'OHAL dönemindeki ihraçlarla yaşanan akademik tasfiyeye karşı verilen mücadele, bizim kişisel haklarımızı kazanmamızdan öte anlamlar taşıyan, ülkemizdeki akademik özgürlükler, demokratikleşme ve hukuk mücadelesi tarihinin önemli bir parçası haline gelmiş durumda. Şu anda en çok ihtiyacımız olan şey dayanışmayı ve mücadeleyi büyütmek, her zamankinden daha fazla…'
2016 yılında, “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisini imzalayan bine yakın akademisyenden benim de aralarında bulunduğum 406’sı üniversite rektörlerinin inisiyatifiyle, KHK listeleri hazırlanarak ihraç edilmişlerdi. Yıllarca OHAL Komisyonu’nda bekletilen dosyalar yakın zamanda mahkemelere intikal etti ve birçok imzacı için göreve iade kararı çıktı. Fakat 7 küsur yıllık çile bir kısım akademisyen için bitmemişti. Bazı mahkemeler olumsuz kararlar alarak üniversitelere dönüş yolunu kapattılar. Bazı üniversitelerin yönetimleri ise iade kararlarına itiraz ederek geri dönüşleri engellemeye çalışıyorlar ve kimi örnekte başarılı oluyorlar.
Barış imzacılarını desteklemek için dayanışma metinleri hazırlayan farklı mesleklerden birçok kişi de ihraç furyasından payını almıştı ve onların akıbetleri de belirsiz. Öte yandan, geri dönmekle sorunlar ortadan kalkmadığı gibi bunlara yenilerinin eklendiği kısa sürede anlaşıldı. Araştırma görevlisi pozisyonunda olanlar, vakıf üniversitelerinde çalışanlar, kadro bekleyenler, başka bir şehirde yeni hayat kurmuş olanlar birbirinden farklı deneyimler yaşıyorlar. Geçen 7 küsur yılda neler oldu ve kamuoyu tüm akademisyenlerin işlerinin başına döndüğünü sanırken aslında neler oluyor sorusunu süreci bizzat deneyimleyip yakından takip eden Eğitim Sen eski yöneticisi, barış bildirisi imzacısı ve Ankara Üniversitesi Öğretim Görevlisi Mutlu Arslan’a sordum.
Kamuoyunda KHK ile üniversitelerden ihraç edilen tüm akademisyenlerin işlerine dönebildikleri yönünde yanlış bir algı var. Bu konuda açıklayıcı bilgi verir misin? Ret alanlar ve istinaf mahkemelerinde yürütmeyi durdurma kararı ile bekletilenler olduğu pek bilinmiyor. Bir de çifte standart var bu konuda. Zaten başta bir kısım imzacının ihraç edilmeyip, diğerlerinin edilmesi bir hukuk garabetiydi.
İhraç edilen akademisyenlerin hepsinin işlerine dönebildiğine dair yaygın bir algının olduğunu iade edildikten sonra daha iyi anladım. İşyerinde ya da gündelik hayatta geri dönüşler hakkında yaptığımız sohbetlerde, konuyla yakın ilişkide olduğunu düşündüğümüz arkadaşlarımız bile sürecin sona erdiğini, herkesin işine iade edildiğini düşünüyor. Oysa durum tam olarak böyle değil. İhraç edilen 400’e yakın akademisyenin henüz yarısı bile görevine dönemedi. Halihazırda 232 akademisyen, haklarında mahkemeden olumsuz karar çıktığı için ya da henüz mahkeme kararı verilmediği için ihraç durumda.
Dahası görevine iade edilenlerin de mahkeme süreçleri tamamlanmış değil. Üniversitelerin itirazı sonucunda görevlerine iade edilen 158 hocamızdan 13’ü hakkında istinaf mahkemesinden yürütmenin durdurulması kararı çıktı. Bunlar arasından 2 hocamızın ihraç kararı ise istinaf mahkemesi tarafından da onaylandı. Dolayısıyla bu süreç iade edilenler açısından da henüz kesinleşmiş değil. Üstelik yargılamanın her aşamasında mahkemenin vereceği kararla yeniden ihraç edilme riski bulunuyor.
