Geçtiğimiz hafta, Barış Akademisyenleri davalarının ilk duruşmaları vardı. Bu duruşmalar için tahsis edilen mahkeme salonu bu tür davalarda alışılageldiği üzere çok küçük olduğundan, barış için akademisyenler bildirisi nedeniyle yargılanmaya başlayan meslektaşlarımızı Çağlayan Adliyesi’nin koridorlarında bekledik. Kendisi de barış imzacısı olanlar, olmayanlar, hâlâ akademinin “içinde” olanlar ve olmayanlar, destek için Ankara’dan, İzmir’den, Anadolu’nun dört bir tarafından gelenler; hak örgütleri çalışanları, aktivistler, eğitimciler, gazeteciler, milletvekilleri ve eski-yeni öğrencilerimiz İstanbul’da buluşmuştu o gün. Koridorda beklerken, mahkeme salonunun içinde olup biteni ancak sosyal medyadan takip edebiliyorduk. Orada, yargılanan arkadaşlarımızın yanı başındaydık; ancak üçüncü-dördüncü kişilerin aracılığıyla onlardan haber alabiliyorduk.
Beklerken, haber sitelerine düşen haberler arasında bir tanesi çoğumuzun yüzüne muzip bir gülümseme yayılmasına yol açtı. Bir yandan içimden “Yok artık, doğru değildir.” diye geçirirken bir yandan da gözümün önünde canlanan görüntünün peşine takılan gülümsememi, Macaristan’a iltica ettikleri belirtilen “halk oyunları ekibi”nin ardı sıra gitmekten alıkoymaya çalışıyordum. Görüntü tam olarak şöyleydi: Bir arkadaşımın söylediği şekliyle “bir grup neşeli genç”, üzerlerinde etnik kıyafetler, kol kola girmiş halay çeke çeke Macaristan sınırını geçiyorlar. Bu sahne, gözlerimin önünde tekrar tekrar başa sarıyor ve gençler mendil sallayarak, hareketli bir müzik eşliğinde dans ederken gümrükten geçiyorlardı. Tıpkı soğuk savaş döneminde Eski Doğu Bloğu ülkelerinden görece daha “özgür” olabilecekleri ümidiyle Amerika’ya, Kanada’ya ya da kimi Avrupa ülkelerine iltica eden sporcular, sanatçılar, bilim insanları gibi.
Nitekim geçtiğimiz günlerde hayatını kaybeden olimpiyat şampiyonu halterci Naim Süleymanoğlu’nun Bulgaristan’dan Türkiye’ye kaçışı da benzer bir saikle gerçekleşmiş, Süleymanoğlu 1986 yılında Avustralya’da düzenlenen dünya şampiyonası sırasında, kaçmasından şüphe edildiği için kendisini adım adım takip eden Bulgar istihbarat görevlilerini atlatarak önce Melbourne’daki bir camiye, sonra da Türkiye Büyükelçiliği’ne sığınmıştı. İşte bizim “neşeli gençler” de, her ne kadar yerel bir gençlik halk oyunları ekibinin üyeleri olsalar ve pek öyle ünlü sporcular kategorisinde yer almasalar da, yeni ve elbette daha özgür bir gelecek için olsa gerek, Avrupa’ya “kapağı atmanın” bir yolu olarak Macaristan’da düzenlenen bu halk oyunları festivalini görmüşlerdi. Binlerce insanın, yalnızca Suriyeli, Iraklı, Afgan mültecilerin değil, geçtiğimiz haftalarda üç küçük çocuklarıyla birlikte boğularak hayatlarını kaybeden Maden ailesi gibi daha birçok Türkiye Cumhuriyeti vatandaşının da kendilerini ölüme götüren o yolculuğu göze almasının ardında benzer bir neden yatıyordu: “Daha iyi koşullar altında özgürce yaşayabilmek.” İşte bizim bu “neşeli gençler”, kasım ayının başında halay çekerek gittikleri o festivalden geri dönmemek yoluyla kayıplara karışmış, olay neredeyse bir ay sonra basına yansıyabilmişti.
