Barış İnce: Kimse 'mahallenin delisi' olmayı göze almıyor
Barış İnce'nin ilk kitabı Çelişki Can Yayınları'ndan çıktı. İnce, 90'ları konu edindiği Çelişki için, "Hayattaki adaletsizlikler, kötülükler, samimiyetsizlikler ve onlara karşı yapabildiklerimiz veya yapamadıklarımız bilinen bir tabirle “baş çelişki”yi oluşturuyor. Bir derdi olmayanın yazmasının zor olacağını düşünenlerdenim. Benim de hayatla derdim var ve yıllardır eşitlik-özgürlük mücadelesine hem siyasi olarak hem de gazetecilik-yazarlık düzeyinde katkı sunmaya çalışıyorum" dedi.
Aslı Tohumcu aslitohumcu@gmail.com
DUVAR - Barış İnce’nin BirGün Gazetesi ve Bavul Dergi’deki yazılarını okuyanlar, onun barış dedikleri için, tweet attıkları için, adalet istedikleri için suçlu sayılanların yanında durduğunu, hep bir parmağı havada, tehditler savurarak konuşanlara, masumların hakkını yiyenlere karşı ise sesini rahatça yükseltmekten çekinmediğini bilirler. Gazete yazılarından tanıdığımız Barış İnce, bu defa bir romanla, Çelişki’yle karşımızda.
İnce’nin 1990’lardan bugüne Türkiye’yi ve kendini anlamaya çalışan bir delikanlının hikayesini, hepimizin çelişkilerini, hepimizin Türkiye’ye birlikte aldığı yolu anlattığı Çelişki’yi okurken kah öfkelenecek kah hüzünlenecek kah neşeleneceksiniz.
Barış İnce’yle piyasaya sürülüşünün dördüncü gününde ikinci baskısını yapan Çelişki adlı romanını konuştuk.
Sizin birey olarak hangi “çelişki”leriniz yazdırdı size bu romanı? Sohbete buradan başlamak yanlış olmaz umarım…
Hayattaki adaletsizlikler, kötülükler, samimiyetsizlikler ve onlara karşı yapabildiklerimiz veya yapamadıklarımız bilinen bir tabirle “baş çelişki”yi oluşturuyor. Bir derdi olmayanın yazmasının zor olacağını düşünenlerdenim. Benim de hayatla derdim var ve yıllardır eşitlik-özgürlük mücadelesine hem siyasi olarak hem de gazetecilik-yazarlık düzeyinde katkı sunmaya çalışıyorum. İlerletici çelişkileri keskinleştirmek, suni çelişkileri azaltmak gibi bir bakışımız var. Örneğin kitapta milliyetçi bir kalkışma sonrası yurtlarından olan Girit Türklerinin geldikleri “ana vatan”da daha az Türk görülmesi bilinçli yaratılan ayrımcı ve yapay bir çelişkidir, anlamsızdır.
Bunu eleştiriyorum. Ama yoksul-zengin, ezen-ezilen diye özetlenen çelişki ve çatışmalardan ilerletici dönüşümler doğabilir. Baş çelişki ile uğraşırken bireyin içsel çelişkilerini de önemsiz görmüyorum. İnsanların pek çok sorunu var ve eğilmek bize zor gelmemeli. Bazen gözardı edebiliyoruz mücadele içerisinde ama sonra bir bakıyoruz ki kalbi kırılmış insanların sayısı binlerce üyeli devasa bir örgüte dönüşmüş.
'KORKU SONRADAN ÖĞRENİLEN BİR ŞEY'
Romanınız şu tartışmasıyla başlıyor: “Gerçeği küçükken bağırmak, büyüdükçe fısıldamak, en sonunda da susmak… Bizi gerçekte sağır eden şey işimize gelmeyeni duymamaya alışmak… İnsanı sessiz kalmaya zorlayan nedir? Yaşımız ilerledikçe susmamız gerektiğini öğrendiğimiz anlar. O anların her birini eziyetle tecrübe etmiş hayatlarımız var. Ta en derinlerimizde ise ceza diye bir odaya kapatılmış, bağıra çağıra konuşan çocuklar var. doğru cevabı bilenler de onlar.” En çok hangi eziyetler susmaya itiyor Türkiyeli yetişkinleri, hangileri itti ya da?
