Balkabağı çorbasıyla ayva tatlısı arası Avrupa vurgusu

Siyasi geçmişlerinde çoğu kez birbirlerine karşıt duruşlar sergilemiş olan, seçmen kitlesi arasında Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine şüpheyle yaklaşanların olduğunun da bilincinde olan altı siyasetçi, “her şeye rağmen”, zamanın değişen ruhunu izleyerek ülkenin geleceğini sivil bir siyasi uzlaşı üzerinde beraber tasarlamak amacıyla bir araya geldiler.

Menekşe Tokyay meneksetokyay@gmail.com

Cumartesi gününü pazara bağlayan gece altı siyasi partinin lezzetli bir menünün ardından açıkladığı ortak deklarasyonda hukuk, demokratikleşme, daha fazla özgürlük vurgusunun yanı sıra, tüm bunları Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği normları ışığında gerçekleştirme taahhüdü vardı.

Şair Metin Altıok’a kulak verircesine “bugünden yarına birazcık umut saklarken”, bu vurgu karşısında, gerek bir yurttaş gerekse uzun zamandır Avrupa Birliği üzerine çalışan bir araştırmacı olarak sonsuz bir umut doldu içime.

Deklarasyonda; “Türkiye’nin istişare ve uzlaşı ile çözülemeyecek hiçbir sorunu yoktur. Önemli olan, tüm farklılıklarımızla beraber ‘biz’ düşüncesini, Avrupa Konseyi ve Avrupa Birliği normları çerçevesinde temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alındığı, herkesin kendini eşit ve özgür vatandaş olarak gördüğü, düşüncelerini özgürce ifade edebildiği, inandığı gibi yaşayabildiği demokratik bir Türkiye’yi inşa etmektir” ifadelerine yer verildi.

Siyasi geçmişlerinde çoğu kez birbirlerine karşıt duruşlar sergilemiş olan, seçmen kitlesi arasında Türkiye’nin Avrupa Birliği üyeliğine şüpheyle yaklaşanların olduğunun da bilincinde olan altı siyasetçi, “her şeye rağmen”, zamanın değişen ruhunu izleyerek ülkenin geleceğini sivil bir siyasi uzlaşı üzerinde beraber tasarlamak amacıyla bir araya geldiler.

Türkiye’nin Avrupalılaşmasını (ve bu yolculuktaki belirsizlikleri) ne şekilde yorumlarsak yorumlayalım, ülkedeki siyasi elitin bu konuya adanmışlığı olmadıkça ve ülkedeki tüm siyasi ve toplumsal grupları bir şekilde kazanmaya çabalamadıkça bu yolculuk hep bir yerde tökezliyor.

Temel hak ve özgürlüklerin Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi ekseninde güvence altına alınması ve bu doğrultuda kamusal alanda bir etki yaratabilme özlemi, etkin ve kapsayıcı yurttaşlık hayalinin en önemli ifadelerinden biri.

Bu doğrultuda 2000’li yılların ortalarında kabul edilen uyum paketleri hepimizin bir şekilde yaşamına dokundu, o dönemde büyük bir şevkle hazırlanan Ulusal Program’lar ve müktesebat uyum programları bize başka bir Türkiye’nin mümkün olduğunu gösterdi. Azınlık haklarından çocuk adalet sistemine, gıda güvenliğine dek gündelik hayatımızı zenginleştiren birçok yasal düzenleme bu şekilde gerçekleşti.

Akabinde Avrupa Birliği’nin ve Avrupa Konseyi’nin finanse ettiği projelerle Avrupa ruhu Türkiye’de farklı sosyolojik gerçekliklere sahip birçok paydaşın vizyonlarında dönüşüm yarattı -en azından ideal dünyada öyle olmalıydı.

