AKP iktidarının ilk yıllarından başlayarak kamu yapılarında belli bir mimari üslubun geliştirilmeye çalışıldığını gördük. İlk olarak okul ve adliye yapılarında görmeye başladığımız çeşitlemeler, “milli mimari”nin ideal örnekleri olarak kodlanan erken cumhuriyet dönemi yapılarına öykünmekteydi. Daha sonra iktidar tarafından “Osmanlı-Selçuklu” olarak adlandırılacak bu girişim biçimsel dönüşümler geçirdi. Bu dönüşümlere aşağıda değineceğim; ama önce “milli mimari” meselesinin ne ölçüde anlamlı olduğunu tartışmakta fayda var.
Eleştirel bir gözle bakıldığında, tutarlı ve bütüncül bir üslubun tarihin herhangi bir döneminde var olduğunu söylemek bile zordur. Zira üslup dediğimiz şey, tarihe geri dönüp bakarak ve seçmeci örnekler üzerinden bir tutarlılık inşa ederek elde ettiğimiz bir kurgudur. Bu, belli tarihsel dönemlerde aynı saiklerle ve benzer motifler kullanılarak üretilmiş mimarlıklar olmadığı anlamına gelmez. Sadece böylesi mimarlıklar ve ürettikleri düşünülen anlamlar arasındaki örtüşmenin ve kapsayıcılık iddialarının sorgulanmaya muhtaç olduğuna işaret eder. Somutlamak gerekirse, yirminci yüzyılın ilk yarısında görülen milliyetçilikler ve onlarla ilişki içerisinde üretilmiş mimarlıklar bugünden bakıldığında tutarlı bir tarihsel bütünsellik izlenimi verirler. Oysa yirmi birinci yüzyılın milliyetçiliklerini ve onlarla ilişki içinde üretilen mimarlıkları tutarsızlık örnekleri olarak görme eğilimindeyiz. Halbuki, her iki tarihsel duruma da son ürünler ve onları güdüleyen anlatılar olarak bakmak yerine aynı sürecin -ulus inşası sürecinin- birbiriyle ilişkili bileşenleri olarak bakmak tutarlılık eleştirisinin anlamsızlığını görmemizi sağlayacaktır. Zira önemli olan tutarlılık değil işlevselliktir.
Bir adım daha somutlamak istersek, “Osmanlı-Selçuklu” ifadesinin hakiki bir içeriği olmadığı açıktır. Ne Osmanlı ile Selçuklu arasında böyle bir isimlendirmeyi doğrulayacak bir süreklilik vardır, ne de bu isimlendirmeyle üretilen yapılarda böyle bir tutarlılık. Öte yandan, “Osmanlı-Selçuklu” ifadesinin hakikati yoksa da gerçekliği vardır: ihtiyar Engels’in vurgulamayı sevdiği gibi pudingin kanıtı yenmesindedir. İktidar ilişkilerinin yeniden üretiminde belli bir işlev gören “Osmanlı-Selçuklu” ifadesi işte bu anlamda oldukça gerçektir.
Dahası, bize bugünden dönüp bakınca tarihsel olarak tutarlı görünen milli mimarlıklar da -örneğin erken cumhuriyet döneminin Osmanlı Canlanmacılığı (1.Milli Mimari) da- ancak bu kadar gerçektir. Yüzyıl dönümünde Osmanlılığı temsile soyunan, hemen ardından “Türklüğe ihtida eden”, 20’lere gelindiğinde ise ulus-devletin mimari dilini kuran bir mimari dağarcıktan söz ediyoruz. Yani şu genellemeyi yapmakta hiç sakınca yok: hiçbir milli mimarinin hakikati yoktur, fakat bütün milli mimarilerin gerçekliği vardır. Benedict Anderson’un tanımıyla millet bir “hayali cemaattir” ve bu hayal etme süreci maddi bir üretim sürecine, ulus-inşası sürecine tekabül eder. Bu milli mimariler de bu inşa süreçlerinde işlevseldir.
Peki ama bugünün örneklerinin, AKP iktidarının ürettiği ve hegemonyasını tahkim etmek için sefere koştuğu mimarlığın özgül bir yanı yok mudur? Bugün gördüğümüz (iktidarın “Osmanlı-Selçuklu” olarak adlandırdığı) örnekleri örneğin erken cumhuriyet dönemi örnekleri ile aynı yere mi koymalıyız? Kuşkusuz bu sorunun cevabı kocaman bir hayır olmalı. Bugün gördüğümüz örneklerin genel anlamda mimari karşılığı ideolojik tarihselciliktir.[1] Ancak ideolojik tarihselciliği, ideolojik mesajlar taşıyan tarihselcilik olarak anlamamak gerek. İdeolojiyi bir anlatı olarak değil bir mekanizma olarak düşünmek gerekiyor. Althusserci anlamda ideoloji, özneleri iktidarın çağrısıyla kuran mekanizmanın adıdır. Bu anlamda mimariye de bir süreç olarak bakabiliriz. Yapı üretim süreci anlamında değil, yapı ile özneler arasında kurulan ilişki anlamında bir süreç. Yani öngörülen (taşıdığı düşünülen) mesajı ne olursa olsun, Selçuklu taç kapısı biçiminde bir anıtsal girişin veya geniş bir saçağın ne anlattığına/ neyi temsil ettiğine değil, kullanıcı ile nasıl bir özdeşleşme ilişkisi kurduğuna bakmamız gerekiyor. Dahası, salt bir milli mimari üslubun imkânlılığı illüzyonunu siyasal bir gerçeklik olarak kurması bile “Osmanlı-Selçuklu”nun işlevselliğini kanıtlamaya yetmeli.
