Rahmetli dedem, "milletin içinde eşeğin kuyruğunu kesme, kimi
uzun der, kimi kısa" atasözünü sık kullanırdı. Dört yıl iletişim
okudum, böyle veciz 'halkla ilişkiler' prensibi duymadım.
Atalarımızın eşek üzerinden tonla sözü var. Söylerken 'ş' yi
şeddeli okursun. 'Banna yallan söyleddiler' şarkısındaki şeddeli
'n', 'l' ve 'd' gibi.
Elbette hayvana zulmü meşrulaştırma amacı taşımıyor bu söz.
Mevzu, yaptığın işin beğeniye sunulmasıyla ilgili. "Çok da şeetme"
anlamında. 'Like'lar ve 'dislike'lar canını sıkmasın yani. Beğenen
de olacak, beğenmeyen de. Yazarken, sahnede gösteri yaparken bu ata
nasihati şifalı bir şey oluyor. Ama esas zor olanı gündelik
ilişkiler. İnsanlarla iletişim. 'İronik' lafı tam yeri.
İletişim oku, bu işlerden para pul kazan, ilişkilerde sıkıntı
yaşa!
Gerçi bunun böyle olacağı belliydi. Okulu bitirip devlete yük
olmadan iletişim ile ilgili bir iş yeri açtım. Cep telefonu işi
değil tabii. Ne bir kapağım vardı ne de devlette gözüme kestirdiğim
bir yeri. De ki devlet sana plaket mi verdi? Daha değil. Vergiyi,
Bağkur'u dengi dengine ödeyebilirsem bi ümit var. Elin kralına
devlet nişanı veren devlet bana plaket mi vermeyecek!
Taze mezunum, özgüven tavan. Kapı gibi diplomam var. Oldum
limited şirket sahibi. Yıllar sonra anlıyorsun, istesen de
kurtulamıyorsun. Hemen kapatılamıyor. Şirket benim neyime,
muhasebecinin işgüzarlığı tabii. Şahıs firması da olabilirmiş.
48 çeşit iş kolu yazmış. İçinde tüp bayiliği bile var. Vizyonu
büyük tut seneye de lazım olur durumları.
Açılış, çiçekler, çelenkler... Hayırlıya gelenler. Sağ olsun
akrabalar falan. Esas ağır top amcam. Kendileri Nasrettin Hoca'nın
laf cambazı torunu. Laf cambazı yerine "fırlama" derdim ama daha
sağ, Allah uzun ömür versin. Hacca gitmeden evvel performansı daha
iyiydi. Rahat rahat küfür edebiliyordu. Şimdilerde yeri geldiğinde
yutkunarak geçiyor bip yerini. Zamanında böyle miydi? Bir paragraf
yerine geçmeyen küfürlere tenezzül etmez, klişeye prim vermezdi.
Nasıl bir 'kıreytiv' yetenek olduğunu detaylandıramam! Traktörün
tekerinin şamrelinin sübabını (sibop) diyeyim anla. Bu da geldi
hayırlıya. Eli boş muydu, dolu muydu hatırlamıyorum. Canı sağ olsun
tabi. On sekiz sene geçmiş aradan.
İnceden inceden lafa girdi. 'Eşek'li bir deyişimizi tercih
etmedi şükür. Eş dost üzerinden sordu. Dedi ki: "Yegenim, Allah
heyirli ede. Yalnız, soriler, deyiler ki senin yegenin tam ne iş
göri. Ben de dügirim galim." Şivede sıkıntım yok. Elazığlıyız. Esas
Çemişgezek de, neyse... Fakat cümlede geçen ve aklımdan altını
çizdiğim 'dügürmek' ne ola ki? "Konuşma sanatı öğreteceğiz"
diyorum, firmalara gidip personeline eğitim vereceğiz diyorum, işte
beden dili diyorum, diksiyon diyorum... Ben anlattıkça onun kafa
geriye gidiyor. 'Dügürmek ne la?' diyorum içimden bi taraftan.
Şimdi ben bu okulu niye okudum? Fonda 'banna yallan
söyleddiler...'
"Yav tamam, ne alisin ne satisin deyiler? Dügürim galim baba!"
diye yineledi. Cümlede anlam, paragrafta anlam, Ural Altay Dil
Ailesi, semantik, hermenötik ne varsa alt alta topladım. Dedim bu
'dügürmek' olsa olsa 'tıkanıp kalmak' anlamında herhalde. Tavandaki
özgüvenimle konuyu açıklığa kavuşturdum:
"Dügürüp kalanlara, dügürüp kalmamanın yollarını anlatacam!"