Ne de olsa biri, 1950 yılında üye olduğumuz en eski ve en köklü Avrupa kurumlarından biri, diğeri 2005 yılından beri üyelik müzakereleri yürüttüğümüz, birçok mevzuatımızı uyumlaştırdığımız vazgeçilmez bir ortak. Yani İskandinav ülkeleri arasında veya Latin Amerika ölçeğinde bir birliğe dışarıdan girmeye çalışıyor değiliz.

Türk hükümeti, otuz yıldan uzun zamandır Avrupa Konseyi bünyesindeki yargı mercii olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin (AİHM) Türk mahkemeleri açısından bağlayıcılığını yasal olarak kabul ediyor.

Dolayısıyla, Avrupa Birliği ve Avrupa Konseyi, sistemin bir parçası ve bir zamanlar aktif bir üyesi, ancak şimdilerde Konsey’in denetim sürecinde olan Türkiye’de insanca yaşamaya ilişkin ilkelerin, normatif değerleri önceleyen bir yapının teminatıdır.

Avrupa salt bir coğrafi terim değil, hukukun üstünlüğü, demokrasi ve insan hakları konusunda sığınılacak en salim liman, ülkede hepimizin enerjisini sömüren kutuplaşmayla mücadelede herkesi belirli normlar etrafında birleştiren bir kolaylaştırıcı aktör...

Muhalefet partilerinin bu iki kuruma yaptığı vurgu da, dolayısıyla, söz konusu kutuplaştırma iklimini nötralize etmeye dönük güçlü bir iradenin ifadesi.

Yakın döneme bakarsak, Avrupa Konseyi Bakanlar Komitesi’nin eski HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş ve tutuklu bulunan iş insanı Osman Kavala’nın serbest bırakılması yönündeki yinelenen taleplerinin ardında, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nin 46/4’üncü maddesi uyarınca başlayan ihlal prosedürü ve buna yönelik Ankara’nın verdiği yanıt, muhalefet partilerinin ve seçmenlerinin gündeminde giderek daha fazla yer kazanmaya başladı.

Bir yandan kadınlara yönelik şiddet ve aile içi şiddet ile mücadeleye yönelik bir Avrupa Konseyi sözleşmesi olan İstanbul Sözleşmesi’nden çıkan Türkiye, geçtiğimiz yıl AİHM gözetimindeki 70 bin dava dosyasından yüzde 22’sinin kaynağı. Bir diğer deyişle, Türkiye’de iç hukuk yollarını tüketen 15 bini aşkın vatandaş soluğu Strasburg’da almış.

Evrensel insan hakları ve ilgili hukuk normlarının korunmasının artık ayrım yapılmadan, nesnel ve devletler-üstü ölçütler üzerinden gerçekleşmesi yönünde artan bir talep söz konusu. Bir yandan da, Türkiye’de birçok kesim için Avrupa kurumlarından dışlanmak da artık bir kabus senaryosu; zira böyle bir durumda uluslararası planda hukuki anlamda tam bir tecrit hali yaşanacağının bilincindeyiz. Ve bu izolasyon halinin sonunda yapılacak “uluslararası PCR testi”nin sonucunun pek parlak olmayacağını şimdiden söyleyebiliriz.

Konrad-Adenauer-Stiftung Derneği Türkiye Temsilciliği tarafından gerçekleştirilen ve bulguları salı günü açıklanan “Türkiye Gençlik Araştırması 2021” bu açıdan oldukça çarpıcı. 18-25 yaş aralığındaki genç katılımcıların yüzde 72,9’u, olanakları olsa başka bir ülkede yaşamak istiyor ve bu ülkeler arasında en çok Avrupa ve İskandinav ülkeleri ön sırada. Ancak olanağı olsa başka bir ülkeye gitmeyeceğini ve her koşulda Türkiye’de yaşamak istediğini söyleyenlerin oranı ise yüzde 27,1.

