Bakımevinden dünyanın çilesine bakmak

“Felaketzedeler Evi”, kırk yedi yaşında intihar eden, Kübalı yazar Guillermo Rosales’in, ağır şizofreniden muzdarip olduğu günlerde kaldığı bakımevinden izler taşıyan bir kitap. Bu nedenle yazarın kendi yaşamından da besleniyor. Metin, Jaguar Yayınları tarafından, Gökhan Aksay çevirisi ile basıldı. Yaşamı, ideolojileri, tanrıların bile terk ettiği dünyayı bir kere de Rosales’in anlatısı üzerinden sorgulamak isterseniz, “Felaketzedeler Evi” iyi bir okuma olabilir.

Abone ol

DUVAR - Bazı kitapları okurken başka bir metnin sizi çağırdığını hissedersiniz. Bir alıntı, dipnot, çağrışım örnekler arttırılabilir sizi başka bir kitaba, yazıya sürükleyiverir. Hâttâ bazen bir dipnotun peşine düşüp, okuduğunuz asıl metni unutabilirsiniz. Bu anlamda düşününce okurluk ilginç gerçekten size sunduğu düz bir yol yok. Patikalar açıyor ve her patika sizi ayrı şeyin peşine düşürüyor. Guillermo Rosales’in “Felaketzedeler Evi” kitabını okurken de benzer bir deneyim yaşadım.

Kitap aklıma Nietzsche’nin “İşte Böyle Dedi Zerdüşt” metnini getirirken, kitabın sonuna doğru bu metinden bir alıntı yapıldığını fark etmem ayrıca ilginç bir hâle getirdi durumu. Rosales’in kitabını bitirince de Nietzsche’nin metninden sevdiğim bölümleri okumaya başladım.

KAHİNİN SÖYLEDİĞİ

“İmdat Çığlığı” adlı bölümde kâhin şöyle söylüyordu Zerdüşt’e: “Her şey aynıdır, hiçbir şeye değmez, dünyanın anlamı yoktur, bilmek insanı boğar.” Bu cümle üzerine düşününce Rosales’in “Felaketzedeler Evi” kitabında anlatılanın kısaca ifadesi bu diye düşünmeden edemedim. Çünkü yazarın karakterlerinin ve kurguladığı dünyanın hissettirdiği duygu yolumuzu böyle bir yere çıkarıyordu. Kitapta, bakımevine atılmış çoğunluğu yaşlı ve “kaçık” olan insanların trajedisi anlatılıyordu. Ve bu insanlar için özellikle de kitabın başkarakteri William için yaşamın anlamı kâhinin bu cümlesinde gizli gibiydi.

'DIŞARIDA BAKIMEVİ DİOYRLARDI'

Bakımevine bırakılmış veya başka gidecek yeri olmadığı için buraya sığınmış insanların durumunu yine en iyi William’ın cümleleriyle anlatabiliriz sanıyorum: “Dışarıda bakımevi diyorlardı oraya, ama mezarım olacağını biliyordum ben. Hayattan umudunu kesmiş insanların sığındığı, kıyıda köşede kalmış barınaklardan biriydi. Kaçıklar çoğunluktaydı. Yapayalnız ölsünler, kazananların başına bela olmasınlar diye aileleri tarafından bırakılan yaşlılar da vardı.” Kitap boyu anlatılan bu cümlenin ifade ettiği yalnızlık ve kimsesizlik hissiydi. Kazananlar artık kaybeden olarak gördüklerini bir kenara atıp gitmişlerdi. Burada “her şey aynıydı, hiçbir şeye değmiyordu, dünyanın anlamı yoktu ve bilmek insanı boğuyordu.”

BAKIMEVİ

Felaketzedeler Evi, Guillermo Rosales, çev. Gökhan Aksay, syf. 114, Jaguar Kitap, 2017.

Rosales mekânı öyle betimlemiş ki, burada bulunan insanların ne şartlarda yaşadığını, o an tanık olmuş gibi duyumsuyorsunuz. Her yere sinen ter kokusu, sidik kokusu, taşan tuvaletler, nemli duvarlar, kötü yemekler, böcekler ve karakterlerin çileli yaşamlarının bıraktığı ağır keder; bu anlamda yazarın kitap ve okur arasında kurdurduğu duygu ortaklığını es geçmemek gerek. Rosales bizi o mekâna sokuyor ve orada yaşamaya başlıyoruz. Burada bulunan insanların biçareliğini, yalnızlığını ve tüm bunlar sonucunda oluşabilecek nefret ve öfke hissini karakterlerle birlikte tecrübe ediyoruz.

Bakımevi ve ıslah merkezleri, bedeni yaşlandığı için değersizleştirilen insanlar, herkes gibi davranmadığı için toplumdan uzaklaştırılması ve kapatılması gerektiği düşünülen “kaçıklar” yazar bizi bunların ortasında çaresiz bırakıyor. Çünkü anlatı bir yandan da bize çürümüş, kokuşmuş dünyaya tahammül ettiğimizi hatırlatıyor.

WILLIAM FIGUARES

“Felaketzedeler Evi”nin başkahramanı William, Hemingway hayranı, Coleridge, Keats gibi romantik şairleri seven, Küba’da okuma yazma seferberliğine katılıp öğretmenlik yapmış ama sonrasında sürgün edilmiş bir yazar (kitapta aktarıldığına göre; 1980’de Kübalı rejim muhaliflerine ABD’ye gitme izni verilmiş, bunun üzerine on binlerce Kübalı Amerika’ya göçmüştü. Göç edenlerin arasında “adi suçluların” ve akıl hastalarının bulunması iki ülke arasındaki ilişkilerin gerginleşmesine yol açmıştı). O bir sürgün ancak onun hislerine baktığımızda normalde sürgünlük durumlarında karşılaştığımız önceden yaşadığı yere özlem, yabancılık, geçmiş günlerin güzelliğine vurgu gibi durumlara rastlamıyoruz.

