Karşımızda her burkalıyı terörist sanan tipik bir fobik (McCain) ile Bangladeşli kadınların yüzyıllardır burka giydiğini sanan bir antifobik (Cole) var. Burkayı boş verelim, Bengal köylü kadınları daha yüzyıl öncesine kadar bizim anladığımız manada ‘giyinmiyorlardı’ bile. Geçmişte Müslüman Bengal kadınları saçları, yüzleri, kolları, sırtları ve göbeklerini açık bırakan entariler (sari) kuşanırlardı.
Geçen birkaç yazı boyunca akademide İslamofobi adına yazılıp
çizilenlerin ne kadar eğlenceli metinler olduklarına değinmiştim.
Hatta bu denli zengin bir menbaı nasıl olup da bu kadar geç
keşfettim diye de hayıflanmıştım. Her hafta bu mesele ile yeteri
kadar ilgilendim ne gerek var diye kendime soruyorum ama sonra
okuduklarımı paylaşma isteğinin önüne geçemiyorum.
Türkiye’de anti-İslamofobik metinler en az İslamofobikler kadar
enteresan ve heyecan dolular. Bu konuda çok yazarlı kitaplar
basılmaya devam edilse de sanki hepsi aynı kişinin elinden çıkmış
gibi. Analizler, sorunun kaynağına dönük teşhisler, çözümler hep
aynı. Tek bir makaleyi okuduğunuzda geriye kalanları okumasanız da
oluyor. Bunlar İslam’ı, fobiklere karşı savunma adına kaleme
alınmış metinlerin temel özellikleri. Fobik metinler gibi antifobik
metinler de aynı eksiklere sahip. Fobikler gibi onlar da İslam
kültür medeniyeti konusunda yüzeysel bilgilere ve tarafgir
yorumlara sahipler. Birinin İslam’ı kötülemek için kullandığı
yanlış örneği diğeri savunmak için veriyor: Tek fark bu.
Örnek vereyim Danimarka'daki ‘karikatür krizi’ hakkında Tahir
Abbas şöyle demekte: “Danimarka’da yayınlanan karikatürler, İslam
dinine ve özellikle de Hz. Muhammed’e yapılmış saldırılardı.
Danimarkalı gazete Sünni İslam anlayışına göre Hz. Muhammed’in
herhangi bir şekilde tasvir edilmesinin yasak olduğunun ve bunun
Müslümanlara bir hakaret olduğunun büyük ihtimalle farkındaydı. Bu
farkındalığa rağmen karikatürler
yayınlandı.”(1)
Tahir Abbas’a göre göre Hz. Muhammed'in tasviri her ne amaçla
olursa olsun yani peygamberi yüceltmek amacıyla dahi yapılsa açıkça
dine hakaretmiş. Tahir Abbas kimdir bilmiyorum. Kitapta yazdığına
göre sosyoloji doçentiymiş. Sosyologların İslam sanatı, mimarisi ve
kültürü hakkındaki yorumlarını okumak çok eğlenceli oluyor. Herkese
tavsiye ederim. Dünya küçüldüğü için yazdıklarımız muhataplarına da
ulaşıyor. Mesela geçen yazılarda eleştirdiğim Fransız araştırmacı
Geisser’i tanıyan çok değerli bir Türk akademisyen, yazıyı
kendisine ulaştıracağını söyledi. Ben de sevinerek çok iyi olur
dedim. Tahir Abbas da İngiltere’de Birmingham Üniversite’sinde
Etnik Kültürler Enstitüsü müdürüymüş. Onu da tanıyan varsa bu
yazıdan haberdar edebilirler. Gerçekten böyle bir bağı olan
biri varsa aşağıdaki safiyane sorularımı kendisine iletebilir.
“Sevgili Tahir Abbas, fani hayatımın büyük bölümünde İslam
sanatı üzerine mesai yürütmüş bir arkeoloğum. Bir yazınızda Sünni
anlayışa göre Hz. Muhammed’in her ne biçimde olursa olsun tasvirini
yapmanın dine aykırı hatta dine hakaret olduğunu öğrenmiş
bulunmaktayım. Bu durumda elimizde Abbasilerden, Selçuklulardan,
İlhanlılardan, Memlüklerden, Timurîlerden, Osmanlılardan
vb. kalan onlarca yazma eserde karşımıza çıkan yüzlerce
peygamber tasvirini, üstelik önemli bir kısmında peygamberin yüzünü
de gizlemeyen tasvirleri nasıl yorumlamalıyız? Hadi İlhanlılara bir
ölçüde Şiilik karışmıştı diyelim. Pek ya Abbasi, Selçuklu, Osmanlı,
Timurî vb. devirlerindeki peygamber tasvirlerini nasıl
değerlendirmeliyiz? Yoksa ecdadımız bu minyatürlerin dine hakaret
olduğunu bilmiyorlar mıydı? Saygılarımla”.
