Barış adlı kadın

Müge Halukivna'nın romanı 'Kiev'de Bir Barış', Ters Kule Yayınları tarafından yayımlandı.

Abone ol

Barış Yıldırım

Müge Halukivna’nın 'Kiev’de Bir Barış’ı bir erotika yazma niyetinden doğdu. Şimdi elimizde dört başı mamur bir psikolojik gerilim romanı var. Bu konuya döneceğiz…

Romanın ilk taslağını okuduğumda 'Barış Adlı Çocuk’a nazire, Sevgi Soysal’a selam olsun diye bu başlığı kullanmayı önermiştim. İyi ki Müge bu ismi kullanmamış de ben yazıma başlık olarak koyabiliyorum!

Son dönemde yazdığım birden fazla kitap yazısına konu alınan yazarın arkadaşım olduğu uyarısıyla başlama gereği hissediyorum. Eleştirel bünyemizin gün gün çelimsizleştiği, dergilerin bir bir kapandığı, pazarın niteliği gereği, altı boş veya dolu, bir canlılık beklenen çevrimiçi mecralarda bile roman, albüm, oyun, hatta film eleştirilerinin seyrekleştiği bu dönem, benim de kişisel üretkenlik çabalarımda yazıları azaltıp şarkıları çoğalttığım zamanlara denk geldi. Kültür alanının sınırlılığı düşünülecek olursa, zaten yazan çizenlerin birçoğu birbirini tanıyor (hayır, yaşımla ilgisi yok!); birbirimizin albümlerini dinliyor, kitaplarını okuyor ve -yazmaya sıra geldiğinde- önce onları yazıyoruz. Kişisel ilişkilerimin beğenilerimi ve yargılarımı etkilememesi ve bir "ahbap çavuş eleştirizmi" tuzağına düşmemek için elimden geleni yaptığımı belirtmek istediğim bu 'disclaimer' paragrafları için kusura bakılmaya...

'Kiev’de Bir Barış'ın kahramanı Barış, Ankaralı varlıklı bir ailenin canı nasıl istiyorsa öyle yaşayan, eğitimli ve işsiz kızıdır. Cinsel ilişkiler hayatında merkezi bir yer işgal eder. Erkek cinselliğinin şiddete, cinsel saldırıya ve küfre indirildiği bir toplumda kadın cinselliği büyük ölçüde bir tabudan ibarettir. Polinezya dillerinde düpedüz yasak anlamına gelen "tabu"nun bu ilk anlamının cinselliğe uygulanması sorunludur aslında. Zira türün devamı ilkesi gereği cinsellik yasak değildir, "regüle edilmiş"tir. İlle bu anlamı takip edeceksek, tabu olan cinsellik değil, cinsellik hakkında konuşmaktır. Özelde de kadınların konuşması.

Caption

Serbest görüşlü bir mühendisin kızı olan Barış’ın bu bahiste ne regülasyonla ne tabuyla sınırlandırılması pek mümkün değildir. Canının o an istediğiyle yatmaktan grup sekse, mastürbasyondan bayraklar ve başka "manevi" değeri olan nesnelerin pervasızca dahil olduğu fantezilere kadar Barış’ın erotik içgüdüsü sınır tanımaz. Ne var ki yalnızca Eros değildir onda sınırsız olan, Thanatos da bir o kadar uçlarda yaşanır. Freud’un yaşam ve ölüm dürtülerinin simgesi olarak başvurduğu mitolojik karakterler Eros ve Thanatos, Barış’ın bedeninde bir yarış içindedir.

Barış, Türkiye’de bir baltaya bilerek sap olamayışlarının ardından babasının yanına Ukrayna’ya gider. Yarı kerhen yarı kendini zorlayarak Rusça öğrenme çabaları içindeyken Vlad isimli ilginç bir gençle tanışır. Vlad da Barış kadar açıktır uçlarda dolaşmaya aslında ancak öz-düşünümsel bir marjinalliktir onunkisi. Adeta, genç yaşına rağmen "dalgalanmış da durulmuş" bir karakterdir. Barış’la tehlikeli sınır boylarında yürümekten kaçınmaz, öte yandan atacakları her adımı -tartmasa da- tartışmaya açar.