Kafayı salladı. Bazıları gibi, "parayla mı yapacaksın?"
acımasızlığında değildi. "Eyi eyi... Yalnız beş on seneye anca
millet anlar!" diyerek düşüncesini küfürsüz sterillikte dile
getirdi. Amcamla iletişim kurmakta zorlanan ben, olmuştum
danışmanlık şirketi müdürü! Hem de iletişim!
Kimlerle iletişim kurmakta zorlandığımı on sekiz yıldır
düşünüyorum. Amcamla işleri hal yoluna koydum. Ama diğerlerini
kategorize ettim. Kimlerle? Başta devlet. Malum plaket mevzusu!
Diğerleri gerçek kişiler.
Birinci grubun ayarsız bir sohbet tarzı var. Ya sazı alıp eline
kimseye sıra vermezler ya da dünyaya küsmüş gibi ağızlarını bıçak
açmaz. Bunlarla tutturamıyorum.
İkinci grup, konuşurken duvara mı anlatıyorlar, insana mı,
umurlarında olmayanlar. Dinliyor musun, anlıyor musun, katılıyor
musun, etkileniyor musun, esniyor musun, içinden küfür mü
ediyorsun, uyuzlanıp kaşınmaya mı başladın, gırtlağına yapışıp; "la
bi sus!" diye bağırasın mı var, çırılçıplak soyunup kendini
meydanlara atasın mı var, tınlamazlar. Dinleyicinin bir vücudu, o
vücudun da bir dili ama şişmiş bir dili var diye düşünmezler.
Üçüncü grubun zırnık espri yetenekleri yoktur. Uykusuz dergisi
istemişsin de yerine resmi gazete vermişler gibi. Vergi mevzuatı ya
da lise son matematiği dinle daha heyecanlı.
Dördüncü grup, sorularına; "bilmem, sanırım, öyledir herhalde"
yanıtını verenler. Tedbir manyağıdırlar. Olmaya ki bir konuda taraf
gözükürler, muhalif düşerler diye korkarlar. Hep yuvarlak
konuşurlar. Maslahatçı tiplerdir. Cehenneme soksalar bunları;
"şöyle ortadan gidelim canım, başımız ağrımasın sonra... Hem,
kimler var daha iyi görürüz!" derler.
Beşinci grup, ne anlatırsan anlat, "ben de böyle düşünüyorum"
diyebilecekleri bir cümleleri yoktur. Fikir fakiridirler. İki sayfa
tirat okusan cevapları, "yaani" olabilir. "Doğrudur", "tabii
canım", "herhalde" gibi jokerleri vardır. Ha, bir de "gibi" var.
"Gibi!..."
Altıncı grup, anlattığı meselenin sonuna geldiklerinde; "böyle
de bir anımız vardı..." ya da "senin de başını ağrıttım birader!"
demekten kendilerini alamayanlar. Te yirmi sene önceki askerlik
anısını bile bir kez olsun derli toplu anlatmışlıkları yoktur. Ama
bir çavuş var, orası kesin!
Yedinci grup, aynı şeyleri dönüp dolaşıp, antibiyotiğini ihmal
etmeyen hasta ciddiyetiyle belli aralıklarla anlatanlar. Ancak,
yeni bir şey eklemeyi hiç beceremezler. Dinlerken göz kapakların
ağırlaşır, kolun bacağın uyuşur, adem elmanla çenenin arasını
tırmalayıp kaşırsın, esnemekten çenen yerinden çıkacak gibi olur;
'çok pis nazar var üzerimde, bi kurşun döktüreyim' veya 'bi minder
olaydı da beş dakika kıvrılıp yataydım' temalı süper fikirlerin
olur.
Sekizinci grup, özetle: "Ben... Ben... Yine bi gün ben...
Aslında ben... Ben var ya... O değil de yine bi gün
ben..." diyenler. Hadi dünyanın merkezi olduğuna inandın, o
dünyanın döndüğüne niye inanmadın?
Dokuzuncu grup, tek düze ses tonlarıyla adeta hipnoz seansı
yaparlar. Negatifin dibidirler. Enerjimizi iliklerimizden emerler.
Hep bir mağdurum da mağdurum, hep bir ortada bırakılmışlık, hep bir
kandırılmışlık... Kendisi iyi, çevresi kötü halleri...
Bunların dışındakilerle üç dakikada kaynaşır, Hegel'den rahmetli
dedeme felsefe; Sadık Hidayet'ten amcama edebiyat
konuşabiliriz.