Barış Akademisyenleri yargılanabilir mi?
Barış Akademisyenleri bir darbe olmadığı sürece yargılanamazlar. Çünkü hükümet kendi yarattığı (özellikle 2011-2015 arası) bir “müzakere hukuku'nu yargılayamaz. Kendi yarattığı 'barış hukuku'nu hasım olarak gösteremez. Kendi yarattığı hukuktan dolayı başkasını fail haline getiremez.
Orhan Gazi Ertekin*
Anayasa Mahkemesi Barış Akademisyenleri yönünden hak ihali kararı verdi. Bu yeni kararla beraber yukarıdaki soruya şimdilik “Barış Akademisyenleri 3713 sayılı Terörle Mücadele Yasasının 7/2 maddesi atfıyla yargılanamaz” cevabı verildiğini kesin olarak kabul edebiliriz. Gerekçeli karar yayınlandıktan sonra yargılamaların bundan sonraki gelişim süreçleri üzerine daha net sonuçlara varabileceğiz. Ve tabii ki yargı içindeki ittifak ve çatışmaların Anayasa Mahkemesi kararına uyma zorunluluğuna dönük anayasal ve kurumsal gereklilikleri ne ölçüde uygulamaya koymak istediği ve isteyeceği sorusu da bir başka merak konusudur.
Şu halde başlıktaki soruyu bir kez daha tartışmanın tam zamanı olarak görünüyor ki gerçek şudur: Bizce Barış Akademisyenleri bir darbe olmadığı sürece yargılanamazlar. Çünkü hükümet kendi yarattığı (özellikle 2011-2015 arası) bir “müzakere hukuku'nu yargılayamaz. Kendi yarattığı 'barış hukuku'nu hasım olarak gösteremez. Kendi yarattığı hukuktan dolayı başkasını fail haline getiremez. Kendi geçmiş hukuk ve yargısını kendisini dışarda tutarak mahkum edemez. Dışardan bir güç tarafından kesintiye uğratılmadığı(darbe, taklib-i hükümet, devrim vb.) sürece bu hukuki iradesini değiştirdiği halde dahi geçmiş hukuki performansına ilişkin tüm o beyan, tavır ve uygulamalarına “yargılayan” olarak dahil olamaz. Ve nihayet barış bildirisi gibi “barış hukuku”na dair eylem ve işlemler ancak ve ancak onu hukukun içinde bir “geçiş süreci” olarak inşa eden hükümet ile birlikte yargılanabilir. Politika geriye yürür. Ama hukuk geriye yürümez. Bu durum hukuk düşüncesi, politikası ve tekniğinin en temel kuralıdır. Aksi halde Türkiye'nin hukuk ve yargısının güncel sorunu bugüne kadar şikayet ettiğimiz gibi “araçsal kullanımı” olmaktan çıkar ve bir “şizofrenik yargı”nın ta kendisi haline gelir. Anayasa Mahkemesi kararının bu şizofrenik süreci nereye sürükleyeceğini göreceğiz. Şimdilik sorunun mahiyet ve gelişmelerini kısaca ortaya koyduğumuzda durum daha da belirginleşecektir...
BARIŞ BİLDİRİSİ
1128 akademisyen tarafından imzalanarak 11 Ocak 2016’da kamuoyuna açıklanan “Barış Akademisyenleri bildirisi” detayları olmakla beraber içerik ve yöntem bakımından iki önemli vurgusuyla özel bir politik-hukuki karakter kazanıyordu. Bunlardan birincisi Türkiye’de anayasal ve yasal bir yönetim talebini içermesi idi ki devleti ve devlet kurumlarını kendi yasal vaatlerine uymaya çağırmak o çok iyi bildiğimiz anayasacılık hareketleri misyonuna ve yurttaşlık görevine tekabül etmekteydi. Yani basitçe özeti şuydu: Cezasızlıktan beslenen bir devlet ve kurumlar alanının terki ve hukuki yönetim talebi ileri sürülüyordu. Bildirinin “kurulu hukuk”, yani anayasal ve yasal mevzuat bakımından en temel tespiti ise sokağa çıkma yasağı ve bu yasağın gölgesinde yürütülen askeri operasyonların hukuk dışı olması ve sorumlular hakkında takibat yapılması gerektiği üzerine kuruluydu. Bir fikir vermesi açısından şu hususu hatırlatalım; Sokağa çıkma yasağı uygulamasının yasal ve hukuka uygun olduğuna dair hükümet taraftarı hukukçuların bile o dönemde ciddiye alınabilir bir savunması olmadı. Hatta o dönemde olağanüstü hal devreye sokulmaksızın sokağa çıkma yasağı ilan edilemeyeceği her kesim tarafından ittifakla kabul ediliyordu. Bu konudaki hukuki durumu merak eden Kemal Gözler hocanın ilgili makalesini okuyabilir. Barış Akademisyenlerinin bildirisi işte tam da böyle bir güncel bağlamın içinden yükseldi ve hukukçular tarafından her gün dile getirilen olağan eleştiri ve hatta hukuki itiraz ve şikayetler akademisyenlerin kürsüsünde kendi özgül ifadesini buldu.
