Barış Ağacı'nın başında konuşmalar: Yontarken kendinizi yontuyorsunuz
Ressam, heykeltıraş ve tasarımcı Ayhan Tomak ile, Barış ve Hayat temalı kişisel sergi projesi için Büyükçekmece Belediyesi 20'nci Kültür ve Sanat Festivali'nde buluştuk. Antakyalı sanatçı, Türkiye'deki medeniyet zenginliği ile ağaç çeşitliliği arasında bir fark görmüyor; eserleriyle geleceğe dair estetik, sosyal kehanetlerde bulunuyor.
Medeniyetlerin kavşağı Antakya doğumlu heykeltıraş ve ressam, tasarımcı Ayhan Tomak'ın 'Barış ve Hayat' temalı heykel ve tasarım sergisi, 26 Temmuz - 3 Ağustos arasında İstanbul Büyükçekmece'deki 20'nci Uluslararası Kültür ve Sanat Festivali kapsamında, Büyükçekmece Belediyesi'nin sanat galerisinde yer alıyor.
Başkanlığını Dr. Hasan Akgün'ün yürüttüğü Belediye, bu yıl 71 ülkeden misafiri ağırladığı festivalin yanı sıra; ilçedeki Barış Manço Kültür ve Sanat Merkezi, Tepecik Nejat Uygur Kültür ve Eğitim Merkezi ve Celâliye Halk Akademisi ile de dikkat çekiyor. Sokaklarında Ayhan Işık, Cüneyt Arkın'ın levhalarla onurlandırıldığı; Atatürk Kültür Merkezi'nde ise Adile Naşit, Gazanfer Özcan, Müjdat Gezen ve Kemal Sunal gibi kültür sanat ikonlarının büstleriyle ve gösteri salonları ile anıldığı belediyenin Kültür İşleri Müdürlüğü birçok faaliyeti dışında Halk Akademisi Meslek Edindirme Kursları ile de hatırda kalıyor.
Bir sürpriz gibi, devasa, pastamsı görünümü ve Avrupa'yı içine sindirmeye hayli gönüllü, yüce, iri, neo-klasik mimarisiyle dikkat çeken yeni Büyükçekmece Belediye Binası önündeki büyükçe meydanda belediyenin düzenlediği önceki kültür sanat faaliyetlerinden yadigâr, ulusal ve uluslararası sanatçılara ait, taş ve metal ya da karışık teknik heykeller mevcut. Yapıtlar aynı meydanda ağaçlarla baş başa, püfür püfür esinti içinde, bulutlarla 'dans' ediyor.
Biraz daha dikkatle bakınca, onlara daha ileride, devasa bir Türk bayrağı ve ince uzun havuzun altında göğe fırlamaya yatkın bir oyuncak gibi kalan, bir eski Türk Hava Kuvvetleri Lockheed T-33 Silver Star eğitim jeti refakat ediyor. Bu, eski bir T-80 Shooting Star savaş uçağının dönüştürülmüş hali. Öte yandan, Büyükçekmece'nin hemen her yerine bir heykel, bir kamusal sanat eseri iliştirilmişe benziyor. Yine, Ertuğrul Evcimen Ahşap Gemi Modelleri sergisi veya Orhan-İdris Savaş Heykel Sergisi'ni bu yılki festival nezdinde görebilmek mümkün.
Festivalde ayrıca Tomak'ın düzenlediği sanatçı atölyesine katılan ve aralarında mimar, fizyoterapist, gemi mühendisi, halkla ilişkiler uzmanı, anestezi uzmanı, dişçi, bilim insanı gibi farklı özgeçmişleri olan sanat sevdalılarının figüratif ve soyut emeklerinin yer aldığı 'Ahşaba Dokunmak-II' sergisi Atatürk Kültür Merkezi'nde yine 3 Ağustos'a kadar görülebiliyor.
