Barınma krizi serbest piyasanın dinamikleriyle çözülmez
Konuta ilişkin yaşanan krizlerin temelinde, konutun temel barınma ihtiyacını karşılamaktan ziyade, yatırım aracına dönüştürülmesi yer almaktadır.
Yusuf Ekici*
Emekçi sınıfların barınma sorunu günden güne derinleşiyor. Halihazırda ülkenin gündemine oturan döviz kuru, Türk lirasının değersizleşmesi, artan kira bedelleri, doğal afetlerle ortaya çıkan maddi yıkımın (deprem, sel, yangın vb.) bu derinleşmeyle bağlantılı olduğu tartışmasız. Öğrencilerin büyükşehirlerde yaşadığı yurt sorunu ve ülkenin özellikle tatil bölgelerinde görev yapan kamu emekçilerinin artan kira bedellerini karşılayamamaları nedeniyle zorunlu olarak tayin talep etmeleri bu sorunun en görünür örnekleri olarak karşımıza çıkıyor.
Barınma sorununa çözüm olacağı iddiasıyla 18.08.2022 tarihinde Planlı Alanlar İmar Yönetmeliğinde bir değişiklik yapıldı. Yapılan değişiklikle yürürlükteki plan kararında Ticaret + Konut kullanımlı yapılaşmış parsellerde ofis/büro amaçlı yapı ruhsatı düzenlenerek yapımına başlanmış veya yapı kullanma izni düzenlenmiş olan yapıların 01.07.2023 tarihine kadar konut kullanım oranının yüzde 80’i geçmeyecek şekilde tadilat ruhsatı düzenlenmesinin yolu açıldı. Oysa Yönetmelikte, konut ve ticaretin bir arada bulunduğu alanlarda konut oranının açıkça belirlenmesi gerektiği, gösterilmediği hallerde ise bu oranın yüzde 30’u geçemeyeceği öngörülmüştü. Ayrıca planda öngörülen nüfusun sağlıklı ve yaşanabilir bir çevrede yaşamasını sağlamak amacıyla sosyal ve teknik altyapı alanlarının belirlenmesi gerekliliği düzenlenmişti. Yeni düzenlemeyle bu gereklilikler kaldırılmadı ancak bunları uygulanmaz kılan yeni bir anlayış ortaya kondu.
Peki bu düzenleme ne anlama geliyor? Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Murat Kurum yapılan yönetmelik değişikliğinin İstanbul ve tüm ülke açısından anlamını şöyle açıklıyor: “İstanbul’da yaklaşık 1.5 milyon, ülke genelinde 4 milyon metrekare arz fazlası nedeniyle kiralanamayan ya da satılamayan ofis, konuta dönüştürülecek. Bu, 50 bin yeni konut demek!”50 bin yeni konut arzı oluşturup oluşturmayacağına dair Bakanlık tarafından yapılmış bir saha çalışması olup olmadığını bilmiyoruz. Gerçek olan şu ki; yapılan düzenlemeyle zaten oldukça sıkışık dokulara sahip kentlerimizde herhangi bir plan kararı olmadan veya sosyal ve teknik altyapı alanları artırılmadan fazladan 150 bin kişinin “yaşaması”nın yolu açıldı. Bu yapılırken temel yaşamsal ihtiyaçlar olan sağlık, eğitim, park, yol vb. unsurların düşünülmediği ve oluşacak 50 bin adet konutta yaşaması öngörülen 150 bin kişinin bu ihtiyaçlarının nasıl karşılanacağının hesaba katılmadığı da anlaşılıyor.
Bütün açıklığıyla söylemek gerekiyor. Zaten problemli olan plan kararlarının dengesini bütünüyle bozan, başta şehir planlama olmak üzere ilgili diğer bütün bilim ve meslek alanlarının varlık nedenini bütünüyle reddeden, kamu kaynaklarının kamu yararına aykırı şekilde kullanılmasına neden olacak bir düzenleme daha, ne yazık ki hayata geçirilmiş oldu.
