Bambaşka renklerin ortak umudu!

Bu dünyadaki, bu ülkedeki bambaşka renklerin, düşüncelerin herkes için ortak bir umutta buluşabileceğini biliyorum! Ortak acıların içinden süzülen ortak umut!

Umur Talu umurtalu479@gmail.com

Sene 1996-97…

1994 sonu Milliyet’te genel yayın yönetmenliğini bırakmış, gazeteciliği de “yeniden öğrenmeye” koyulmuştum.
Günlük yazılar başlamıştı ama esas derdim; işin felsefi, vicdani, insani, kamusal özelliklerine dair öğrenmek öğrenmek, anlamak, anlatabilmek, iletebilmek, yazabilmek, konuşabilmekti.

Bir yandan Türkiye Gazeteciler Cemiyeti için, adına “Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi” diyeceğim, yani “gönüllü ve ortak” beyanname ruhu taşımasını arzu ettiğim etik-deontolojik “Hak, özgürlük, sorumluluk” metni için çalışıyordum…
Bir yandan da, sanırım Prof. Suat Gezgin’in davetiyle, İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde ders vermeye başlamıştım.

“Hak, özgürlük ve sorumluluk”un ayrılmaz bütün olduğunu daha iyi anlıyor ve anlatmaya çalışıyordum.
Bu yeniden öğrenme sürecim derslerin içeriğini, üslubumu da belirliyordu. Üniversite öğrenciliğimdeki sendika vb. faaliyetlerden sonra, bu kez genç bir toplulukla birlikte düşünmeye çalışıyorduk.

İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi dış binadaydı.
1980 öncesi, 16 Mart katliamında sendikadan koşup gittiğim ya da gazeteciliğe yoğunlaşınca iktisat doktoramı orada yarım bıraktığım ana binanın dışında.

“28 Şubat Kötü Ruhu”nun da etkisiyle, ana binanın kapıları türbanlı, başörtülü öğrencilere kapatılmaya başlanmıştı.
Dış binaya gelmemişti henüz, nefret ve yasak duvarları.
Aslında daha kalabalık olan sınıfa, amfiye her ders her öğrenci gelmiyordu ama “devamlılar” vardı.
Onların arasında üç başörtülü öğrenci de vardı.
Yanlış hatırlamayayım ama ilk derslerde sanki ayrı oturduklarını düşünmüştüm. Onların da ön sıraya geçmesini mi istemiştim? Sonra herkes birlikteydi zaten.
Dikkatle dinliyor, tartışıyorlardı.

Güncel ne varsa, onların üstüne de konuşuyorduk.
Benim gazetecilik için tasavvur ettiğim “vicdan ve adalet” dünyası, hayatın bizzat kendisiyle ilgiliydi zaten.

Bir dönemin ardından Bilgi Üniversitesi’nde derslere başladım.
“Başörtü yasağı” o üniversitenin “epeyce özgürlükçülüğü”ne biraz daha geç nüfuz etti zaten. Üniversite yönetimi katı değildi, sınıfımdaki başörtülü ve başarılı iki öğrenci ile diğer arkadaşları arasında bir sorun yoktu.
O sıra bir gazetenin ısrarla hedef göstermesi yüzünden, Bilgi yönetimi de başörtülü öğrencileri içeri almamaya başladı.
Sınıfta “apolitik” duran gençlerin bile onlara sahip çıkışını unutamam.

28 Şubat müdahalesine karşı yazılar yazarken, Genelkurmay’ın ısrarlı kovdurma baskıları ve davalarını yaşarken; bir zamanlar ABD’deki servetini ortaya çıkarttığımız ve beni kovdurmak için uğraşmış Çiller dahil, yanılmıyorsam Abdullah Gül, Meral Akşener gibi isimlerin de o yazılardaki tavrı “takdir ettiği” dönemde; sanırım aklımda o öğrenciler de vardı hep.