Hukuki sürecin bu kadar parçalı ve farklılaşmış olması kafa karışıklığına yol açıyor olabilir ama aslına bakılırsa süreç en başından beri eşitsizliklerle ilerledi. Barış Bildirisi’ne Türkiye’deki üniversitelerden bine yakın imza verilmişti ama KHK’larla ihraç edilenlerin sayısı 406 oldu. Kalabalık imzacı akademisyenlerin olduğu bazı üniversiteler neyse ki o dönemde imzacıları ihraç etmemeyi tercih etti. Bu durum ihraçlar sürecinin ne kadar keyfi ve kişilerin/rektörlerin inisiyatiflerine bağlı olarak işlediğinin görülmesi bakımından çarpıcı bir durum. Benzer eşitsizlik ya da farklılaşma yargı sürecinde de yaşanıyor. Hepimiz aynı gerekçeyle ihraç edilmemize rağmen bazı mahkemeler olumlu karar veriyor, bazıları olumsuz. Hatta aynı mahkemeler bile bazılarımıza olumlu, bazılarımıza olumsuz karar veriyor. Yani en başından itibaren belirsizlikle, eşitsizlikle, hukuksuzlukla ilerleyen bir süreç vardı ve durum derinleşerek devam ediyor.
Bu çeşitliliğe rağmen kamuoyunda “herkesin işine döndüğüne” dair iyimser bir algının egemen olmasının nedeninin bizim coşkulu sosyal medya paylaşımlarımız olduğunu söyleyenler var. Bunun da belki etkisi vardır belki ama asıl neden daha farklı diye düşünüyorum. Hukuksuz biçimde işlerinden atılan ve yedi yıl boyunca üniversitelerinden ayrı tutulan akademisyenlerin yaşadıklarına karşı bunca yıl takınılan kayıtsızlık zaman içinde pek çok kişiyi meseleyi önemsizleştirme, hafife alma yaklaşımına sevk etti. Konu gündelik hayatın sıradan dertlerinden birisiymiş gibi görülüyor artık. Bundan 6 ay önceye kadar “Ne oldu sizin o işler?” sorusuyla kurulan uzak mesafe ilişkisi, şimdi de “Hepiniz döndünüz değil mi?” sorusuyla kuruluyor. Bu mesafeden bakılınca da meselenin kötü yanları görünmez hale geliyor. Herkes kendini daha iyi hissedebilmek, daha az sorumlu hissedebilmek için sonu mutlu biten bir hikâye bekliyor ama henüz o noktanın çok uzağındayız.
DÖNDÜĞÜNDE KENDİ BÖLÜMÜNÜN YABANCISI HALİNE GELMEK
Geri dönmekle de tüm sorunlar ortadan kalkmıyor gördüğümüz kadarıyla. Kaybedilen hakların telafi edilmesi (atama ve yükseltme gibi, doçentlik unvanı alma veya kalıcı kadroya geçme gibi) ve maddi kayıpların telafisi konusunda durum ne? Bir yandan da üniversitelerin bu 7 küsur yılda olumsuz anlamda dönüştüğünü anlatıyor hocalarımız. Bunu da kısaca özetler misin?
Pek çok arkadaşımızın yedi yıldır ne koşullarda hayatını devam ettirmek zorunda kaldığını hepimiz çok yakından biliyoruz. Üstelik iade kararın çıksa da, sürekli olarak istinaftan gelecek kötü bir haberin endişesiyle yaşamak, yedi yılda akademik olarak hak ettiğin ve hak edeceğin pek çok şeyin gerisinde kaldığını görmek, yaşananlar ve yapılan atamalar nedeniyle kendi bölümünün yabancısı haline gelmek gibi pek çok durum insanları hem psikolojik olarak hem de akademik olarak çok zorluyor. Buradan bakınca, ne döndüğümüz yer bıraktığımız yerle aynı, ne de bizler o ayrıldığımız duygudayız.
Kabul edelim ki üniversitelerden ayrı olarak geçirdiğimiz her yıl, kurumsal akademiye olan inancımızı ve adanmışlığımızı da zayıflattı. Akademisyenliğin diğer her şeyden önce duygusal tatminle, duygusal aidiyetle ilgili olduğunu göz önünde bulundurursak, yaşadığımız yıpratıcı süreçten sonra döndüğümüzde hiçbir şey olmamış gibi davranamayacağımızı hepimiz biliyorduk. Geri dönenler açısından asıl telafi edilmesi, onarılması gereken şey maddi kayıplardan ziyade, akademiyle yeniden gönül bağının tesis edilmesi olduğunu düşünüyorum. Bu sadece koridorda yüzümüze gülerek yapılacak bir şey değil.