Peki, AKP döneminin özgül ideolojik tarihselciliğini nasıl tanımlamalı? Burada, en başta değindiğim gibi, söz konusu milli mimari üretme çabasının geçirdiği dönüşüm önemli.[2] Osmanlı ve Selçuklu mimarilerinden fragmanlarla kurulan çeşitlemeler hızla bir anıtsallık arayışına yöneldi. Bu arayış, somut çözümlerini Orta Asya’nın Türki cumhuriyetleri ile girilen etkileşimde buldu; zira o ülkeler de benzer biçimde İslam ve Türklüğü bir araya getiren ulus-inşası süreçleri içindeydiler. Bu ulus-ötesi etkileşim, bugün Ankara’da bakanlık yapılarında ve hemen tüm kentlerin yeni adliye binalarında kendini gösteren Selçuklu motifleriyle bezeli beyaz anıtsallığı üretti. Söz konusu anıtsal biçimlenişin prototipi ise AKP Genel Merkez binasıydı. İlginç biçimde, AKP’nin milli mimarisi bu noktada durmayıp yeni bir dönüşüm daha geçirdi. Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi olarak tanımlanan tek adam rejiminin yeni mimarisi Cumhurbaşkanlığı Yerleşkesinden Taksim Camiine uzanan yeni bir dili örnekliyor. Uğur Tanyeli, bu mimariyi cumhurbaşkanlığının favori mimari olan Şefik Birkiye’nin adına referansla “Birkiyizm” olarak tanımlıyor. Tanyeli’ye göre işlevsiz bir anıtsallık takıntısıyla malul bu mimari “çocuksu bir ciddiyetle” karakterize olmaktadır.[3]
Gerçekten de, AKP’nin “milli mimarisi”, biçimsel tutarlılık arayan 19. yüzyıl canlanmacılıklarından da, çeşitli üsluplardan muhtelif unsurları serbestçe ödünç alan geç 20. yüzyıl postmodern tarihselciliğinin oyunculluğundan da farklıdır. Ne oyunculdur ne de tutarlılık arar. Ama başta da vurguladığım gibi, bu onu öncüllerinden de çağdaşlarından da daha az gerçek, veya daha az tartışmaya değer kılmaz. Aksine hem fiziksel hem akademik olarak görmezden gelinemeyecek bir maddiliği vardır: Onlarca tartışmalı binanın daha demokratik bir Türkiye’de nasıl kullanılacakları da, bir nesil sonrasının mimarlık tarihi kitaplarında nasıl yer alacağı da belirsizdir. Öyleyse bu mimariyi, bir “milli mimari” olduğunu ifade etmekte beis görmeden ama özgüllüğünü de vurgulayan bir biçimde tanımlamak gerek.
Bu noktada, AKP dönemi kamu mimarisini “banal milli” mimari olarak tanımlamayı öneriyorum. Bu tanımı, Michael Billig’in banal milliyetçilik kavramından ilhamla fakat onun kullanımından bir miktar ayrışarak yapıyorum.[4] Billig’e göre banal milliyetçiliği açıklayacak en iyi durum, elde coşkuyla sallanan bayrak ile bir kamu yapısı önünde gönderde sarkmış biçimde duran bayrak arasındaki karşılaştırmadır. İkinci örnek banal milliyetçiliği somutlar; farkındalıkla unutulmak arasında salınır ama gündelik hayata sızdığınca etkindir. İşte AKP’nin banal milli mimarisi de kanımca benzer bir işleyişe sahip. Osmanlı’ya, Selçuklu’ya ve daha başka yerlere referansları kullanıcılar açısından farkındalıkla unutulmak arasında salınır. Ve kamusal mekanlarda çoğaldığınca etkindir.
[1] Detaylı bir tartışma için bkz. B. Batuman, ‘İdeolojik Tarihselcilik Olarak “Osmanlı-Selçuklu”: Bir Araştırma İzleği Önerisi’, Arredamento Mimarlık 340, Mayıs-Haziran 2020, s. 67-71.
[2] Detaylı tartışmayı Milletin Mimarisi (Metis: 2019) içinde yaptım.
[3] U. Tanyeli, ‘Estetik Pratiklerin Bütünlüğü ve Türkiye'de Mimarlık: TV Dizileri, Mekanlar ve “Birkiyizm”’, Arredamento Mimarlık 352, Mayıs-Haziran 2022, s. 6-8.
[4] M. Billig, Banal Milliyetçilik, İstanbul: Gelenek, 2017.