Malum gerilimlerden dolayı mevzubahis minyatürlerden burada
örnek verecek değilim. Dileyen internetten arayıp bulsun. Ama 1000
sene önce sorun olmayan bir konunun şimdi böyle tabu olması
meselesi de bence çok ilginç bir durum.
Tahir Abbas’ın yaklaşımı, nazariyeye dikkat çekip tarihi mirası
bir çırpıda atlıyor. Neticede ulema geçmişte peygamber tasvirlerine
karşı çıkmışsa da Selçuklu, Memlük, Osmanlı, Timur/Babür vb.
saraylarının sanatçıları ve patronajlarının böyle düşünmediği
ortada. Peygamber tasvirinin ‘yasak olduğu’ hiçbir Osmanlı, Timurî
vb. sanatkarının aklına gelmemiş. 1000 sene sonra Danimarkalıların
hamlesiyle yasak olduğunu öğreniyoruz, enteresan.
Bir tuhaf yorum da Juan Cole’dan. O tarihçiymiş, üstelik Mısır
ve Şiilik tarihi üzerine de kitapları var. Ama kısacık metninde
öylesine enteresan yorumlar var ki insan şaşırıyor. Mesela
İslamofaşizm teriminin yanlışlığını vurgularken Cole, El Kaide gibi
örgütler için bu terimin kullanılmayacağını zira bu örgütlerin
etnik-milliyetçiliğe karşı olduklarını iddia
etmekte.(2) Çok ilginç! Zira sahadaki, çalışmalar
ve çatışmalar böyle söylemiyor. Bu tür örgütlenmeler heterodoks
Müslümanları gayet de ‘genetik’ gerekçelerle hedef almaktalar.
Pakistan’da bir Ahmedi ya da Şii camisini hedef alırken, Irak’ta
hem Haşdi Şabi hem de IŞİD insanları yoldan çevirip mezheplerine
göre ayırıp kurşuna dizerken hiç tanımadıkları bu insanları
atalarından miras kalmış kimlikle öldürmekteler. Bu tavrın
Nasyonal-Sosyalistlerden ne farkı var gerçekten bilemiyorum. Bilen
varsa bana da anlatsın.
Cole ‘İslamofaşizm’ yerine ‘Müslüman faşizmi’ denilmesi
gerektiğini söylüyor.(3) Bir Müslüman faşizmi
olabilirmiş ama bir din olarak İslam, faşist olamazmış zira
evrensel bir din olarak İslam ‘anti-faşistmiş’. İslam’ın
‘faşist’ olduğu iddiası kadar İslam’ın ‘antifaşist’ olduğu iddiası
da bilimdışı keyfi bir yorum. Yıllar önce bir felsefeci arkadaşım
modern terimleri antik formasyonlar için kullanmanın
sakıncalarından söz etmişti. Bu bağlamda İslam aslında ne faşisttir
ne de anti-faşist. Gerçi Cole’un demek istediğini anlıyoruz.
İslamla faşizm uzlaşamaz derken aslında Müslümanlık şemsiyesi
altında çok farklı ırk ve etnik gruplardan insanın bir araya
gelebilmesinden söz ediyor. Bu anlamda İslamla faşizm yan yana
gelemez demek istiyor. İyi de faşizm farklı ırklar ortak bir amaçla
yan yana gelemez demek değil ki! O Nazizm. Yani Cole burada
bilinçli ya da bilinçsiz olarak faşizmi ırkçılıkla özdeşleştirme
hatasına düşüyor. Halbuki her faşizm deneyiminde mutlaka
genetikçilik başat rol oynamak zorunda değil. Akdeniz ülkelerinin
karmaşık genetik haritasından doğan, ırkçılık yönü zayıf faşizmler
de vardı. İtalyan faşizmi ve daha da doğru bir örnek olarak
İspanyol falanjizmini bunlara örnek olarak verebiliriz.