7 küsur yıl akademi için çok uzun bir süredir. Doktorasını tamamlamış bir araştırma görevlisinin doçentliğe hatta profesörlüğe kadar yükselebileceği bir zamandan bahsediyoruz. İhraç edildiği dönemde kadro bekleyen, doçentlik bekleyen, profesörlük sırasında olan çok sayıda hocamız vardı. Gerçekten adalet yerini bulacaksa, okuldan ayrı kaldığımız yıllar ihraçlar için “kayıp” olmaktan çıkarılmalı, herkesin hak ettiği unvan ve kadroları derhal verilmelidir. İhraç edildiğimiz dönemde aynı koşullar altında çalıştığımız meslektaşlarımız bu sürede nelerden faydalandıysa, bugün hangi unvan kazanıp hangi kadroya atadıysa bunların hepsi ihraçlar için de sağlanmalıdır. Bütün bunlar kayıtsız şartsız yerine getirildikten sonra diğer meseleleri yeniden konuşmaya başlayabiliriz.
Aradan geçen bunca senede üniversitelerdeki durumun daha da kötüye gittiğini hepimiz görebiliyoruz. Ülkenin bütününde derin bir yozlaşma, çürüme yaşanırken üniversitelerin bundan azade olmasını bekleyemeyiz de zaten. Öte yandan “biz ihraç edildik de böyle oldu” diye düşünmenin de doğru bir değerlendirme olmayacağını düşünüyorum. Üniversiteler zaten iyi durumda olsaydı biz hiç atılmazdık. Barış istediği için birileri üniversitelerinden atılabiliyorsa ve buna bu kadar sessiz kalınabiliyorsa zaten ortada gerçek anlamda bir üniversite olduğundan, “o zamanlar iyiydi” diyebileceğimiz bir kurumdan söz etmek mümkün değil. Bunu söylüyor olmak 7 yılda yaşanan çürümeyi görmezden gelmek, önemsizleştirmek anlamına gelmiyor. Kendi açımızdan söyleyeyim, atılmadan önceki üniversitenin içinde bulunduğu durumdan ne kadar şikayetçiysek ve onu değiştirmek için ne kadar mücadele ediyorduysak, bugün de aynı şekilde ve daha fazla mücadele etmeye devam edeceğiz. Yedi yıllık süreçte gözlemleyebildiğim en önemli değişiklik, üniversitede yaşanan eksikliklere, yanlışlara müdahale edebildiğimiz anabilim dalı ve bölüm toplantıları, fakülte kurulu, senato gibi mekanizmaların artık tamamen işlevsizleştirildiği oldu. Bu kurulları ve mekanizmaları yeniden işler hale getirmek önemli bir başlangıç noktası olabilir.
DERT ORTAK, ÇÖZÜM FARKLI
Özellikle araştırma görevlisi kadrosunda çalışıp ihraç edilmiş, sonra da görevlerine iade edilmiş kişilerin özlük haklarıyla ilgili size bildirilen sorunlar neler? Bunun yanında mobbing, sosyal dışlama ve sembolik şiddet vakaları da bildiriliyor mu?
Farklı statülerden araştırma görevlileri üniversitedeyken nasıl ki en güvencesiz, en görünmeyen kesimlerse, mesleğinin hemen başında ihraç edilen araştırma görevlileri de ihraçların en göz ardı edilen kesimleri oldu. Henüz kamusal ve akademik tanınırlıklarının olmaması, akademik çevrelerle ilişkilerinin sınırlı olması, araştırma görevlilerinin ihraç olduktan sonra serbest akademik faaliyetler içinde bulunmasını da sınırlandırdı. Pek çoğu akademi dışı farklı alanlarda hayatını idame ettirmek zorunda kaldı.