Çalışmalarını Istıranca eteklerindeki Binkılıç Köyü'nde yer alan atölyesinin yanı sıra evinin hemen aşağısındaki İstanbul Balat adresli denize nâzır ikinci mekânında devam eden zanaatkâr ruhlu, emektar sanatçı Tomak'ın 3 metre 40 cm. ile 2 metre 30 cm.'lik 'Barış Ağacı' ise Büyükçekmece Belediye Binası avlusundaki yerini hakkıyla bulmuş gibi. Sanatçının 'Hayat Ağacı' (2012, kayın ve meşe ağacı, 87 x 70 x 15 cm.) isimli bir diğer yapıtı ise Belediye'nin sanat koleksiyonuna çoktan alınmış bile.
Yeni Belediye Binası'ndaki sergide, İstanbul Üniversitesi mezunu ve Helsinki Uluslararası Sanatçılar Birliği üyesi sanatçının, 'Prometeus' (Kayın ağacı, 2012), 'Karşılaşmalar' (Kayın ağacı 2012), 'Çığlık' (2012, Kayın, ıhlamur, meşe ve gürgen ağacı) ile, 'Şahmaran' (Kayın ve meşe ağacı, 2013), 'Troia' (Mazel ağacı, 2019), 'Ay Tutulması' (Kayın ağacı ve metal, 2019) ve Büyükçekmece Kervansaray Festival Alanı'nda sergilenen 2015 tarihli, mazel ağacından yaptığı 'Denge' gibi yapıtları da, halkla buluşturuluyor.
Sanat hayatında ressam Erol Deneç önderliğindeki İFAR resim grubuna da katılmış bulunan Tomak (www.ayhantomak.com), üç yıl önce Balat'taki mekânında açtığı ve son 15 yılını resim ile heykel sanatında derlediği 'Resimden Heykele Yansımalar' isimli sergisiyle de biliniyor.
Tomak'ın tarzı akla, zamanın usta İngiliz romantik ve klasik ressam-şair ve yazar-düşünürü William Blake ile, gerçeküstü sanat akımının kimi üyelerini de getiriyor. Hal böyle iken, taşıdığı naif, doğal tavırla dikkat çeken Tomak ile, insan ve ağaç ilişkisi üzerinden, barışı ve hayatı konuştuk.
Materyali gördüğünüzde mi kafanızda bir biçim canlanıyor, yoksa ağaç türü ile konu arasındaki bir ilişki mi sizi üretime sevk ediyor?
Bu ağaç (Barış Ağacı) için ise eğer, benim kafamda kurgular var. Hatta bu kurgumla, daha sonradan yapmış olduğum altı metrelik devasa bir heykel de yer alır. Fakat bunu yaparken kafamdaki kurgu şuydu: Bir ağaç formu var; fakat ben ağaçları kafamda yeteri kadar algıladığım için, bu da, geçmişte yaşanmışlığı olan, ciddi mücadeleler görmüş, geçirmiş bir ağacın duruşu oluyor. Ve bunu o düşünce ile yapmıştım. Ama bunun da dışında sergiye 'Barış ve Hayat' dememin sebebi ise; bir de 'Hayat Ağacı' dediğim bir çalışmam var. Çok, özellikle de yurt dışında tanınan bir ağacım var. Bir tarafta barışa, diğer tarafta ise hayatın içindeki barışa dikkat çekmek istedim.
Bir de, sergide yer alan işler de insan-figür ağırlıklı, sosyolojik oldukları için hayatı temsil ediyorlar. Bir tarafta hayatın karmaşası, mutluluk ve sevinçleri burada harmanlanıyor ve bir konu bütünlüğü oluşturuluyor. Ama barış ağacı bütünüyle dominant bir çalışma diyebilirim. Aslında bütün kurgu bunun üzerine kurulu. O nedenle kafamdaki kurguyu bu ağaçtaki ile örtüştürdüm. Ağacın enteresan bir yapısı var; bu kök bir ağa, bir Doğu Avrupa ağacı veya klasik, 120 cm. çapında iki ağacın birleşimi ile bir otomobil büyüklüğünde oluyor ve şu an yaklaşık 3.40 cm civarında. Genişliği 2.30 ve yüksekliği de 3.70'e ulaşan ağaç malzemeyle bayağı büyük bir çalışma.