Bunun en önemli nedeni korku; korku sonradan öğrenilen bir şey. Ben korkuya yol açan eziyetin sadece ceza, dayak, işinden olma vb… olduğunu düşünmüyorum. Yetişkin insanın en büyük korkusunun yalnız kalma, dışlanma korkusu olduğunu düşünüyorum. Herkesin bir cemiyeti, cemaati, iletişim ağı oluştu. Bir fikir büyük kitleler tarafından doğru kabul ediliyorsa, fikir amacına ulaşabilecek gibiyse, bu fikir için bedel ödenmesi geniş bir kesim tarafından da olumlu karşılanıyorsa, insanlar bedel ödemekten kaçmıyor. Yani korkmuyor. Bunu Gezi’de de gördük, 68-78 kuşağında da gördük. Susmanın, sineye çekmenin, idare etmenin “trend” olduğu dönemlerde ise kimse "mahallenin delisi" olmayı göze almıyor. Adalet talebinin yükselmesi, insanların birbirinden güç alması korku eşiğinin aşılması açısından da önemli… O zaman gerçekler bağıra çağıra söylenebiliyor.
'CESARET CESARETİ BESLİYOR'
Peki sizin içinizdeki çocuğu o odadan çıkmaya iten neydi? Ne zaman çıktı? Ayrıca nasıl çıkılıyor o odadan?
Bahsettiğim sosyal alan insanın bilincini şekillendiriyor. Özgürlükçü, eşitlikçi fikirlerle tanışma ve örgütlü bir yaşam sürme pratiği bunda en önemli etken. Birbirinizden güç alacağınız bir çevreniz olmalı. Her tarafınızda “aman başımıza iş alırız”cılar varsa odadan çıkmak kolay olmuyor. Cesaret, cesareti besliyor. Çalıştığım kurum da doğru bildiğini söyleme, direnme, toplumsal muhalefete güç verme gibi özellikleri ile biliniyor.
Böyle bir kurum ve topluluk içerisinde olunca bağıra çağıra konuşmak da daha kolay oluyor. Lisede bir arkadaşım vardı, ismi Emrah, (belki yıllar sonra Harward’da Abdullah Gül’e Berkin’i sormasıyla hatırlarsınız kendisini), lisede okul idaresi tarafından ona yapılan bir haksızlık ve öğrenciler olarak gerçekleştirdiğimiz protesto beni etkilemişti. Kitabi olarak okuduğumuz bazı şeylerin hayatla bağını o gün kurdum.
Son dönem okuduğum 80 kuşağı yazarlarında, özellikle de ilk kitaplarda, hep bir 90’lara dönüş gözlemledim. Bunlar elbette hep farklı üsluplarla, farklı yerlerden anmalar 90’ları. Bunu neye bağlarsınız ya da buna dair birkaç cümle kurmak ister misiniz?
Eski Türkiye-Yeni Türkiye gibi ayrımlar var, ben bu ayrımlara katılmıyorum ancak “eski Türkiye” diye bir şey varsa, onun son yılları hem gelmekte olan değişimi anlatıyor hem de ülkedeki nahif bazı şeylerin son kırıntılarını bize sunuyor. 2000’ler hızlı bir değişim ve dönüşüm dönemi oldu. O yüzden 80 kuşağı yazarlar, hem kendilerini bulma dönemi hem de ülkenin değişimi açısından bir milat olan o dönemi irdelemeyi seviyor.
'ADI SIKINTI DA OLABİLİRMİŞ'
Çelişki’nin neşe de hüzün de, öfke de anlayış da içeren bir tonu var. Ama her şeye rağmen hüzün ağır basıyor sanki. Bunu da kahramanınızın delilik, ikilik haline bağlıyorum. Bağlıyorum çünkü onun psikolojisi bizim psikolojimiz sanki aslında. Siz neler söylersiniz bu konuda?
Haydar Ergülen kitabı okuduktan sonra “adı ‘sıkıntı’ da olabilirmiş” dedi. Ben dediğiniz gibi hüznü daha çok ikilik üzerinden anlatmaya çalıştım. Diyalektik bir bütünlük kurmak istedim. Bir anda öfkelenip birden gülebilmesi içindeki o gelgitlerle alakalı. Romanı diyalektik kurguladığım için her yerinde bir ikili durum yaratmak istedim. İnsanların en duygulandığı, kederlendiği anda gülebilmesi bana ilginç gelir.