KONUT MU YETERSİZ? YOKSA KONUTA ERİŞİM Mİ ZOR?
Yerel yönetimlerin ve bakanlıkların mevcut konut stoklarını dikkate almadan ısrarlı bir şekilde onayladıkları plan, plan revizyonu ve plan değişikliklerinin yanında yapılan yönetmelik değişiklikleriyle yoğunluk artışı yapılıyor. Söz konusu işlemlerin büyük çoğunluğunun başta meslek odaları olmak üzere duyarlı kesimlerce açılan davalar sonucunda mahkemelerce iptal edildiğini görüyoruz. Açılan davada yürütmeyi durdurma kararı çıkmadığı sürece de parası olan için inşaat yapımı önünde en ufak bir engel bulunmuyor. Tüm bu sürecin sonucunda gelen yargı kararlarının da ısrarla vurguladığı husus şu: “Yapılan işlemin bilimsel, teknik ve nesnel bir gerekçesi bulunmuyor!”
Sürekli bir yoğunluk artışı yaparak konut sorununun çözülmesi mümkün değil. Hatta sorunu, “konut sorunu” olarak tanımlamak da bizi yanlış sonuca götürür. Sorunu “konuta erişim sorunu” olarak tanımlayıp çözümü bu şekilde düşünmek gerekiyor. Ülkemiz dahil dünyanın birçok yerinde yapılan çalışmalar da bize, konut sayısındaki matematiksel artışın, barınma sorunu çözümünde etkin bir rolü olmadığını gösteriyor.
Konuta ilişkin yaşanan krizlerin temelinde, konutun temel barınma ihtiyacını karşılamaktan ziyade, yatırım aracına dönüştürülmesi yer almaktadır. Bugün bir taşınmazın edinilmesinde kullanım değerinden çok, değer artışı ve yüksek kira beklentileri yatıyor. Toplumun geneline sirayet eden bu bakış açısı, konutu, ticari bir meta halinde sunarak kullanım ve edinim değerini serbest piyasanın acımasız dinamiklerine karşı savunmasız bırakıyor. Doğanın ve toplumun ortak çıkarlarını odağına alması gereken şehir planlama mesleği, ne yazık ki bu süreçte serbest piyasanın dinamikleriyle araçsallaştırılıyor. Bu tabloda barınma krizinin çözülebileceğini iddia etmenin gerçeklikle bir ilgisi bulunmuyor. Çözümmüş gibi uygulamaya konulan araçların ise yangına benzin dökmekten öteye gitmeyeceğini söylemek yanlış olmaz.
Günümüz itibariyle neredeyse bütün büyük kentlerde çok ciddi sayılarda konut fazlası bulunmaktadır. Örneğin İzmir Valiliği İl Afet ve Acil Durum Müdürlüğü tarafından hazırlanan İl Afet Risk Azaltma Planı’nda (2021) TÜİK’in 2020 yılı verilerine göre, konut sayısının 2.124.032, işyeri sayısının ise 311.303 olduğu belirtilmektedir. İşte bu rakamların bir anlamı var. İzmir’in ortalama hane halkı büyüklüğü 3 olarak ele alındığında 2020 yılı için İzmir nüfusunun 4.394.694 olduğu halde TÜİK verisine göre 6.372.096 kişiye yetecek konutun olduğu, böylece 1.977.402 kişiye yetecek fazladan konut olduğu ortaya çıkıyor. 2020’den bu yana yapılan inşaat ve artan nüfusun da söz konusu fazlalığı ortadan kaldırmadığı anlaşılıyor. Benzer bir saptamayı TÜİK verilerinden hareketle ülkenin bütünü için Prof. Dr. Osman Balaban da ifade ediyor. Ancak söz konusu konutların tamamının güvenli olduğunu söylemek mümkün değil. Çünkü bu sayının içinde yapı imar affına başvurmuş yapılar dahil olmak üzere ekonomik ömrünü yitirmiş yapılar da bulunmaktadır. Bütün bu sayılar, bize sorunun derinliği hakkında niceliksel de olsa bir fikir verebiliyor. Konut ve nüfusa ilişkin verilere bakıldığında; yeni gelişme alanları yaratmak yerine, teknik ve hukuki açıdan tartışmalı olmayan mevcut yerleşim alanlarının dokusunun iyileştirilmesinin önceliklendirilmesinin gerçek çözüme daha yakın olduğu görülmektedir. Nihayetinde artan nüfus ve gelişen ihtiyaçlara göre halkımızın sağlığı ve can güvenliği için kentin, kamucu/toplumcu bir planlama yaklaşımıyla yeniden planlanması zorunluluğu doğmaktadır.