Genelde ağaçlar, büyük çalışmalar için çok fazla kullanılmazlar. Çünkü hareketleri çok fazla olur. Dinamik bir yapı olduğu için sıcağa, neme göre değişir. Fakat bu malzemede ben onları çözdüm. Dokusu da zaten kök olduğu için, hikâyesi de içinde idi. Toprağı barındırıyordu. Derinliği, doğurganlığı olan bir tarih vardı. Bunun için konu ve malzeme iç içe girince kolay oldu. Bu yüzden de kafamdaki kurgu ve malzeme iyice örtüştü. Frekans tuttu ve çok güzel bir çalışma çıktı. Normalde, kurduğumda ağacın dış formları yoktu. Ama bu Mazel türü bir Doğu Avrupa ağacı ve köklerin gözenekleri bulunuyor, levhanın üzerinde de kökün içi bulunuyor.
Aslında kökün içindeki her gözenek de bir hikâye. Bu hikâye, hayatın o karmaşası, mutluluğu, sevinçleri, üzüntülerini anlatıyor, doğal bir hava bu ve kendi kafanızdaki yaşanmışlıklarla da örtüşüyor. Ama kafamdaki kurgunun birebir aynısı olması anlamında, dominant oldu ve hiç değişiklik yapmadım desem doğru değil. Burada, kurguyu oluşturduğunuzda ağaçtaki deseni birleştirip yeni bir form oluşturmuş oluyorsunuz.
Doğanın bizzat kendisi içinde çalışırken, yine ona sanat eseri bırakmayı hiç düşündünüz mü? Yani insanın olmadığı yerlere heykel bırakmaktan söz ediyorum...
Benim kafamdaki kurgu öyle aslında. Doğayı referans alıp, onunla dans etmek istiyorum. Benim ilhamım, doğanın kendisi. Fakat doğa hayatın kendisi, ritmi, gerçekliği de demek. Bununla temas kurup, dilini öğrenebilirsiniz. Benim de derdim o. Hani, birlikte, doğaya bıraktığın bir şey var mı dediğinde, zaten sanatın kendisi böyle bir şey. O ritmi yakaladığın zaman, yan yana örtüşebiliyor. Çatışmıyor. Söz ettiğiniz projelerim ise olacak. Meselâ şu an atölyemde, Istıranca Köyü'nde, şu anda Atatürk Mahallesi olarak geçen yerdeki atölyede, bir otomobil büyüklüğündeki bir içi boş ağaç, doğal bir heykel formu gibi duruyor. Ama o, kendi içerisindeki yıpranmışlığı ile birlikte yürüyor. Mekânla birlikte örtüşmesi, elbette mümkün yani...
İnsan teni ve kemiğine çok yaklaşık bir 'bedensi' hal her nasılsa ağaçta hep varmış gibi geliyor. Bu sıcaklık ve yakınlığın, kalınlık, incelik, açıklık ve koyuluğun vb. sizdeki karşılığı nedir?
Ağacı kişilik olarak aldığımız zaman, meselâ meşe ağacı inatçıdır. İnanılmaz dirençlidir. 50-100 yıl da dışarıda kalsa etkilenmiyor. Dirençli. Çok fazla dirençli. Ya da bir zeytin ağacı var; yağlı bir ağaç olduğu için, doğada bir yıl kalsa kaybolup gidebiliyor. Bu da size aslında bir dil veriyor. Hepsinin bir karşılığı var. Bir duruşu var. Meşenin, zeytinin, söğüdün farklı duruşları size farklı veriler sunuyor. Ben onların kendi doğal görüntülerini vurgulamak istiyorum, hiç müdahale etmek istemiyorum. Bu açıdan insan tenine en yakın doku, kayın ağacında olanı. Hareketlerine bakıyorsunuz, tıpkı bir insan gibi. Agresif olabiliyor, dingin olabiliyor. Bulunduğu bölgeye de farklı şekillerde tepki verebiliyor.
Kimi zaman doğada neredeyse soyut birer heykel gibi, insan bedeni veya başka canlıları çağrıştıran formlarla karşılaşıyoruz. Hatta bu konuda sosyal medya paylaşımlar da oluyor...