Mahkeme kararıyla geri dönenler açısından da büyük bir belirsizlik yaşanıyor. Kadrosu öğrenciliğe bağlı olan 50-D statüsündekiler bu sürede doktoralarını tamamladılarsa hangi kadroya ne biçimde atanacakları belli değil. ÖYP kapsamında ya da görevlendirmeyle büyükşehirlerdeki üniversitelerde bulunanlar ise YÖK tarafından kadrolarının bulunduğu ildeki üniversiteye gönderiliyor. Bu üniversiteler ise bir tür cezalandırmaya giderek yeni görevlendirme yapmıyor. Özellikle taşra üniversitelerindeki milliyetçi-muhafazakâr kadrolaşmanın geldiği boyut ve şehir hayatı, adları resmi gazete yayınlanarak işlerinden atılan barış akademisyenlerinin rahat edemeyeceği, özgür akademik faaliyet sürdüremeyeceği düzeyde. Bu hocalarımızın çoğu atandıkları illerdeki olumsuz koşullar ya da aradan geçen zaman içinde kurdukları yeni hayatlar nedeniyle görevlerine başlar başlamaz istifa etmek zorunda kalıyor.
Vakıf üniversitelerinden ihraç edilenlerin durumları konusunda neler anlatabilirsin?
Vakıf Üniversitelerindeki imzacı akademisyenler bizim yaşadığımız ihraçları bizlerden daha önce yaşadılar. İmzaların hemen ardından Cumhurbaşkanı’nın bizi hedef göstermesi sonrasında o dönemde henüz OHAL olmadığı için devlet üniversitelerindeki akademisyenler hakkında sadece soruşturma açılırken, vakıf üniversitelerindeki akademisyenler açısından çok daha yıkıcı sonuçlar yarattı. O dönemde yüzlerce vakıf üniversitesi akademisyeni ya sözleşmesi feshedilerek ya da sözleşmesi yenilenmeyerek cezalandırıldı. Üstelik bu durum sözleşme hukukunun gereği olarak nerdeyse sıradan bir durum gibi karşılanarak herhangi bir kamuoyu etkisi de yaratmadı. Bizim sendikamızdan gördüğümüz maddi ve hukuki desteği de hiçbir biçimde alamadılar.
Vakıf üniversitelerindeki akademisyenlerin dava süreçleri de bizden daha farklı işliyor. İşe iade davalarını kazanmış olsalar bile devlet üniversitelerindeki gibi geriye dönük haklarını ya da görevlerine kaldıkları yerden devam edebilme güvencelerini elde edemiyorlar. Pek çok açıdan bizlerden çok daha karmaşık ve telafi edilmesi daha güç bir süreç yaşadıklarını biliyoruz. Dolayısıyla barış talep ettiğimiz için yüz yüze kaldığımız haksızlıkların ortadan kaldırılmasını talep ediyorsak bunu vakıf üniversitesindeki akademisyenlerin hatta emekliliğe zorlanmış akademisyenlerin haklarını elde etme talepleriyle birleştirmemiz gerekiyor.
DAYANIŞMA YAŞATIR
Sendikal örgütlenmenin önemi bu süreçte ortaya çıktı diyebilir miyiz? Sendikanın bu dönemdeki çalışmalarını kısaca anlatır mısın?
İhraç edilmemize gerekçe gösterilen “Bu Suça Ortak Olmayacağız” başlıklı bildiri Barış İçin Akademisyenler oluşumunun çağrısıyla imzaya açılan bir metindi ve imza süreci Eğitim Sen’den ya da diğer tüm kurumlardan bağımsız olarak işledi. Öte yandan imzacı akademisyenlerin çok büyük bir bölümü sendikamız üyesiydi ve Eğitim Sen 1 Eylül 2016 tarihindeki ilk ihraçlardan itibaren ikirciksiz olarak tüm üyelerine sahip çıktı. Sadece üyelerine sahip çıkmakla da kalmadı, bildiride yer alan barış talebine de akademik özgürlüklere de, hukuk mücadelemize de sahip çıktı.
Kendi kurullarında tartışılan, kendi kurullarından yayınlanan bir bildiri olmamasına rağmen, bildiri nedeniyle ihraç edilmeyi sendikal faaliyet kapsamında değerlendirerek hepimize hukuki ve maddi destekte bulundu. Bırakın ülkemizi, dünyanın hiçbir ülkesinde, hiçbir sendika bu kadar çok üyesine birden, bu kadar uzun süre, bu kadar büyük bir maddi destek sağlamamıştır. Bunu sağlayabilmek için, üye kaybedeceğini bile bile üyelerin maaşlarından yapılan sendika kesintisi miktarını artırdı. Şubelerin bütçe paylarını azalttı. Diğer sendikal faaliyetlere ayırabileceği pek çok bütçe kalemini maddi ve hukuki dayanışmayı sürdürebilmek için seferber etti. Yeri geldiğinde kendi profesyonellerinin maaşlarını geciktirdi ama dayanışma ödemelerinin gecikmemesi için elinden gelen her şeyi yaptı.
