Geçtiğimiz haftalarda Gazete Duvar’da yazdığım “Sosyolojik nazar” başlıklı yazı özellikle sosyal medyada epey ilgi gördü. Teşekkürlerimi sunuyorum. İlgi gösterenlerin çok büyük bölümünün sosyoloji eğitimi almış bir kesim olduğunu tahmin edebiliyorum. Yapılan yorumların, değerlendirmelerin en azından bazılarının benim bu yazıyı yazma niyetimle pek de bağdaşmadığını fark ettim. Bu nedenle şimdi okumakta olduğunuz yazıyı yazarak meramımı biraz daha ayrıntılı ifade etmek istedim.
Ben hiçbir zaman bir “sahacı” olmadım. Hâlâ da değilim. Ve eğer haddimi aşmak olmazsa hiçbir zaman da olmayacağım. Dolayısıyla sözünü ettiğim yazıda da kimseyi "hayatın içinden sosyoloji"ye falan çağırmadım. “Biz akademisyenler odamıza kapanıp kendimizi teori ve kuramlara boğuyoruz. Öğrencilere de bunları anlatıyoruz. Oysa sahada olmamız gerekiyor” falan da demedim. Bu tür yorumların iyi niyetinden elbette şüphe etmiyorum elbette ama benim kastım o değildi.
Sahacı ideolojiyle ilgili görüşlerimi sizlere küçük bir yaşanmış hikâyeyle anlatayım. Bundan yıllar önce daha önce çalıştığım bir üniversitede bir sosyoloji sempozyumunda sunuşları dinliyordum. Yanımda da aynı zamanda tez hocam olan felsefeci bir öğretim üyesi oturuyordu. Sunuş yapan sosyoloğun prezatabilite, alet edevat kullanımı açısından hiçbir eksiği yoktu. Belli bir zamandır sürdürdükleri kamu destekli bir projenin ön saha verilerini paylaşıyordu. Girizgâhta ne kadar insanla görüştüklerinden, ne kadar para ve emek harcadıklarından söz ediyordu. Araştırmanın test etmek istediği hipotez, kadının ekonomik bağımsızlığı arttıkça eşine karşı dik durabilme potansiyelinin artmasıydı. Sosyolog ön verilerin hipotezin doğrulanacağını gösterdiğini söylüyordu. Bu arada hocam kulağıma eğildi ve bana aynen şöyle dedi: Bana gelip sorsalardı, bunun böyle sonuçlanacağını söyleyebilirdim. Bu kadar para, zaman ve emek harcamak zorunda kalmazlardı. Ben bu hikâyeyi yıllarca derslerimde öğrencilerime anlattım. Sahacı perspektifin sınırlarını göstermek için. Hatta şunu da sordun genelde: Suyun sıfır derecede donduğunu, yüz derecede kaynadığını test etmek için saha araştırması yapıyor muyuz? Ya da bugün böyle bir projeyle örneğin TÜBİTAK’a başvursanız ne cevap alırsınız? Ama demek ki, kadının ekonomik bağımsızlığı arttıkça eşine karşı dik durma potansiyelini test etmek isteyen bir projeye kaynak çıkabiliyor.
Elbette niyetim bazı meslektaşlarımı rencide etmek değil. Sadece sahacı bir bakışın sınırlarını göstermeye çalışıyorum. Bu örnek tipik bir on sekizinci yüzyıl deneyciliğidir ve Kant’tan sonra deneyciliğin anlamlılığı en azından tartışmalıdır. Durkheim’ın İntihar çalışması olmasaydı bugün sosyoloji diye bir disiplin büyük ihtimalle mevcut olmayabilirdi. Yani kastım sahayı bütünüyle değersizleştirmek değil, ancak sahanın tek başına kıymetiharbiyesinin sınırlı olduğunu işaret etmek. Bu noktada devasa bir anlamlılık (significance) dağının eteklerindeyiz. Ve bu dağı aşmadan saha yapmak her zaman doğru olmayabiliyor. Hatta bu tür girişimleri “pozitivist” olmakla eleştirmek bizatihi pozitivizme ayıp bile olabilir.
Benim “sosyolojik nazar” derken ve teoriciliği eleştirirken kastım bu değildi. Birincisi nazarın yani theoria’nın “düşünürken bakmak, bakarken düşünmek” boyutunu tekrar hatırlatmak isterim. Bizde teori dendiğinde ilk akla gelen “o bunu demiş, öteki şunu demiş” tutumudur. İthal ikamecilik derken bunu anlatmaya çalışıyordum. Türkiye sosyal biliminde teori dendiğinde, onun içinde bizatihi düşünmenin payı hep düşük olmuştur. Bu ülkede teori üretilememesinin en temel nedeni de budur. Bunun alternatifi sahaya gitmek değildir. Theoria zihnin sahalaşmasını büyük ölçüde içerir. Avrupalı aristokratın Afrika’da safariye çıkması gibi sahaya giderek bilgi üretemezsiniz. Ancak CV’nizi zenginleştirirsiniz. Mühim olan siz dünya ve toplum üzerine düşünürken sahasal malumatın sizinle olmasıdır. Dolayısıyla saha sadece projeyle, fonla, anketle, mülakatla yapılan bir şey değildir. Topluma, dünyaya o gözle bakmaktır aynı zamanda. Malumu ilan için saha yapılmaz. CV için saha yapılmaz. Saha araştırması şaşırtmalıdır, teoriyi yerinden oynatmalıdır, alan açmalıdır. Örneğin Durkheim’ın İntihar çalışması intiharın sosyolojik temelleri olabileceğini göstererek büyük ölçüde psikolojiden çaldığı alanda sosyoloji bayrağını dikebilmiştir.
Yazının başında verdiğim örneğe dönersem kadının ekonomik özgürlüğüyle eşine karşı dik durabilmesi arasındaki ilişkide sahaya değer olan aslında tam tersidir. Yani bu ikisi arasında ters orantılı bir ilişki olabileceğini test etmek isteyen bir hipotez anlamlıdır ancak. Bugün özellikle iletişim, internet ve sosyal medya çağında bilgisayarınızın başından hiç kalkmadan da çok iyi bir sosyolog olabilirsiniz. Sosyolojiyi kuran zihinlerin yaşadığı dönemde Google diye bir şey olduğunu düşünün! Ne demek istediğimi anladınız sanırım!
Meramım şudur: Ben artık bu teori/saha ayrımlarına falan fazla kafayı takmıyorum. Bu ayrımlar bana en azından eskisi kadar anlamlı gelmiyor. Bu arada küçük bir ipucu vereyim: Uzun yıllardır sistematik olarak takip ettiğim Bekir Ağırdır ve KONDA’nın araştırmalarıdır. Bu araştırmalardan yaşadığım ülke ve toplum hakkında öğrendiklerimi yirmi altı yıllık akademik kariyerimde okuduğum tezlerden öğrenmedim. Teori yurtdışından otomobil, bilgisayar ithal etmek gibi bir şey değildir. Ya da ithal ikameci acentecilik, temsilcilik değildir. Sahada safari kıyafetiyle fotoğraf çekmeye benzemez. Ve belki de en önemlisi saha theoria’dan ayrı bir şey değildir. Asıl mesele, daha önce ifade ettiğim gibi, bakarken düşünebilmek, düşünürken bakabilmektir. Tıpkı bisiklete binerken sakız çiğneyebilmek gibi! Nazardan kastım tam da budur.