Engels tarafından kaç yıl önce yazılırsa yazılsın konut stoğuna ilişkin “...rasyonel kullanımı varsayımıyla, büyük kentlerde, herhangi bir gerçek 'konut darlığını' anında giderecek mesken için yeterli bina zaten vardır”[1] şeklindeki değerlendirmesi bugün de geçerliliğini korumakla beraber barınma sorunun çözümüne ilişkin önemli noktalardan birine ise şu şekilde işaret etmektedir: “... konut darlığının varlıklı sınıflara ait lüks meskenlerin bir kısmını istimlak ederek geri kalanına zorunlu yerleştirme yaparak anında düzeltilebileceğini görmüştük.”[2]
Yukarıda açıklanan kısa tespitler özetle ülkede barınma ihtiyacının piyasanın insafına terk edilmesinden kaynaklanan ciddi bir konut krizinin varlığını gösteriyor. Peki ne yapmalı?
İmar planları, kentsel politikalar, nüfus kriterleri, geçerli olacağı süre için kentlerimizin gelişimini yöneten araçlardır. İşte tam da bu nedenle kapsamlı çalışmalar sonucu elde edilmiş imar planlarının bütünlüğünü bozucu parçacıl plan değişiklikleri, planı yok sayan meclis kararları veya yakın tarihli yönetmelik değişiklikleri gibi düzenlemeler oldukça tehlikelidir. Kuşkusuz mevcut planlar, değişen koşullar çerçevesinde ihtiyaç olması halinde yeniden düzenlenebilir veya yeni alanlar planlanabilir. Ancak her ne olursa olsun plan aracılığıyla kentsel mekânda yaşaması öngörülen nüfusun ihtiyaç duyacağı sosyal ve teknik altyapı alanlarının oluşturulması bir zorunluluktur.
Konutu bir yatırım aracı haline getiren bütün uygulamalar, çok temel ve insani bir hak olan barınmanın bir lükse dönüşmesine sebep olmuştur. Herkesin güvenli, sağlıklı bir konutta yaşamaya hakkı vardır; devlet tüm temel hak ve özgürlükler gibi bu hakkı da korumak ve sağlamakla yükümlüdür. Buradan hareketle konutu bir yatırım aracı haline getiren bütün uygulamaların acilen terk edilmesi gerekmektedir. Bunun için öncelikle devletin sağlıklı ve erişilebilir gerçek sosyal konutlar üretmesi acil bir ihtiyaç olarak önümüzde duruyor. Devletin bu müdahalesi, serbest piyasanın konut alanındaki acımasız ve spekülatif yaptırımlarını dizginleyebilecektir.
Kendi ihtiyacından fazla konuta sahip olan vatandaşların mal varlıklarının gerçek anlamda vergilendirilmesi ve bu verginin öncelikle ihtiyacı bulunan toplumsal kesimlerin barınma sorunu için kullanılması toplumsal sınıflar arasındaki temel haklara erişim konusundaki eşitsizliği bir ölçüde giderecektir.
