahlanabilen ve sonuçta ceza görmeyeceğini bilen sayısız grup, MHP liderinin ağzına bakar. İlle emir için değil. Zaten içlerinden gelenlerin ne kadarını yapabileceklerini ona bakarak görürler, anlarlar. Elbette her mahalleye, semte, ilçeye, tribüne, stada, taraftar grupları arasına, vs. dağılmış “devletine bağlı” gençlerle meşgul olan resmî görevliler vardır. Ancak MHP liderinin kime ne sıfat vereceği, kimi -yana mı, karşıya mı, hedefe mi- nereye koyacağı, tahammül derecesi veyahut öfke dozu, özel olarak planlanan-denetlenen operasyonlar dışında, gündelik yaşantıda, mahallede, vs. nereye kadar gidilebileceğini, nerede durulacağını belirler. Birçok yerde, kime ne kadar hayat hakkı tanınacağını bile tayin edebilir.
Öte yandan, bugün devletin silahlı güçleri içerisinde en yaygın ve örgütlü grup, son birkaç yılda MHP’lilerle iyice benzeşen AKP’lileri de katarsak şüphesiz aynı zamanda en kalabalık grup, zırhlı araçtan inip elinde otomatik silahıyla yıkıntının duvarına, harap edilmiş sınıfın tahtasına, taranmış dükkanın camına vs. üç hilal çizen, etkisiz hale getirdiği göstericiyi meslekî gereklerle alâkasız bir kinle, hasetle, nefretle döven, bizzat üzerinde üniformasıyla -yani teoride bütün vatandaşları temsilen- yürüttüğü görevlerde vatandaşın bir kesimine düşman muamelesi yapan gruptur.
Dolayısıyla, Bahçeli’nin ağzından çıkan tehdidin, onun ağzına bakanlarla her karşı karşıya gelişte, eyleme yönelik, pratik, hayatî sonuçları olur.
Muhalefet siyasetçilerinin Bahçeli’nin bu tür tehditlerini duymuyormuş gibi yapması hem ölümcül hata hem de bu tehditlerin hedef aldığı insanlara ihanettir. Riyakârlık dozu hiç düşük olmayan bu aymazlıkla, kendilerinin yaşama ortamının da kalmayacağı süreci başlatabilecek siyasî şiddet yoluna taş döşüyorlar.
1980 öncesini yaşamamış olan, söylediklerimi abartılı bulabilir. Ancak o dönemi yaşayan herkesin bunların anlamını iliklerinde hissediyor olması beklenir.
O halde neden bu korkunç dışlama, aşağılama ve tehditler savrulduğunda ortalık ayağa kalkmıyor? Bilmiyorum. Bilsem, herhalde Türkiye siyasetiyle uzaktan yakından ilişkili herhangi bir iş yapmamaya çalışırdım.
Sadece şu sorunun cevabını düşünmek bile vahameti kavramaya yeter: Evlattan saymama, zehirli yılan olarak damgalama ve “başlarının ezilmesi” gerektiğini aynen bu şekilde telaffuz etme yetmediğinde ne olacak? Diyelim elli öğrenciyi içeri attılar, üç üniversite daha ayağa kalktı. Bahçeli derse ki: Bunlar evlat değildir, yılandır, dedim, başlarını ezeriz, dedim, dinlemediniz, dinlemediler, o halde… Gerisi nasıl gelecek? Ya Bahçeli’nin genellikle sözcülüğünü yaptığı birileri, gerçi deyim buraya pek uymuyor ama, “güzellikle söyledik, olmadı, günah bizden gitti” diye düşünürse -kendileri bütün günahların anası değilmiş gibi?
Ne pahasına olursa olsun şiddetsiz siyaset talebini haykırarak, şiddet yolunu açmaya çalışanı var güçle teşhir etmemenin önündeki engel yine “terörle mücadeleyi zaafa uğratmamak” mı yoksa? Muhalefetin böyle endişesi varsa, yersiz. Çünkü bu haliyle zaafa uğratabildiği tek şey kendi inandırıcılığı. Sanırım en çok da kazanabilmek uğruna boyuna kılık değiştirdiği, iktidarın ne mal olduğuna uyanmış ama beri tarafa güvenebilme yolları arayan seçmenin gözünde.