Gelelim ikinci önemli vurguya. O da Türkiye’nin genel iktidar süreçleri açısından bakıldığında Özal’dan 28 şubat generallerine oradan da mevcut hükümete kadar siyasi tutarlılık içinde gelişen müzakere ve diyalog süreçlerinin daha tutarlı bir “barış hukuku” projeksiyonu ile geliştirilmesi talebini içermesiydi. Akademisyenlerin hukuki süreçler ve yargısal içtihatlar bakımından konumlarını belirlemek açısından bu nokta son derece önemlidir. Onlar aralıklarla devam eden ve iktidar tarafından inşa edilen barışa yönelik hukuki statü ve uygulama süreçlerine dair dışardan kanaatlerini ortaya koyuyorlardı. Başka deyişle Akademisyenler “barış hukuku”nun resmi kurucusu ve hukuki yetkilisine karşı “dışardan” konuşuyorlardı. Kurucusu değil gözlemcisiydiler. Tarafı değil takipçisi idiler. Sorumlusu değil sorgulayıcısıydılar…
Her iki vurguya bakıldığında hükümetin 2015 yılına kadarki politik irade, uygulama ve söylemlerine uygunluk gösterdiğini kolaylıkla anlayabiliriz. Şimdi o uygunluğun nasıl bir meşru barış hukuku alanı yarattığını görelim mi?
'BARIŞ HUKUKU'NU KİM KURDU?
Kürtlerin siyasi merkez ile politik ve hukuki mesafesinin sürekli olarak yeniden kurulduğu, örgütlendiği, yeniden kararlaştırıldığı bir müzakere, savaş , uzlaşma ve vaatler alanı Cumhuriyetin başından itibaren hep var olmuştur. Bu sürecin tarihsel hikayesi Türkiye'nin hukukunu Kürtler bağlamında bir yandan geniş bir “sorumsuzluk” alanının inşası olarak anlatabilmeyi mümkün kılarken diğer yandan da kurulu hukuk ile kurulu hukukun ötesi arasında bir “sınır” alanının doğduğu yer olarak da tasnif edilebilir. Hukuk vurgusu hem ‘kurulu hukuk’ hem de ‘kurucu hukuk’ bağlamını içermekte ve bu yolla Kürt meselesi ile gerçek bir “politik mesele” olarak ilgilenmenin de önünü açmaktaydı. Zaten Türkiye’deki bütün politik gruplar Kürt meselesi bahis konusu olduğunda kendi eylem ve konumlarını işte bu kurulu hukuk/kurucu hukuk alanlarının sınırları içine yerleştirmişlerdi. Oslo görüşmeleri, Dolmabahçe protokolü gibi resmi girişimler işte bu hukuki süreçten doğdu. Bu sınırı kesin olarak aşıp “kurucu hukuk” aşamasına ise yalnızca mevcut hükümet geçebilmiş ve kamuoyunda “çözüm süreci kanunu” olarak bilinen 10.07.2014 tarih ve 6551 sayılı kanunu kabul etmiştir. Bu sürecin tecrübi geçmişine baktığımızda barış hukukunun pratik çalışmalarının Turgut Özal ile başladığını düşünebiliriz. Fakat asıl kökler taa Mustafa Kemal’e kadar gider ki o da bilindiği üzere 1923 Ocak ayında Ahmet Emin Yalman’a “Kürtlere özerklik verileceği” beyanatında bulunmuştu.