İhraç edildiğimiz dönemde yurt dışına çıkışımız, kamu kurumlarına başvurmamız, akademik faaliyette bulunmamız, özel sektörde sigortalı işte çalışmamız, sağlık ve sosyal güvenlik hakkından yoksun kalmamız, hatta bankadan kredi çekmemiz bile mümkün değilken verilen bu desteğin ne kadar önemli hatta hayati olduğunun altını çizmek gerekiyor. Bu destek hâlâ devam ediyor ve kriz koşulları nedeniyle güvencesiz, geçici, parça başı işlerle geçimini sürdürmeye çalışan çok sayıda arkadaşımız bu destekten faydalanmaya devam ediyor.
İlk ihraçlardan itibaren sendikamız olabilecek bütün hukuk yollarını deneyerek, en küçük bir umudun bile peşine düşerek dönüşümüzü sağlamak ya da dönene kadar haklarımızı ve hareket alanımız genişletmek için çaba harcadı. İdare mahkemelerinden Anayasa Mahkemesine, Kamu Denetçiliği Kurulumundan AİHM’e, siyasi partilerden TBMM başkanlığına kadar her yere başvuruda bulunuldu. Bu mücadelenin hem hukuki kazanımlar elde edilmesinde hem konunun gündemde tutulmasında büyük payı oldu. Pasaport tahditlerimizin kaldırılması, tazminat hakkının kazanılması, atıldığın üniversiteye dönüş yasağının kaldırılması, barış bildirisine imza atmanın idari suç sayılamayacağı gibi pek hukuki kazanım, sendikamızın da parçası olduğu, pek çok gönüllü hukukçunun katkısıyla yürüyen hukuk mücadelesini sonucunda ortaya çıktı.
Elbette bu destek hepimizi çok daha güvende hissettiriyor. Tüm arkadaşlarımız dönene kadar bu birlikteliği, bu dayanışmayı sürdürmek hepimizin görevi ve önceliği olduğunu düşünüyorum. Yarın her şey bittiğinde, geride utanmadan göğsümüzü gere gere bakabileceğimiz bir mücadele deneyimi bırakmak çok önemli. Eğitim Sen kurumsallığında yaşadığımız bu deneyim ülkemizdeki tüm sendikalara ve sendikal harekete örnek olmalı.
YAŞAMA HAKKININ İHLALİ
Maddi sorunların yanı sıra manevi sorunlar da yaşandı bu süreçte. Biliyorsun, hayatına son verenler, hastalanarak aramızdan ayrılanlar, psikolojik sorunlar vb. Bu sorunları derlemek ve kamuyla paylaşmak konusunda sendikanın yaptığı çalışmalar olduğunu biliyorum. Biraz bunlardan da bahseder misin?
Cevaplaması en zor soru bu… Ben 7 Şubat 2017 tarihinde yayınlanan KHK ile Ankara Üniversitesi’nden 71 akademisyenle birlikte ihraç edildim. Önceden ihraç edilenlerle birlikte üniversitedeki ihraç sayımız 90’a varmıştı. Kalabalık ve bir hayli kararlı bir toplulukla birlikte ihraç edilmek o dönemde bizim açımızdan büyük bir şans oldu. Hem kamuoyunda büyük bir yankı yarattı, hem de bir araya gelerek, neredeyse ülke gündemine giren etkili eylemler yapabildik. Etkisi giderek azalarak ilerlese de atıldığımız ilk dönemdeki eylem sürecimiz ve toplumsal muhalefetin bize gösterdiği ilgi/dayanışma o ilk dönemi, geleceğe ilişkin kaygı hissetmeden, yüksek bir moral duygusuyla geçirmemi sağladı.