John Berger'in Görme Biçimleri'ni 1990'larda okumuştum ve bana inanılmaz bir ilham vermişti. Çünkü biri bakar, öteki görür. Görmeyi ve o dili öğrendiğiniz zaman yalnız kalmıyorsunuz. Benim çalışmalarım aslında gerçeküstü (sürreal) çalışmalar ve bunlar sizi kışkırtıp, aktif hale getiriyor. Sizin bahsettiğiniz türden atölyemde bir heykelim var, hiç dokunamadım. Dokunmam da. O kadar kurulu, hazır halde ki... Onda örneğin bir 'Savaşçı Kadın' formu var. Sizin hiç bir şey yapmanıza gerek yok. Doğa zaten onu bir biçimde sıkıştırmış. Sizin sadece ona yaptığınız, bir tür algıda seçicilik oluyor. O bölümü alıp, sergi alanına koyduğunuz zaman, doğa zaten işi bitirmiş vaziyette. Sizin yaptığınız o detayı alıp, koymak.
Yine bunun gibi, çeşitli ağaç kesiklerinden türlü isimler çıkıyor gibi şeyler söylenir. Yine ben de bir kesit bulmuştum; kalp şekli çıkıyor. Ben buna o kadar yoğunlaştım ki, artık o kalp kesitinin nereden çıkabileceğini kestirebiliyorum ve bir bakıyorsunuz orada bir kesit, kalp var ama bir taraftan da yarık var. Sizin çiziminiz aslında doğada hazır duruyor.
Ölü ve diri ağaçla çalışmak adına, çevre kaygısı üzerinden bir denge varsa, bunu neyle gözetiyorsunuz peki?
Meselâ bazen, canlı ağaçlar üzerinde yontular yapılıyor. Ben buna inanılmaz karşıyım. Çünkü o bir canlı ve kabuk dediğimiz şey aslında onu koruyan şey. Siz o kabuğu soyduğunuz zaman o ağacı öldürürsünüz. Böyle bir durum olunca bir çelişki de gündeme geliyor. Veya diyelim okullar veya kamusal alanlarda, bina çevrelerindeki ağaçlara çiviler bağlanıyor. Yani size nasıl bir çivi çakılıp orada vücudunuza diri diri bağlanırsa, orada da o ağaca aynısı oluyor. Ve o ağaç siz kendinize katmak istedikçe çürüyor. Doğaya saygı üzerinden bir felsefeniz varsa bunda bir sorun yok; ama öte yandan farklı davranıyorsanız da bu bir zarardır.
Örneğin sanayi türü bir amaçla sadece tek tür bitkiler ekiyor ve ötekilere izin vermiyorsanız, bu bir zarardır. Kısacası, işin felsefesi önemli. Doğa ile birlikte yaşamak mı, yoksa ona hükmetmek mi istiyorsunuz? Burası önemli. Ben doğa ile birlikte yaşamak istiyorum. O nedenle meselâ ağacı tedarik edişimden tutun, onu kullanışım ve ona davranışımla ilgili her şeyde ben de kendimi yetiştirmeye çalışıyorum. Çünkü bu, çok uzun erimli bir şey. Geçmiş tarihlerdeki ağaçla olan temas ile şimdiki teması irdeleyip de dikkat etmek gerekiyor.
'TÜRKİYE KENDİNİ DÖNÜŞTÜREMİYOR'
Şu an Türkiye'de 'azınlıkta' kalan ağaç türleri hangileri?
Örneğin yüksek gerilim hatlarının geçtiği yerlerdeki kara ağaçlar büyük tehlike altındalar. Kara ağaç, daha çok kuzeyde yaşayan ve içine baktığınız zaman meşe ağacına benzeyen, sağlam, sert, dirençli, devasa bir ağaç türü. 150-300 yıl yaşıyor. Yine sedir ağaçları var; örneğin Lübnan bayrağındaki sedir ağaçları için de tedirginim. Ayrıca şimşir ağacının o kadar kap kacak kaşık yapılması da ormanları epey tehdit altına alıyor. Burada dikkat çekmek istediğim şey şu; bir şeyi kullanmak, onun bardağı taşıran son damlasına kadar olmamalı.