Cumhuriyetin başından AKP'li 2010'lu yıllara kadar Kürtler ile bir “mesele” olarak ilgilenilmiş, buna karşılık AKP ile birlikte ilk defa bir “çözüm” olarak ilişki kurulmaya başlanmıştır. Buna karşılık bu gelişmeler ve görüşmeler nedeniyle hiç bir yargılama söz konusu olmadı. Ne Mustafa Kemal Atatürk, ne Özal, ne 28 Şubat generalleri ne de Mevcut AKP hükümeti. Evet tek bir istisna ile tabii ki. 7 Şubat 2012 MİT soruşturmasından bahsediyoruz.
BARIŞ HUKUKUNUN DÜŞMANI
Bütün bu uzun tarihi süreçler içinde süregiden müzakerelere yönelik tek keskin muhalefet odağı ise Gülen Cemaati idi ki bu durum sadece sıradan bir muhalefet olarak değil Çözüm sürecinin tüm aşamalarını ve gelişmelerini lağvetmek için bütün gücü ile yüklenmesi biçiminde gerçekleşti. KCK davalarının hakimlerinin neredeyse tümünün tutuklu olduğunu ve yargılandıklarını hatırlatmadan geçmeyelim bu arada… Tam da bu nedenle, örneğin 15 Temmuz askeri kalkışması eğer başarılı bir darbeye dönüşmüş olsaydı bu durumda yeni bir “hukuk” devreye girecek ve hükümet de dahil Barış Akademisyenlerinin yargılanmaları mümkün olabilecekti. Zira Cemaat 2009 yılından itibaren barış ve müzakere süreçlerine sert biçimde muhalefet etmeye başlamış ve özellikle de KCK davalarındaki olağanüstü performansları ile müzakere sürecini baltalamak için her türlü hukuki ve yargısal operasyonları yapmıştı. Cemaatin, hükümetin barış hukuku adımlarını kriminalleştirme girişimleri oldukça belirgindi ve darbe gerçekleşmiş olsaydı son on yıldır sürdürdükleri engelleme çabalarını hukukileştirecek ve müzakere konusundaki kendi siyasetlerini bir hukuk olarak sunabileceklerdi. Dolayısıyla, barış hukuku süreçlerini lağvetmek bir Cemaat projesiydi. Buna karşılık 15 Temmuz girişimi akim kaldığında hükümetin Oslo görüşmeleri, Dolmabahçe mutabakatı ve halen de yürürlüğünü sürdüren çözüm süreci yasası da bir “hukuk” haline gelmiş oldu.
Peki hukuk açısından bu çok somut ve apaçık bilinen süreçlere rağmen nasıl olup da yargılanma bütün bu barış hukuku ve müzakerelerinin tamamen dışında kalan imzacıların kaderine düştü? İhale nasıl olup da Akademisyenlerin üzerinde kaldı? Müzakerelerin neredeyse tek muhalifi olan Gülen Cemaati yenilmemiş miydi? Hükümeti Oslo görüşmeleri nedeniyle sanık koltuğuna oturtmaya çalışan Gülen örgütü geri püskürtülmemiş miydi? Belli ki oldukça karmaşık, riskli, kırılgan ve içinde her türlü riskin taşındığı bir dava inşası ile karşı karşıya bulunuyoruz. Bu haliyle davanın kısa ve uzun vadeli politik gelişmelerin belirlenemez doğasının içinde seyir ettiğini ve kısa ve uzun vadeli kaderinin de buna göre seyredeceğini en baştan tespit edelim…
Anayasa Mahkemesi hak ihlali kararı işte tam bu anda geldi ve mahkemenin önceki verdiği kararların ilk derece mahkemeleri tarafından nasıl karşılandığına dair tecrübelerimiz ile düşündüğümüzde henüz nasıl sonuçlar doğuracağını bilmiyoruz. İçinde yaşadığımız krizin herhangi bir temel zemininin bulunmadığı ve her şeyi ve herkesi içine alıp sürükleyebilecek bir geçici ittifaklar ve uzlaşmalar alanının halen süregeldiği düşünüldüğünde hükümet içindeki ittifak gruplarının bile birbirlerine karşı kullanacağı bir imkan ve ihtimal olarak varlığını koruyacağını öngörmemek mümkün değildir.
Nihayetinde şu aşamada Barış Akademisyenlerinin son üç yıllık yargılanma süreçlerinin sonuna gelindiği açıktır. Artık hukuki risk akademisyenler alanının dışında bir yerde varlığını sürdürecektir. Onu da onlar düşünsünler...
*Demokrat Yargı Eşbaşkanı
...