Muhalefet partilerinin, bu gençleri sadece yaklaşan genel seçimler perspektifinde pragmatik bir yaklaşımla değil, içten bir gençlik politikasının hangi endişelere yanıt vermesi gerektiği sorusunun yanıtları üzerinden okumaları gerekiyor. Burada gençlere, özlemini çektikleri demokrasi, farklılıklara saygı, insan hakları, hukukun üstünlüğü konusunda nesnel bir çerçeve sunan AB ve Avrupa Konseyi çıpası ise elindeki en değerli araçlardan biri, çünkü onları demokratik sisteme paydaş hale getiriyor.

Üniversiteden birinci olarak mezun olan başarılı genç, hayalini kurduğu iş başvurusunda bulunurken liyakate bakılır mı endişesine kapılmamak, eskimiş kemanını yenilerken kırk tane vakfın kapısını çalıp yardım istemek zorunda kalmamak, sevgilisiyle el ele Boğaz kıyısında gezerken birazdan gideceği restoranda zamlanan menünün fiyatını nasıl ödeyeceğinin stresini yaşamamak, hayat pahalılığını uygar bir dille ifade eden bir tweet’i yüzünden soruşturma geçirmemek ya da iş yaşamında cinsel veya etnik kimliği üzerinden dışlanmamak istiyor.

Bu yüzden de, “malum” Z kuşağı bulduğu veya yarattığı ilk fırsatta Avrupa’da kendisine sıfırdan bir hayat kuruyor ve bu hayatı kurma sürecinde zaman zaman yara bere içinde kalır ve tökezlerken, büyük ölçüde tek başına bırakıldığı için buruk bir hüzünle ülkesini anımsıyor. Beyin göçüne kalp göçü de ekleniyor.

Öte yandan Aksoy Araştırma’nın son verilerine göre Türkiye genelinde Avrupa Birliği üyeliğine destek yüzde 48,5 düzeyindeyken, yüzde 29,7 bu konuda kararsız. Sadece yüzde 21,8’lik bir karşıt duruş söz konusu. CHP seçmeninin yüzde 60’ı, HDP seçmeninin yüzde 68’i, İYİ Parti seçmeninin ise yüzde 49’u AB üyeliğini destekliyor.

Nuri Bilge Ceylan’ın Kış Uykusu filminde kadın oyuncunun eşine, "En iyi yıllarım uçup gitti. Seninle cebelleşeceğim diye bütün güzel huylarım değişti" demesi gibi artık en güzel yıllarımızın Avrupa’yı Sevr sendromu üzerinden okuyarak veya AB normları çerçevesinde temel hak ve özgürlüklerin güvence altına alınmasını “manda ve himayeyi kabul etmek” çerçevesinde yorumlayarak şeytanlaştırmakla geçmesine, en güzel gençlerimizi, yetişmiş beyinlerimizi dalga dalga yitirmeye izin vermemeliyiz.

Halk nezdinde Avrupa Birliği’ne üyelik desteği ve Avrupa Konseyi’nin hukuk normları konusundaki yol göstericiliğine dair mevcut olumlu dalga ışığında, bu iki çıpanın Türkiye’nin yönünü belirlemesine izin vermeliyiz.

Elbette bu deklarasyondaki bir paragraflık Avrupa vurgusu yeterli değil ve prematüre bir şekilde mutlak iyimserliğe kapılmak da şu an için gereksiz. Ayrıca bu Avrupa çıpasına dair altılı fotoğrafın seçmen kitlesini ikna etmesi, onların da kalbini kazanması, bir yandan da altılı fotoğrafın dışında kalan aktörleri de bu vurgu etrafında birleştirmesi de önemli.

Ancak şu da bir gerçek ki demokratikleşme ivmesi bir gecede yakalanmıyor ve bizi “biz” yapan ortak paydaları giderek çağdaş ve evrensel kriterler üzerinden kurgulamak, Türkiye’yi Batı sistemine güçlü bir ülke olarak entegre etmek üzere altın bir çağın anahtarı olabilir. Ne de olsa eski Romalılar çok güzel söyler: “Verba volant scripta manent” (söz uçar, yazı kalır).

Tüm yazılarını göster