Orman da kendi içerisinde sürekli dönüşen bir şey aslında. Tıpkı kendi saçınızdaki telleri kesmeniz gibi, orman da gürleşir. Ama tutup tam dipten kökünü kazırsanız, orman kaybolur! Türkiye'deki en büyük eksiklik bu, kendini dönüştüremiyor, yenileyemiyor ormanlar...Yoksa orada orman hastalanmasın diye, gençleştirme planlarını elbette yaparsınız, yapmalısınız da. Yaşlı ve genç ağaçlar arasında bir denge kurarsınız. Ama onun yerine hepsini tıraşlayacağım dediğinizde çöle döner. Bir dalı kestiğiniz zaman, öteki dal güçlenir. Önemli olan o felsefedir. Siz orada onu güçlendirmenin derdinde misiniz, yoksa para kazanma derdinde mi? Aslında dikkat çekmek istediğim şey bu.
Yapıtlarınızdaki soyut ve figüratif biçim dengesini nasıl kuruyorsunuz?
Soyut daha ağırlıkta ve doğaya bakarak yeni bir şeyler çıkarmak beni epey mutlu ediyor aslında. Çünkü böylece kendi kendine bir dil oluşturmuş oluyorum. Tabii ki, doğanın kendi ritmi müthiş ve bu dengeye uyum sağlayabiliyor, onu algılayabiliyorsanız, zaten orada ilham dediğimiz şey devreye girmiş oluyor. Yani bu gökten, yerden gelmiyor. O yüzden, yoğunlaşırsınız, çalışırsınız, geniş formlar oluşturursunuz. Benim yansımam doğa yani...
Geri dönüşüme müsait, tesadüfen bulduğunuz ağaç parçaları veya toplumun atık muamelesi yaptığı malzemeler de sizin yaratıcılığınıza kaynak teşkil ediyor mu?
Kesinlikle. Çünkü orada bir tarih, bir yaşanmışlık var. Örneğin o dallar ve her kıvrımı, daha alıcı gözle bakıldığında, her duruşuyla bir hikâye sizin için. Örneğin vadide, alüvyonlu, sıcak bir iklim ve suyun olduğu yerdeki ağacın dalları çok rahattır. Çok mutludur, kollarını dallarını her yana uzatır, yere, göğe doğru gider. Ama bir dağ tepesinde, Karadeniz rüzgârını yiyen bir ağacı görseniz o da benim gözümde çilekeş, ama direnen ve gerçekten ahşabına baktığınızda lifleri çok sert, gergin bir ağaçtır. Ve hikâye oradadır biliyor musunuz? Problemli olan yerde değil...
Problemli olan yerde hikâye vardır. Bu çok belli oluyor ve nerede problem yaşıyorsa, ağacın vücudunda, yapısında onu görebiliyorsunuz. Yani, Pandora'nın kutusu gibi... O, aslında size ciddi bir ilham kaynağı oluyor. Siz toplumdaki sosyolojik problemleri incelemişseniz, ağaçta da onu görebilirsiniz. Tabii bu sadece ağaç için de geçerli değil. Doğanın kendisinde onu görebilirsiniz. Bu, taşın formunda, sadece ağaçta değil, ormanın içinde de olabilir. Hayvanların yapısında bile bunu görebiliyorsunuz. Dolayısıyla bunu örneğin kayın cinsi ağaçta bile görüyoruz; söz gelimi Almanya'daki kayın ile bizimki çok farklı. Bizdeki kayın ağaçlarını ben daha agresif görüyorum. Daha gergin, stresli, daha kuzeye gittikçe ise daha sabit hale geliyor. İşte bu bile, size sosyolojik bir bakış açısı.
Küresel iklim değişikliği, mesleğinizi nasıl etkiliyor?