Kira fiyatlarının son derece kontrolsüz bir şekilde arttığı günümüzde, kaynak yaratmak adına hemen her gün Milli Emlak Genel Müdürlüğü, Belediyeler, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı kamu mülklerini parsel parsel satmaktadır. Buna acilen son verilmelidir. Engels’in işaret ettiği noktadan hareketle kamu mülklerinde kamucu bir yöntemle planlanarak yapılacak konutların, mülkiyeti yine kamuda kalacak şekilde, uygun bedellerle halkın kullanımına sunulması konut krizinin çözümü için elzemdir. Böyle bir politika, konutu yatırım aracı olarak görme algısını azaltarak kontrolsüz bir şekilde artan kiraların gerçek değerlerine çekilmesi yönünde olumlu etki yaratacaktır.
Yukarıda da belirttiğim gibi öğrencilerin büyük bir kısmı ciddi bir barınma kriziyle karşı karşıya. Geçen yıl üniversite öğrencilerinin “Barınamıyoruz” eylemleriyle gündeme oturan kriz ne yazık ki bugün de geçerliliğini koruyor. Özellikle büyükşehirlerde asgari ücret fiyatını da aşacak şekilde artan kira fiyatları, toplumun büyük bir kısmının eğitim hakkını fiilen elinden almaktadır. Barınma hakkı yanında eğitim hakkını da etkileyen bu probleme çözüm olarak devletin ilgili kurumlarının öğrenci sayısını dikkate alarak yurt yapımına ilişkin planlar yapması gerekmektedir.
Milyonlarca kişinin asgari ücretle yaşamaya çalıştığı ülkemizde konut sorununu çözmek iddiasıyla asgari ücretin yaklaşık 5 katı geri ödemeyle uygulamaya konulan kredinin barınma sorununu çözmediği/çözemeyeceği ortada. Bu nedenle somut gerçeklikten uzak uygulamalara son verilmelidir. Kamu kaynaklarının dağıtımında barınma sorununun önceliklendirilmesi elzemdir. Örneğin, yapılan bilimsel çalışmalardan ve bizatihi devlet kurumlarının kendi açıklamalarından; kamu-özel sektör ortaklığı yöntemiyle yapılan büyük ölçekli kentsel projelerde (havalimanı, şehir hastaneleri, köprü, otoyollar vb.) yatırımcıya verilen garanti nedeniyle büyük bir kamu kaynağı sarfiyatı yaşandığını biliyoruz. Oysaki sadece bu projelerde kullanılan kamu kaynakları bile akılcı ve bilimsel olarak barınma sorununun çözümü için değerlendirildiğinde kentlerimizde yaşanan birçok problem hızlı bir şekilde çözülecektir.
Sonuç olarak sürece bütünsel bakıldığında, hemen her dönemde barınmanın temel bir insan hakkı ve ihtiyacı olduğu gözardı edilerek konuta ilişkin kapsamlı bir politika üretilmemesi, sorunun anlık ve dönemin piyasa koşullarını rahatlatacak müdahalelerle geçiştirilmeye çalışılması bugün yaşanan barınma krizini daha da derinleştirmiştir. Konut örneğinde olduğu gibi, mekânı kamu yararından uzak, bir zenginleşme aracı olarak ele alan planlama anlayışıyla topyekûn mücadele etmek zorundayız. İşte tam da bu nedenle meslek hayatları boyunca bu krizlerin yaşanmaması, halkın sağlıklı ve güvenli bir kentte yaşaması amacıyla bilgisini, emeğini sakınmayan Şehir Plancısı Dr. Tayfun Kahraman, Yüksek Mimar Mücella Yapıcı ve Avukat Can Atalay’ın sırf görevlerini yaptıkları için tutsak edilmesi kabul edilemez.
*Şehir Plancısı
[4] F. Engels, (1992). Konut sorunu. (G. Özdural, Çev.) Ankara: Sol Yayınları s.35.
[5] Age., s.54