Örneğin; en beklenmedik kahkahalar ölü evlerinde atılır. İnsanlar o acı ile boğuşurken beklenmedik bir anda saçma bir olaya aşırı derecede gülebilirler. Bu psikolojik bir boşalma da aslında. Bugünlerde bu hızlı ruh hali değişimini daha fazla görüyoruz. Bunun da nedeni sosyal medyanın “timeline” mantığı. Çok kötü bir şey okuyup tam sinirlenip üzülüyorken komik bir tweet ile gülebiliyoruz. Derinlemesine kızıp, kederlenip, üzülemiyoruz bile… Her şey o kadar hızlı akıyor ki…
Aynı anda gerçekleşen iki ayrı yolculuk var romanda; kahramanın dünüyle bugünü arasında gidip gelmeleri ve bir de bu esnada yaptığı yol. Ülkenin aldığı yolu da bundan ayrı tutamayız. Nasıl bir yolculuk bu, anlatır mısınız?
Hem geçmişle gelecek arasında bir yolculuk var hem kaçaklık yaşarken gezdiği ve tanıştığı (ya da hayalini kurduğu) insanların olduğu bir yol var hem de zıddı olduğunu sandığı hayali arkadaşıyla yaşadığı gelgitler var dediğiniz gibi.
Bu yol aslında değişimin arifesindeki bir ülkenin de yolculuğu. Anlatıcı bugünden anlattığı ve o değişime bizzat tanık olduğu için o gün yaşananların ne anlam ifade ettiğini biliyor. Yani anlatıcı 90’ları da görmüş 2000’leri de… O gün yapılan hataların sonuçlarına vakıf. O yüzden eleştirel bakabiliyor. Bazı eleştirmenler, "anlatıcı nasıl bu kadar şey biliyor” gibi bir eleştiri yaptı. Oysa kitabın hemen her bölümünde vurguladığım üzere anlatıcı bugünden anlatıyor ve bir dönemi anıyor/anımsıyor. O günkü güzellikleri veya hataları sonuçları ile anlatıyor çünkü sonucunu biliyor. Hem kişisel yaşamındaki hataları hem de ülkece yaptığımız hataları neticeleriyle biliyor. Bugün bir anı anlatırken mutlaka bir es verip şimdi ile de bağ kurarsınız.
Örneğin, gençliğinde futbolcu olmak isteyen, babası izin vermediği için olamayan bir tıp doktorunun, babasını çekiştirdiğini düşünün. Bu anlatıcı sadece o dönemi anlatmaz, mutlaka sonuçta geldiği nokta ile beraber değerlendirir. “Ben futbolcu olamadım, sonra sayısal seçtim, doktor oldum babam doğru yapmış, iyi oldu ya da keşke böyle olmasaydı, hekimlik mesleği piyasalaştı, sonrasında mutsuz oldum, kötü oldu, babam hayalime mani oldu” vs… Benim anlatıcı karakterim 90’lı yılların sonunda 17 yaşındayken olanları anlatıyor ama bugün anlatıyor. Yolculuğun vardığı noktaya hâkim yani.
Romandan bu anlamı çıkarmamızı istemediğinizi tahmin ediyorum ama yine de sormadan edemeyeceğim. Biz de yavaş yavaş delirecek miyiz dünle bugün arasında ya da bugünün ağırlığı altında?
Delilik ile ilgili pek çok felsefi tartışma var tabii. Neye göre delirdiğimiz ya da delinin ne olduğu nice felsefi akıma konu olmuş. Ben biraz daha yorucu olanı seçip ülkemize, dünyamıza, kendimize, dair daha “sorumlu” olabiliriz diye düşünüyorum. Yani var olanı daha iyiye götürmek için çabalayabiliriz.
Kitapta da tartıştığım üzere mutlak eşitliği hemen göremeyebiliriz ama insanlık olarak aklımızı bu yöne çevirirsek bu yolun kendisi bile değerlidir ve bugünden daha iyidir. Eşitlikçi fikirleri kulaktan dolma olarak duyup “iyi de mühendisle filanca aynı maaşı mı alacak, bu köşklerde kim oturacak” diye sorgulayan düzey yerine “milyarlarca insan açken nasıl birileri şatafat içinde yaşıyor” diye düşünerek yola çıkarsak diğer sorunları da yolda aşarız gibi geliyor.
“Adalet yürüyüşü” gibi açılan yollar bu yüzden önemli. İlla ki sonunda bir şey olmayabilir ama bize bir deneyim sunacak ve o deneyim ışığında yeni yollar bulacağız.