Bu karakter için aslında hiçbir yerli ve hiç kimse gibi bir tanımlama yapabiliriz. Ki kendisi de şunu söylüyor; “Topyekûn sürgünüm. Başka bir yerde söz gelimi Brezilya, İspanya, Venezüella ya da İskandinavya’da doğmuş olsaydım oranın sokaklarından, limanlarından ve çayırlarından da kaçıyor olurdum diye düşünüyorum bazen.”

Yani William Figuares için sürgünlük durumu bir yere bağlı değil, onun için dünya sürüldüğü bir yer. Onda dünyaya, ideolojilere, hayata karşı nefret duygusu hâkim ve şimdi yaşadığı yer ile önceden yaşadığı yer arasında fark görmüyor. Böylece yazar karakteri ile şöyle bir mesaj iletiyor sanki bize, dünyada yaşamı sorgulayın, nereye gidersek gidelim dünyanın felaketleriyle yaşamak zorunda kalacağız, bunun coğrafi sınırla veya hangi ideolojiyle yönetildiğinle bir ilgisi yok.

BAKIMEVİ EŞİTLİĞİ

“Bakımevlerinde herkes kimsesizdir.” Bu cümlenin ayrıca önemli olduğunu düşündüm. Çünkü burada yaşamak zorunda kalmış insanlar her anlamda eşit. Kimsenin bir ayrıcalığı yok. Buradaki insanlar, dünyanın dışına atılmışlık durumunun getirdiği “boşunalık hissi” ile merhamet dilemeden, vazgeçmiş hâlde dünyadaki günlerini doldurmayı bekliyorlar. Bu anlamda bakımevindeki kaçıkların ve yaşlıların kederi, yalnızlığı, bunalımı ortaklaşıyor.

Bunu William’ın şu cümlelerinde de görüyoruz: “Benim komünist olduğum yıllarda, o bir burjuvaydı Küba’da. Komünistle burjuva aynı yerdeyiz şimdi. Tarih aynı mekânı uygun görmüş bize: Bakımevi.” Cümleden de anlaşıldığı gibi buraya yolu düşenler için dışarıdaki yaşanmışlığın önemi yok artık, hayatın dışına itilmişlik, ölümü bekleyiş, hayalsiz bir varoluş ve bakımevi eşitliği var.

Ayrıca yazarın bize gösterdiği bir şey de “kaçık” olanın sözünün anlamsızlığı. Bakımevinde yaşayanların başlarına ne gelirse gelsin, kime ne anlatırlarsa anlatsınlar sözlerinin bir hükmü yok. Çünkü onlar, yaşamsız kalmışları, bırakılmışları, göz önünden uzaklaştırılmışları ve sözü hükümsüz kılınmışları simgeliyorlar. Karabasan hâli bu ve çığlığı kimse duymuyor.

ROSALES'İN DÜNYA DENEYİMİ

Rosales’in gerçekçi yaklaşımı, dünya ile kurduğu ilişki ve yaşama bakışı da aslında bu bakımeviyle cisimleşiyor. Çünkü kitabın sonunda yazarın şu cümlelerine yer veriliyor ve anlıyoruz ki bu kitap aslında onun dünya deneyiminin de bir sonucu; “Hem komünist hem de kapitalist toplumda yaşamış, her ikisinde de kayda değer bir nitelik bulamamış olan insanın deneyimi, tehlikeli olacaktır elbette. Benin mesajımın kötümser olması doğal. Gördüğüm, çevremde öteden beri tanık olduğum şeyler, bundan ötesine olanak tanımıyor. Tanrı’ya inanmıyorum. İnsana inanmıyorum. İdeolojilere inanmıyorum.” Rosales’in bu cümlesinin açılımını kitap boyunca bulabileceğimizi düşünüyorum. Yazar anlatısında sadece bir kere umuda ve hayale yer veriyor, iyi şeyler olacakmış gibi hissettiğiniz an onu da olumsuz sonuçlandırıyor. Ve böylece, çıkışsızlık ve dünyadaki herhangi bir şeye dair inançsızlık vurgusu devam ediyor.

Kitapta, seçilen mekânın bir kapatılma kurumu olması, yöneticilerin tavrı, burada yaşayanların sefaleti; varlığın, dünyada kapatılmış olduğunun, hiçbir yönetimin umut vaat etmediğinin ve insanın dünyada çile çekmeye mahkûm olduğunun ifadesi hâline geliyor.

'FELAKETZEDELER EVİ'

“Felaketzedeler Evi”, kırk yedi yaşında intihar eden, Kübalı yazar Guillermo Rosales’in, ağır şizofreniden muzdarip olduğu günlerde kaldığı bakımevinden izler taşıyan bir kitap. Bu nedenle yazarın kendi yaşamından da besleniyor. Metin, Jaguar Yayınları tarafından, Gökhan Aksay çevirisi ile basıldı. Yaşamı, ideolojileri, tanrıların bile terk ettiği dünyayı bir kere de Rosales’in anlatısı üzerinden sorgulamak isterseniz, “Felaketzedeler Evi” iyi bir okuma olabilir.

Alıntı için bakınız: Nietzsche, F. “İşte Böyle Dedi Zerdüşt”, s. 296, (Çev. Ahmet Cemal), İstanbul: Pinhan Yayıncılık.