‘Barış’ mümkün mü hâlâ?
Özgür Mumcu’yla fantastik ve tarihi öğeleriyle dikkat çeken ilk romanı, 'Barış Makinesi'ni konuştuk. Tabii hep tartışılan ama bir türlü gelmeyen 'barış'ın kendisini de...
Nida Dinçtürk nidadincturk@gmail.com
Gazeteci ve akademisyen kimliğiyle tanıdığımız Özgür Mumcu, alışılmışın dışında bir ilk romana imza attı, tarihi ve fantastik öğeleri bir araya getirdiği “Barış Makinesi”ni Haziran başında edebiyatseverlerle buluşturdu. Yıllardır memleket ve dünya ahvaline dair yaptığı başarılı analizleriyle takip edilen gazeteci, okurlarını farklı bir yolculuğa çıkartıp Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği noktaya, Belgrad’a götürüyor. Yarattığı karakterlerle beraber hepimizin aklına uçuk bir fikir sokuyor ve sayfalar boyunca barışı getirmesini ümit ettiğimiz bir makinenin peşinde maceralara dalıyoruz. “Barış Makinesi”, sanırım hem Mumcu’nun ilk romanı olması hem de Türkiye edebiyatında örneğine az rastlanır türden bir roman olması hasebiyle, okur tarafında güzel bir heyecanla karşılandı. Kitap, insanlığın yıllardır içinde debelendiği “barışı bulamama” sorununa dair birçok soru soran, yanıtlara kapı aralayan, çok katmanlı bir yapıya sahip. Biz de bu soruları ve katmanları konuşmak üzere Mumcu’yla bir araya geldik. Barış olasılıklarını, ülkedeki “barış” söyleminin samimiyetini ve geleceğe dair ümitleri konuştuk. Aynı gün İngiltere AB’den ayrılmaya karar verdi, James Cameron istifa etti. Bu röportaj yayımlanma şansı bulana dek de dünya kupası sonuçlandı, Portekiz şampiyon oldu. Atatürk Havalimanı’nda ve Nice’te terör saldırıları gerçekleşti, insanlar öldü. Ülke bir ‘darbe girişimi’yle beraber bambaşka bir dönemin kapısını araladı. Yüzlerce insan öldürüldü, meclis bombalandı, OHAL ilan edildi. Binlerce kişi gözaltına, binlerce memur açığa alındı. Bugünlerde ise “İdam geri gelmeli mi?” tartışmalarıyla çalkalanıyoruz.
Dünyada her anın başka bir savaşın eşiği olduğunu fark etmenin dayanılmaz hafifliğiyle(!) gerçekleştirdiğimiz söyleşimize buyurun.
Bu kadar memleket ahvaline dair güncel yazılar yazarken, fantastik bir romana geçiş nasıl oldu?
Gündem hakkında yazı yazıyorum fakat bütün hayatım bundan ibaret değil. Her zaman kendi kendime yazıp çiziyordum. Belki yayımlamıyordum ama edebiyata hep bir ilgim vardı. O yüzden benim açımdan çok şaşırtıcı olmadı. Zaten insan tek bir parçadan oluşmuyor bence. Tabii o parçaları abartmamak, her şeyi de yapmamak lazım ama bunların birbirlerinden çok uzak şeyler olduğunu düşünmüyorum. Neticede ikisi de yazı. Ama ben, iki yazıyı birbirine pek fazla değdirmemeye çalıştım. Onların birbirlerine fazla temas etmesi, ikisi için de haksızlık olur.
Peki, karakter yaratmak nasıl bir süreçti? Arada yazıp “Yok ya bu adam olmadı, bunu tamamen yok edelim” dediğiniz karakterler oldu mu?