Almanya’dakinin aksine Akdeniz faşizminde beyaz ırkın üstünlüğü
söylemleri baskın değildi ve bu denli esmer insanlar ülkelerinde
olamazdı da. İspanyol ve İtalyan faşistleri toplumların bir
‘ırk’ olmadığının farkındaydılar ve kültür/ulus temelli bir faşist
ruh yaratma gayretindeydiler. Doğal olarak bu ülkelerde faşizm
ırkçı ideoloji üzerine değil ‘vatan-millet, Kilise-Tanrı’, aile
değerleri ve anti komünizm söylemleri üzerine bina edilmişti. Hatta
İspanyol faşistleri ırkçı olmadıkları gibi sola karşı verdikleri
‘kutsal davalarında’ Fas’tan Müslüman asker getirmekten de
çekinmemişlerdi. Bu nedenle Cole’un farklı etnik gruplardan
Müslümanları bir araya getiren hareketlerin faşist olamayacaklarını
ileri sürmesi örneği, ırkçılıkla eş tutulan hatalı bir faşizm
tabiri üzerine kurulu.
Bu bakımdan Müslüman ülkelerde faşist hareketlerin gelişimi
incelendiğinde daha seküler ve biyolojik temelli Alman ekolü değil,
Kilise, aile, dini değerler söylemlerini ön plana çıkaran İspanya
ekolü baz alınsa daha fazla ortak nokta çıkabilir gibi geliyor
bana. Gerçi yukarıda söylediğimiz üzere bazı İslami gruplarda
Yahudileri, Alevileri, Dürzileri vb. tıpkı Nasyonal-Sosyalistler
gibi genetik sebeplerle ve bütün olarak hedef görme eğilimi, yani
bariz ırkçılık da var. Bu eğilimlere bizzat şahit de
oldum.(4) Bu tavrın ne kadarı geleneksel
düşmanlıklardan ne kadarı modern etkilerden kaynaklanıyor
bilemiyorum. Bu başlı başına bir araştırma konusu.
Cole’un yazısındaki en ilginç kısma daha gelmedik. Cole’un
anlattığına göre Amerikalı senatör John McCain 2008’de Bangladeş’te
yaptığı bir konuşmada (bunları da nasıl adım adım takip ediyorlar
hayranlık verici bir çaba doğrusu) teröristlerle burka giyen
kadınları eşitlemiş. Amerikalı Müslüman topluluklar bu açıklamaya
alınmışlar ve burkanın terörizmle ne ilgisi var şeklinde serzenişte
bulunmuşlar. Üstelik bu sözü eden senatörün evlat edindiği kızı da
Bangladeşli bir Müslümanmış. Senatörün, Bangladeşli bir kızın
babası olması açıklamayı daha da ‘acı hale getirmekteymiş’. Cole da
yaraya tuz biber ekiyor ve “Müslüman bir evlatlığı olan bir kız
babasının o kızın kültüründen kadınların geleneğini aşağılamasının”
insanları iki kez üzdüğünü ifade ediyor.(5)
Zeynel Abidin’in fırçasından Bangladeşli köylü
ailesi
Hatlar iyice karıştı. Karşımızda her burkalıyı terörist sanan
tipik bir fobik (McCain) ile Bangladeşli kadınların yüzyıllardır
burka giydiğini sanan bir antifobik (Cole) var. Burkayı boş
verelim, Bengal köylü kadınları daha yüzyıl öncesine kadar bizim
anladığımız manada ‘giyinmiyorlardı’ bile. Geçmişte Müslüman Bengal
kadınları saçları, yüzleri, kolları, sırtları ve göbeklerini açık
bırakan entariler (sari) kuşanırlardı. 19. yüzyıla ait bazı
fotoğraflarda bu kadar bile ‘giyinmedikleri’ görülebilir. Çoğu
köylü kadının göğüslerini de kapamadığı görülüyor. Bu durumun
tanıklıklarına da sahibiz. İbn Battuta’nın Hindistan’da
(Seyşellerde) Müslüman kadınların göğüslerini açıkta bırakan ve
yalnızca vulva bölgesini kısmen örten kısa etekler giymesi
karşısında yaşadığı şaşkınlık ve kızgınlığına dair metinleri okumak
çok eğlenceli. Müslüman köylerde kadılık yapan İbn Battuta ne
yaptıysa kadınları göğüslerini, bacaklarını örtmeye ikna edemiyor
ve en sonunda pes edip ‘bari mahkemeye böyle gelmeyin' diye rica
etmek zorunda kalıyor.