Yalnız hikâyede bir tuhaflık, bir bit yeniği de yok değildi. Birincisi, gençlerimiz ırkçı ve mülteci düşmanı Orban rejiminin hüküm sürdüğü Macaristan’a iltica etmişlerdi. Yani Türkiye’deki baskıcı ve otoriter rejimden kaçarken kendilerini pek de iyi karşılamayacak bir başka otoriter rejime sığınmışlardı. Neyse ki kısa süre sonra, Macar yetkililer böyle bir iltica talebinin ulaşmadığını açıkladılar. Başka bir deyişle, gençlerimiz “neşeli” ancak pek de öyle “saftorik” değillerdi; Macaristan üzerinden Avrupa topraklarına bir kez girdikten sonra izlerini kaybettirmiş, hatta İnterpol peşlerine düşmüştü. Hikâyenin devamı daha da ilginçti; zira hepsinin 20 yaşının üzerinde olduğu açıklanan gençlerimizin tümü de aslında lisanslarını yeni çıkartmış ve bu lisanslarıyla hizmet pasaportu için başvurarak 6 ay süreyle geçerli olacak gri pasaportlar edinmişlerdi. Başka bir deyişle gençliğe özgü, öylesine bir çılgınlık anında alınmış ani bir kararla değil, öncesinden uzun uzun planlanmış, gerekli mercilerden gerekli yardımlar alınarak tasarlanmış bir “kaçış” söz konusuydu.
Bu gençlerin tümünün de adli sicil kayıtları temizdi, Fetöcü ya da başka bir şeyci olduklarına dair görünürde en ufak bir emare yoktu; diğer yandan her nasıl olduysa hepsi birden lisanslarını son anda çıkartabilmiş ve gri hizmet pasaportu alabilmişlerdi. Sayıları yüz bini aşan ihraç edilmiş, açığa alınmış kamu personelinin mevcut pasaportlarının iptal edildiği, yeni pasaport çıkartmak için yaptıkları başvuruların, davaya konu olabilecek herhangi bir resmi belge sunulmaksızın, hiçbir açıklama getirmeksizin geri çevrildiği, eşlerinin ve çocuklarının dahi yeni pasaport çıkartmalarının engellendiği, haklarında mahkemelerce verilmiş bir yurtdışına çıkma yasağı kararı bulunmayan, pekçoğunun hakkına açılmış bir soruşturma ya da dava bile olmayan on binlerce kişinin pasaportlarına nasıl ve neden olduğu bilinmeksizin tahdit konulduğu bu ülkede, tüm üyeleri lisanslarını yeni çıkarmış bir amatör halk oyunları ekibi, rahatlıkla gri pasaport alabiliyor ve yurt dışına çıkabiliyordu.
Bu neşeli gençler, şu anda kim bilir nerelerdeler. Bize gelince, biz Çağlayan’daydık bu hafta. Aynı barış bildirisini imzalayan 1128 kişinin davalarının tümü teker teker, ayrı mahkemelerde açıldığı ve yaşadıkları yer dikkate alınmaksızın tüm dosyalar İstanbul’da toplandığı için daha çok gideceğiz Çağlayan’a. Ne zaman olacağını bilemesek de, sıra bize de gelecek yakında. Aslına bakarsanız sayımız 1128 de değil. Barış için Akademisyenler Bildirisi 11 Ocak 2016’da yayınlandıktan sonra, 20 Ocak tarihinde ilk imzayı atan 1128 kişilik gruba yaklaşık 1000 akademisyen daha eklendi ve toplam imzacı sayısı 2212’ye ulaştı. Birinci ve ikinci imzacıların bu toplamı içinde ihraç edilmiş ama yargılanmayanlar; ikinci imzayı atanlara henüz soruşturma açılmadığı için yargılanmayan ama aynı imza nedeniyle ihraç edilmiş olanlar; ihraç edilmemiş ama yargılananlar; ihraç edilmemiş ve yargılanmayanlar; hem ihraç edilmiş, hem yargılananlar var.
Bu 2212 kişi içinde yargılanmadıkları ve yargılanıyorlarsa da mahkemece verilmiş bir yurt dışına çıkma yasağı olmadığı halde ihraç edildikleri için pasaportları iptal edilen ve yeni pasaport başvuruları kabul edilmeyenler; KHK ile ihraç edilmeyip de idari bir kararla üniversite yönetimleri tarafından açığa alındıkları halde ve haklarında alınmış herhangi bir yurtdışına çıkma yasağı kararı bulunmaksızın pasaportlarına tahdit konularak yurt dışına çıkışı engellenenler; pasaportları iptal edilmeyen, üniversitelerdeki görevlerine devam eden ve rahatça yurt dışına çıkanlar; haklarında açılmış bir soruşturma dahi olmadığı halde yurtdışına çıkamayanlar; eğitim ya da iş için yurtdışındayken pasaportları iptal edilip de yurtdışından geri dönemeyenler; geri dönüp de tekrar gidemeyenler var.