Vlad, romanın dönüm noktalarından birinde, sürekli ölüm isteğinden bahseden Barış’ı intihara pek elverişli yüksek bir köprüye çıkarır fakat daha son derece tehlikeli çıkış yolunda giderlerken korkudan ödü patlar genç kadının. Barış’ın ölüm pratiğinin erotik pratiğiyle boy ölçüşemeyeceği (en azından kitabın açık sonuna kadar) ortaya çıkar. (Gerçi Thanatos’un Eros kadar pratik bir Tanrı olmaması anlaşılır; bir tür "kargocu Azrail" olan Thanatos’un bir insanı alıp yeraltı dünyasına götürmesi zaten o insanın bütün hikâyesinin sonu değil midir?)

"Baba meseleleri", bu vakte dek anlaşılmış olabileceği gibi Barış’ın hayatındaki eksen sorundur. Babanın kızını birçok bakımdan serbest bırakması özgürlükten ziyade ihmal gibi gelir kulağa. Öykünün sonlarına doğru kızını 'it kopuk' adamlarına alıkoyduracak kadar öbür uca savrulması da buna delalet eder. Jung’un Freudcu Oidipus kompleksinin uzantısı olarak geliştirdiği Elektra kompleksi de dahil olmak üzere ailevi çatışmaların çeşitli terimleri kendini gösterir: Anneye dönük küçümseme, babaya dönük aşk-nefret duyguları, babasının sevgilisiyle rekabet…

'Kiev’de Bir Barış', oldukça sıkı bir kurguya sahip. Burjuva kızı Barış’ın Türkiye’den Ukrayna’ya gitmesinden mürekkep seyahat öyküsünün sıkıcı olabilecek kılıfının içinde şirket yemeklerinde rezalet çıkarmaktan bir seri katil öyküsünün kıyısına, Barış’ın pornosunun internete düşmesinden zorla kaçırılmasına dek birçok yere uğrayan girift bir olaylar örgüsü var. Okuma zevkini engelleme kaygısından ziyade böylesi bir anlatımın bu yazıyı okuma zevkine bir şey katmayacağı düşüncesiyle ayrıntılarına girmediğim bu örgünün etrafı, post-Sovyet Ukrayna’daki keskin çelişkiler, Türkiye’de erkek cinselliğinin düşkün halleri, saymaca kutsallıklar etrafındaki iki yüzlü ritüeller, seksin sınır tanımaz metalaşması, anne ve baba figürleriyle hesaplaşmalar gibi hayli güncel ve ciddi konuların sorunsallaştırılması bu kitabın en önemli yanlarından biri.

Kitap tanıtımında "Cinselliği pornografik biçimde işlerken, duyguları ve bilinçdışını erotik hale getirmiş" diye bahsedilen içerik 'Bir Fırıncı’nın Kızı' beklentisi oluşturabilir. Sahiden de cinsellik çeşitli bölümlerin kurucu öğesi ancak kitabın değil; dahası cinselliğin tasviri, arzuları kışkırtan değil tekinsiz soruların içinde bırakan bir tarzda icra ediliyor. Kitap, akim kalmış bir yetişme öyküsü, bildungs (eğitim) kısmı kısa devreye uğramış bir bildungsroman veya bir psikolojik gerilim olarak okunabilir ama erotik, -hele de- pornografik raflara istiflenmesi yanlış olur.

Kitabın sıkı bir kurgusu olduğunu yazdım fakat kurgunun birçok olanağının, yazarın bilinçli seçimiyle, kemale erdirilmediğini de söylemeliyim. Bu tekamül eksikliği karakterlerin bazı boyutlarında da gözlemlenebiliyor. Bunu klasik ve modern karakter yaratımı arasındaki farklara da atfedebiliriz. Klasik kişileştirmede kahramanın fiziksel, psikolojik ve sosyolojik boyutlarını kendi tarihi içinde gözlemleyerek tanırız. Modern ve sonrasındaki dönemde karakterleri bütünlüklü olmaktan ziyade epizodik tarzda, enstantaneler halinde tanırız. Yine de tanırız. 'Prens Mişkin’le tanışlığımız Joseph K.’yla tanışlığımızdan farklıdır ama ikisi de tanıdığımızdır.

Bir kadının yarattığı bir kadın karakterin etrafında kurulmuş olan Halukivna romanı, bize yalnızca kadınlığa ve erkekliğe dair değil insanlığa dair de bir şeyler söylüyor. Özellikle de tarihin ve coğrafyanın bu noktasında (romanın çoğu Ukrayna’da geçse bile, öncelikle bizim coğrafyamızda) yaşanan toplumsallığın insanına, yani bize dair.