Mesleğimden çok beni duygusal yönden etkiliyor. Öyle ki, sanki doğa pusuda, yatmış...Birden değişecek. Oysa öyle değil... Bardağı taşıran son damlaya geliniyor. Öyle bir gün gelecek ki, ortalığı darmadağın edecek. Bu bayağı etkiliyor. Yoksa ben o malzemeyi bulup bulmamaya bakmıyorum. Benim için o malzeme, her zaman farklı şekillerde yapılabilir. Ama bu küçük bir tahta parçası da olabilir. Ben illa ahşap yapacağım diye de düşünmüyorum. Taş da yapabilirim, başka şey de. Heykeltıraşım. Fakat, ağaçların haykırışını görüyorsunuz. Bu beni etkiliyor. Kesim yapılan yerlerdeki ağaçları görün, nasıl kıvrandıklarını hissedersiniz. O gözle bakarsanız, savaşı da, buhranları da görebilirsiniz. O gözle bakmayan, hiç bir şey göremez. Yapacak bir şey yok. Bir perde inmiştir...
Ağaçların da birer kökeni, kültürü olduğunu biliyoruz. Bu da onları insanın bir metaforu haline getiriyor. Buradan onların da bir 'demokrasi iklimi' ve evrimi yaşadıklarını düşünüyor musunuz?
Tabii, ona hiç şüphem yok zaten. İstanbul'daki bir ağaç ile kuzeydeki, doğudaki kesinlikle çok farklı. Bir heykeltıraş olmanıza gerek yok. Istıranca'da başıma ilginç bir şey geldi: Bir ağacın, tomruk halinde kesiminden sonra o sırada başka bir köyden gelen bir maraba, bana ağacın hikâyesini anlattı. "Bak," dedi, bu ağaç sağ tarafından rüzgâr yemiş. Bu kısmı ne kadar gerilip, strese girmiş...Sol tarafı ne kadar rahat...Bunun gibi sözlerle bana uzun uzun oturup, o ağacın hikâyesini anlattı. Ağacın içini Pandora'nın kutusu gibi açtığın zaman, o insan yıllarca o işte emek verdiği için, artık uzaktan bakınca bile o ağacın hikâyesini görebiliyor. Sevincini de, üzüntüsünü de.
Orman yangınları ayrıca dehşet verici bir şey. Bu yangınlara üzüldüğüm gibi bunları bilinçli yakanlara da çok üzülüyorum. Bu kadar cehalet, beni çok ürkütüyor. Yanması vb. bir yana, bu kadar cehaletin ucu açık; nereye gideceğini bilmiyorlar. Nereye dönüşeceğini bilmiyorlar ama, daha sonra pişman olacaklar. Ama pişmanlık bir işe yaramayacak.
Bu festivale atölye öğrencilerinizin karma sergisiyle de katılan birisiniz. Hoca öğrenci ilişkisi ve zanaat üzerine biraz konuşalım mı?
Ben bir heykeltıraşın haftada en az bir-iki gün ders vermesi gerektiğine inanıyorum. Burada malzememiz ahşap olduğu için, onunla ilgili bir temasa kendilerini hazırlamak işin içine giriyor. Bu biraz da sosyal sorumluluk projesi halini de alıyor. Gelen arkadaşlar da bu atölyeyi kendileri seçip, geldiklerinde, güzel bir sinerji oluşuyor. Yapılan eserleri gördüğünüz zaman, bir alt kültür oluşuyor. Doğa ile ilgili bilgileri de o esnada kendilerine vermiş oluyorsunuz. Ahşap malzeme ile temas kurduğunuzda, kendinizi de rehabilite ediyorsunuz ve karşınızdaki malzemeye ayrı bir saygınız olmuş oluyor. Bizim bugün bir temasımız ve derdimiz yok. Temasınız olmayınca, yok edersiniz. Bu atölyede çok da güzel eserler çıkıyor. Bunu somutlaşmış hale getirmek istedim. Paylaşmak istedim. İşleri dışında ve amatör mantığı ile gelen farklı iş kollarından insanların belli saatlerde bunları ortaya çıkarması tabii ki çok hoş bir şey. Bu da emeğe ve doğaya saygıyı birlikte getiriyor.