Bu 2212 kişi içinde ayrıca, yurt dışına çıkamadığı ya da yurt dışından dönemediği için aileleri parçalananlar; eşleri ve çocukları Türkiye’de, kendileri yurt dışında kalanlar; çocuklarının biri Türkiye’de biri yurt dışında olanlar; yurtdışında doğan bebeğini göremeden pasaportu iptal edilenler; bebeklerinin, çocuklarının büyüdüğünü fotoğraflardan görenler; yurtdışında okuyan çocuklarını ziyarete gidemeyenler; burs alıp eğitimlerine yurtdışında devam edenler, burs alıp pasaportları iptal edildiği için yurt dışına çıkamayanlar; yurt dışında prestijli bir araştırma merkezinde çalışmaya başlayanlar ve yurt dışında prestijli bir araştırma merkezinden davet alıp pasaportları iptal edildiği için yurt dışına çıkamayanlar da var. Neşeli gençlerden oluşan bu halk oyunları ekibi yurtdışına kaçmak için hiçbir sorun yaşamadan gri hizmet pasaportlarını alıverirken, yıllarca kamu hizmeti vermiş, defalarca ve çoğu zaman resmi görevle yurtdışına çıkmış, pekçoğu yeşil pasaport sahibi bizler, içinden çıkılmaz bir pasaport kargaşası içindeyiz anlayacağınız.
Devam edelim: Bu 2212 kişi arasında, KHK ile ihraç edilen 380, işten çıkarılan, emekliliğe zorlanan toplam 73 akademisyenin yanı sıra, görevden uzaklaştırılan 101 meslektaşımız da var. Yaşanan hak ihlallerinin tam listesi için Barış için Akademisyenler web sayfasındaki rapora bakabilirsiniz. Aynı zamanda, üniversite yönetimleri henüz soruşturma açmadığı ve isimleri henüz bir KHK listesinde yer almadığı için, sevgili Hrant Dink’in sözleriyle neredeyse bir “güvercin tedirginliği” içinde derslerini vermeye, araştırmalarını yapmaya, jürilerde görev almaya devam edenler, her gün türlü yıldırmalarla baş etmeye çalışanlar; ayaklarını sürükleyerek gittikleri ve hâlâ çatısı altında oldukları kurumlarda derslerin aksamaması için belki büyük bir keder içinde çabalayanlar; “dışarıdaki” arkadaşlarına dayanışma gösterebilmek için ellerinden geleni yapanlar ya da belki hiçbir şey olmamışçasına hayatlarına devam ederlerse bu büyük yıkımdan kaçabileceklerini umanlar da var.
Bu 2212 kişi arasında gençler, kariyerinin henüz başındakiler; yüksek lisans yaparken, doktora derslerine başlamışken, doktora yeterlilik sınavını henüz vermişken, doktor ünvanını henüz almışken, doçentlik sınavına başvurmuş, eser değerlendirmesine girmiş, eser değerledirmesinden geçmiş, sözlü sınav aşamasındayken; profesörlük kadrosu beklerken, dosyasını teslim etmiş, jüri raporları tamamlanmış, atama beklerken imza atanlar; emekliliğini bekleyenler ve emekliliğe hak kazananlar var. Asistanlar, yardımcı doçentler, doçentler, profesörler, anabilimdalı başkanları, bölüm başkanları var. Sosyal bilimciler ve fen bilimciler; tıpçılar, matematikçiler, eğitimciler, siyaset bilimcileri, sosyologlar, psikologlar, dilbilimciler ve iletişimciler var. Sendikalı ya da sendikasız, Marksist, sosyalist, sosyal demokratlar, dindarlar, liberaller ya da kendini herhangi bir ideolojik konumlanma içinde tanımlamayanlar; feministler ve elbette LGBTİ hakları savunucuları, insan hakları savunucuları, ayrımcılık karşıtları var.
Anlayacağınız Çağlayan’da duruşmaları başlayan bizler “çokuz” ve barışı talep etmenin bir suç olmadığını bildiğimiz için de haklıyız. Bizi birbirimizden ayırmaya, teker teker yargılayarak yalnızlaştırmaya, ihraçlar ve farklı muamelelerle bölmeye ne kadar çalışırlarsa çalışsınlar, bizi bir araya getiren ortak noktamız, insan haklarına saygı ve bir an önce barış şartlarının oluşturulması gereğine dair hem insani hem de mesleki sorumluluğumuz. Bizi bu kadar haklı ve bu kadar çok kılan vicdanımız, size bir şey söylüyor. Sesimizi duyun ve çoğaltın diye.