Bu sürecin bütün ihraçlar için aynı koşullarda yaşanmadığı gerçeğiyle asıl yüzleşmem, ihracımızın üçüncü haftasında, Mehmet Fatih Traş’ın intihar ettiği haberini sosyal medyadan öğrenmemle oldu. İmzacı olduğu için Çukurova Üniversitesinde kadro verilmemiş, başvurduğu diğer üniversitelerden de aynı gerekçeyle reddedilmişti. Bütün hayatını akademide bir gelecek üzerine kurmuş, bu amaç için büyük fedakarlıklarda bulunmuş gencecik bir akademisyenin hem geçmişini hem geleceğini elinden almanın yarattığı duygunun ne kadar yıkıcı sonuçlar yaratabileceğini o an anladım. Ankara’daki kendi kalabalıklığımızdan, kendi göz önündeliğimizden utandım. En yakın olmamız gerekenlerle bu kadar iletişimsiz olmamızdan utandım. Zaten ondan sonra da bütün ihraçlarla iletişim kurabilmek için her yolu denedim.
Sadece Mehmet Fatih Traş’ın trajik durumuyla da sınırlı kalmadı yaşananlar. Muğla’dan ihraç edilen Eren Deniz Tol hocamız, Mehmet Fatih Traş’tan sadece iki gün sonra tedavi gördüğü hastanede yaşamını yitirdi. Tam 1 yıl sonra benzer biçimde İstanbul Üniversitesi’nden Nuray Ergüneş de aramızdan ayrıldı. Bu yaşananların tesadüf ya da kişisel olmadığını biliyoruz. İsimlerini sayamayacağım kadar çok ihraç hocamız çok ciddi sağlık problemleri yaşadılar, yaşamaya devam ediyorlar. Sadece o da değil, boşanmalar, ayrılıklar, küskünlükler, hayal kırıklıkları, içe kapanma… Pek çoğumuz bu süreçle baş edebilmek için profesyonel yardım almak durumunda kaldık. İşin belki de en garip yanı bütün bunların konuşulamıyor, dile getirilemiyor olması. Herkes bu süreçte yaşadığı sorunları sanki kişisel bir durum gibi görme, kendi içine kapanarak kendi başına çözme eğiliminde. Bir araya gelince birbirimize takılarak, gülecek bir şeyler bularak telafi etmeye çalışıyoruz pek çok şeyi.
Şunu da ekleyelim, alanında şöhret sahibi isimlerin ihraçları ile taşradaki üniversitesinde tek başına bir imzacının ihracı farklı oldu. Birini öğrencileri coşkuyla uğurlarken, diğeri neredeyse kimseye görünmeden ortadan kaybolmak zorunda kaldı. Birinin haberi ulusal gazetede övgü cümleleriyle yer bulurken, diğerinin haberi yerel gazetede “terörist” yaftasıyla birlikte yer aldı. Dolayısıyla bizim niyetimizden bağımsız olarak, bütün ihraçların aynı koşullar altında yaşanmadığını hepimiz çok iyi biliyoruz.
Özellikle ilk aylarda çok yoğun, hatta üniversitedeyken bile görmediğimiz bir ilgi vardı hepimize. Kurumların kapıları daima hepimize açık oldu. İlk dönemdeki bu yakın ilginin zaman içinde sönümlendiğini de gördük. Bir süre sonra zaten herkes kendi başının çaresine bakmak zorunda kaldı.
Hukuki sürecin bu kadar uzatılmasının amaçlarından birisi de belki buydu. Aradan geçen 7 yılın ardından biz bile kendi davalarımızı takip etmekten yorulmuşken, kamuoyunun ilgisinin bizim davalar üzerinde olmasını beklemek çok gerçekçi olmayabilir. Gelinen aşamada işe iade haberleriyle anlık sevinçlerin yayıldığı ama daha ötesine ilişkin herhangi bir örgütlü kamusal duyarlılığın kalmadığını görüyoruz.
OHAL dönemindeki ihraçlarla yaşanan akademik tasfiyeye karşı verilen mücadele, bizim kişisel haklarımızı kazanmamızdan öte anlamlar taşıyan, ülkemizdeki akademik özgürlükler, demokratikleşme ve hukuk mücadelesi tarihinin önemli bir parçası haline gelmiş durumda. İleride bu tarih üzerine konuşurken mahkeme heyetlerinin inisiyatifiyle değil, toplumsal muhalefetin sahip çıkışıyla şekillenen bir süreçten bahsedebilmek bizim gayretimize bağlı. Şu anda en çok ihtiyacımız olan şey dayanışmayı ve mücadeleyi büyütmek, her zamankinden daha fazla…