28 Şubatçılığın o dışlayıcı, aşağılayıcı tavrı, büyüyen bir sorunla birlikte Türkiye’nin ruhundan çok şey götürdü.
Ve en kötüsü, adaletsizliğe, dışlamaya, ötekileştirmeye maruz kalanların, “mağdur” olanların önemli bir kısmı, bilhassa erkekler ve özellikle de 20 yıldır iktidar olanlar, iktidara tutunanlar, güce bayılanlar, tapanlar; bu kez “karşı adaletsizlik, dışlama, ötekileştirme, aşağılama, yasaklama, itibarsızlaştırma” silahını ateşlediler. Hem de yaylım.
Bugün o silah bu ülkeyi çok kırmış, germiş, yormuş, bölmüş, yaralamış durumda. Ve asla pişman olmuyor.
Son kurbanı da muhtemelen kendi dışlayıcı, aşağılayıcı hiddeti olacak.

Şimdi basına, medyaya, internete getirmek istedikleri doymayan tahakküm, kısıtlama, ceza seferberliği ile de.
Geçmişte sözde talep ettikleri, vaat ettikleri “özgürlük ve haklar”dan bugüne, sansür otosansür, hiddet düzenine geldiler kabuk bağlaya bağlata.

Ama unutmamamız gereken hep şu:
Herkes aynı değil!
Kökene, kimliğe, kılığa, inanca veya inançsızlığa bakıp aynılaştırmak, genelleştirmek mümkün değil.
Tek tipleştirme histerisindeki her güç odağına inat, öyle değil.
Bazen çok azınlık, ama vicdanı ve fikirleriyle kocaman.
O gün “başörtülü” arkadaşlarına sahip çıkan gençler gibi…
Ya da “başörtülü” öğrencilerim gibi.

Aradan geçen seneleri siz hesaplayın lütfen: Geldik 2022’ye. O gençler artık 40’larında.

Birini uzun zamandır biliyorum, izliyorum ve o inançlı dünyasının içinde parlayan vicdanıyla, dik duran insani mücadeleleriyle, müdahaleleriyle, ürettikleriyle izliyorum.

Bir başkası ise daha yeni yazdı bana.
Çok şaşırdım, çok mutlu oldum, sonra hiç şaşırmadım.
İfade ettiklerinde; görmediğim, hiç bilmediğim onca yılın içindeki duruşunu, o saygıdeğer insanın olgunlaşmasını, fikrinin, zihninin, kalbinin açıklığını gördüm.

“Hocam, nasıl güzel yazmışsınız yine… Yazdığınız yazıları okurken, iyi ki sizin öğrenciniz olmuşum diyorum.
Bazen de dünyaya tek pencereden ve hep iktidardan yana baksaydım, yaşam daha kolay olurdu diyorum.
Öyle arada kaldık ki Hocam.
Ne 68 Kuşağı olabildik ne şimdinin Z Kuşağı.
Okul bitince, taraf olun, dendi. Para kazanın, dendi.
Madem böyle inanıyorsun, o zaman biz ne dersek doğrudur deyin, dendi.
45 yaşım biterken anlıyorum ki, ölümün tek gerçek olduğu yaşamda, iyi ki onurumu hep üstte tutmayı başarabildim.
Ve sizlerin sayesinde, bu dünyada bambaşka renklerin, düşüncelerin de olduğunu hep idrak edebildim.
Umarım gerçekten iyi günler görebiliriz.”

Umutsuz gibi biten “mektup”unun her köşesinde umut vardı aslında.
“Onurunu hep üstte tutan insanlar”ın, “bu dünyada bambaşka renklerin, düşüncelerin de olduğunu hep idrak edebilenler”in; hepimiz adına da yüklendiği ortak vicdanın, insanlığın, iyiliğin, doğruluğun, hakikatin, hakkaniyetin, adaletin asla yenilmeyen umudu.

Teşekkür ederim, benim umudumu da tazelediğin için.
Bu dünyadaki, bu ülkedeki bambaşka renklerin, düşüncelerin herkes için ortak bir umutta buluşabileceğini biliyorum!
Ortak acıların içinden süzülen ortak umut!

Tüm yazılarını göster