Zeynel Abidin’in fırçasından Bangladeşli
kadınlar
Dünyaca ünlü Bangladeşli ressam Zeynel Abidin'in (Zainul Abedin
1914-1976) Bengal köylü kadınlarının geleneksel giysilerini
yansıtan resimlerine de bakabiliriz. Burada Senatör McCain’in
evlatlık kızının atalarının geleneksel giyim kuşamı ile
karşılaşıyoruz ve bırakalım burkayı ortada gayet ‘sosyetik’ bir
moda var. Bangladeş’in ‘Doğu Pakistan’ olarak bilindiği yıllarda
Pakistan ordusu ve onun işbirlikçisi olan Cemaat-i İslami, Bengal
halkını ‘sözde Müslümanlar’ olarak kabul edip bu halka tarihin en
büyük kıyımlarından birini uygularken ‘açık-saçık’ kıyafetleri
nedeniyle Bengal kadınlarını da hedef tahtasına koymuşlardı.
Uluslararası radikalizmin, son on yıllarda Bengal kadınlarını
Arabî kıyafetlere yöneltme konusunda kısmen başarılı olduğu
muhakkak. ‘Çağdaş’ Bangladeş kadınları arasında burka, hicab gibi
Kuzey Afrika ve Arap yarımadası kökenli kıyafetler hayli
yaygınlaşmış. Bu İslamcı hareket için ciddi bir başarı... Öte
yandan burkanın Cole’un iddia ettiği üzere Bangladeş ve genel
olarak Hint İslamı açısından bir ‘gelenek’ olduğunu söylemek
antropolojik açıdan mümkün görünmüyor. Bu olsa olsa son yarım
yüzyılda İslami akımların zafer hanesine yazılacak yeni bir durum.
Bu yazılarda sıklıkla sözünü ettiğimiz Müslüman dünyada
çeşitliliğin, yerelliğin yok olup monolitik bir kültüre dönüşmeye
başlamasıyla ilgili genel bir
eğilim.(6) Gerçi Bangladeş’te hâlâ bu değişim
yolun başında sayılır. Yani senatör McCain’in ‘hadsizliklerinden’
dolayı en son rencide olacak olanların evlatlık kızı ve diğer
Müslüman Bengal kadınları olacağını söyleyebiliriz. Bu konuda Juan
Cole da müsterih olabilir.
(1) Tahir Abbas, “İngiltere’de İslamofobi,
21. Yüzyılda Müslüman Karşıtı Irkçılığın Şekillenişi Konusunda
Tarihte ve Günümüzde Siyaset ve Medya Tartışmaları” İbrahim Kalın
ve John Esposito, Bir Korku ve Nefret Söylemi Olarak İslamofobi,
çev. İsmail Eriş, İnsan, 2020, s.113.
(2) Juan Cole, “İslamofobi ve Amerikan Dış
Politika Söylemi, Bush Yılları ve Sonrası” İbrahim Kalın ve John
Esposito, Bir Korku ve Nefret Söylemi Olarak İslamofobi, çev.
İsmail Eriş, İnsan, 2020, s.184.
(3) Cole, a.g.e.s.184.
(4) Din görevlileri ile birlikte katıldığım bir
Arapça sertifika programında bir din görevlisi uzun uzun
ayrıntılarla kıyamet günü tüm Yahudilerin öldürüleceğini,
Yahudilerin yakalanmamak için ağaçların arkasına saklanacaklarını
anlatmıştı. Ağaçlar dile gelip ‘arkamda Yahudi var’ diye ihbar
edeceklermiş. Bir tek zeytin ağacı kendisine sığınan Yahudileri
koruyup saklayacakmış. Mitos bilimcileri bu anlatıyı analize davet
ediyorum.
(5) Cole, a.g.e.s.192.
(6) Mesela aynı şey Kürtler için de
söylenebilir. Genç bir arkeolog olarak Urfa, Batman gibi illere
kazılara gittiğim yıllarda evli olmayan genç kızlar çok renkli
bindallılar giyiyorlardı ve hemen hiç kesilmemiş, bellerine kadar
inen örülmüş saçları görünüyordu. Evli kadınlar ise saçları
gösteren şeffaf tülbentleri daire şeklinde sarıyorlardı. Her köyün
ve aşiretin de farklı giysileri vardı. Şimdilerde bu giysiler yok
olmuş sayılır. Bunların yerini Kuzey Afrika/Körfez giyim
biçimleri almış durumda. Baharda çiçeklenmiş kırlardan esinlenmiş
gibi duran rengarenk köylü kıyafetleri yerini siyah, gri,
kahverengi gibi koyu renkli masif, kıyafetlere bırakıyor. Kültürel
asimilasyon tartışmalarına sadece Türkleştirme çabalarına dönük
eleştirilerle yaklaşan aydınlar ‘asimilasyonun’ bu boyutuna nedense
hiç değinmiyorlar.