Yontu, ahşap ve insan dediğimizde zaten felsefeden geçmeden duramıyoruz. İnsanın kendini gerçekleştirmesi, Zen / Tao veya Sufizm / Mevlevîlik gibi türlü inanış şekillerinde ve felsefede elbette, hep karşımızda olmuş, olacak gibi görünüyor.
Yontarken kendinizi yontuyorsunuz. Eğitim koçlarıyla 'ağaç, öğretir' fikri üzerine bir eğitim formatı oluşturduk. Bu atölye çalışması önce bunun felsefesini oluşturmaya dayanıyor, yoksa meslek sahibi yapmaya veya bir sanatçı atölyesine yönelik değil bu. Bu biçim o kadar güzel geçti ki, zaten tam da sizin bahsettiğiniz başlık gibi bir başlığı bulunuyordu. Benim burada türlü firmaların üst düzey yöneticilerinden, halka uzanan türlü atölyelerim bulunuyor. Çünkü dert, böyle bir felsefeyi oturtmak. Yontmak, yontulmak... Bu çok önemli bir şey. Bu konuda bir metin ve internet sayfamız da var. Örneğin bu 'ağaç öğretir' ile ilgili bir metnim var. Bana da böyle bir teklif geldi tabii. Ama Doğulu kültürden geldiğim için benim öğretme tekniğim daha ziyade sözel...
Aslında bu malzeme, size sabretmeyi, kendinize hakim olmayı, dinginleşmeyi ve doğanın ritmini yakalamayı öğretiyor. Siz tutup da Jakoben bir bakışla ben dönüştüreceğim, ben mükemmeli arayacağım dediğiniz zaman, ağaç sizi öyle bir ters köşeye yatırır ki, tepki verir, kırılır... Onu çözemezsiniz.
Yapıt üretiminizde ölçek sizi ne kadar sınırlıyor veya özgür kılıyor? Tevazu ile mi üretiyorsunuz? Yoksa hep en büyüğün hayalini mi kuruyorsunuz?
Birlikte sergi açtığım arkadaşlarımdan biri, eseri kafasında kurgular, sonra malzemesini araştırır. Ben ise daha özgür hareket ederim. Karşımda ne var? Kafamda bir kurgu var. Kurgunun karşısında ne var? Birlikte dans etmeyi severim. Orada, benim fikrim ile malzeme yan yana gelebiliyorsa, benim için süreç başlamış oluyor. Orada, çok güzel işler çıkartırsınız. Ama, onun yanında kafanızda bir kurgu vardır, öyle güzel örtüşür ki, malzeme de oraya ulaşınca hiç değiştirmez, direkt sonuca ulaşırsınız. Yani tekdüze bir duruşum yok benim... Çünkü Türkiye'de, çok geçişken bir yerde, rengârenk bir ortamda yaşıyorum. Rengârenk eserler çıkarma derdindeyim. Böyle bir yapım var daha doğrusu...
Belki görmüşsünüzdür, bazı sanatçı arkadaşlar vardır, yıllarca belli yapıtlarının türevlerini çıkarırlar. Benimki biraz daha farklı. Örneğin 'Karşılaşma' isimli bir dizim var; ağaçları basınçlı buharda bükerek çalışıyorum; diğer bir yanda ise, bu 'Barış Ağacı' gibi, daha düşünsel meselelerle birlikte, ağacın da dokusu ve işçiliğinin daha farklı olduğu çalışmalarım var...Yine 'Şahmaran' isimli heykelimdeki gibi ağacın dokusuna hiç dokunmadığım işlerim var; veya 'sanatçı kurtlar' dediğim, ağaç kurtlarının yaptığı desenlere hiç dokunmadan, devamında da onların deseni gibi benim devam ettirdiğim bir çalışmam da var; şimdi bunlar aslında çok güzel bir senfoni gibi oluyor benim için. Bunlar benim için ayrı şeyler değiller. Ben onları bütün halinde görüyorum, ama dışarıdan bakıldığı zaman, sanki ayrı bakılıyormuş gibi. Oysa, hayatın kendisi bu. Ben bu hayata bir defa gelmişim ve bu senfoniyi yaşamak istiyorum.