Öyle karakterler ister istemez oluyor. Çok başat bir karakterde başıma gelmedi ama romanıma kattığım iki karakteri sonra çıkarttım ya da rolünü azalttım ya da bazısının rolü birdenbire arttı. Ama ben öncelikle, tartışılması gereken konunun belirlenmesi gerektiğini düşünüyorum. O konuyu belirledikten sonra o konuya uygun hikâyeyi kafamda belirlemeye başlıyorum. Onu kurguladıktan sonra zaten hikâye dediğiniz içinde karakterler barındırıyor. Sadece o karakterlerin anlatmadığım bir geçmiş hikâyesi oluyor kafamda. Ben biliyorum mesela onların nereden geldiğini, ne yaptıklarını ama ondan bahsetmiyorum. Ondan bahsetmesem de karakterin altyapısını biliyor olmam karaktere biraz da derinlik katıyor diye ümit ediyorum. Bunun dışında April Yayınevi’ndeki editörlerin, özellikle Egemen İpek’in çok desteği oldu. Kilitlendiğim yerlerde, kurguda ya da karakter yaratımında deneyimlerinden faydalanmak için onlara da çok başvurdum. Sorduğum sorulara çok verimli yanıtlar aldım, o da bir hayli işimi kolaylaştırdı aslında.
'TESLA BASKILARINA DİRENDİM'
Bu hikâyeyi kurarken sizi kaşıyan metinler, hikâyeler nelerdi?
Çok var aslında. Daha çok Birinci Dünya Savaşı’na giden süreci anlatan tarih kitapları… Zaten ilk kıvılcım oradan çaktı. Sırbistan’daki saray darbesini öyle bir kitapta okumuştum. Ama bunun haricinde o dönemin atmosferini anlamak gerekiyor. Mesela Sırbistan’ı hiç bilmiyordum. Onun için Sırp masalları okudum. O döneme ait Sırp müzikleri dinlemeye başladım. Okuyabildiğim dillerdeki eski gazete arşivlerine girdim. Geriye gidebildiklerimde o döneme ilişkin çıkmış gazete kupürlerini okudum, o zamanki romanlara biraz baktım.
Barış Makinesi esasında elektromanyetik çalışma prensibiyle çalışan bir makine. Alternatif akımın da elektromanyetiğe dayandığını biliyoruz. Birinci Dünya Savaşı’nın patlak verdiği nokta olduğu için Belgrad’tayız ama acaba makinenin çalışma prensibi, Tesla’ya selam olsun diye elektromanyetizma olmuş olabilir mi?
O kadar Sırbistan, elektromanyetik, elektrik diyoruz ve kitapta Tesla yok. Bunun bir-iki sebebi var. Birincisi, herkes Tesla’yı bekler diye düşündüğüm için biraz öyle tersten gitmek istedim. İkincisi, Tesla tam o sırada Sırbistan’da değil. Bir de kitabın kurgusu itibariyle, Barış Makinesi’ni icat eden bilim adamı Sırp değil. Tesla kitaba girebilirdi fakat sanki biraz zorlama olacakmış gibi geldi. Nasılsa bekleniyordu, diye koymuşuz gibi olacaktı. Biraz da o sebeple Tesla’dan hiç bahsetmedim. Ki April de Tesla üzerine çok güzel kitaplar yayımlayan bir yayınevi. Aramızda tatlı sert bir atışma da oldu, çünkü Tesla’dan hiç bahsetmeyip Edison’dan bahsettiğim bir bölüm var. Ama baskılara direndim ve biraz da merak unsuru olsun diye Tesla’dan bahsetmedim. Çünkü Tesla’nın gerçekten, tuhaf bir şekilde ciddi fanatikleri var. Biraz da onların gerilimleri devam etsin istedim.
“İnsanların tüm duygularını ellerinden alırsak savaşlar da son bulur” fikriyle işlenen birçok roman ve film var. Barış Makinesi doğrudan böyle bir yere gitmese de bir yerden bu fikre dokunuyor. Sizce insanlık barış için bir gün böyle bir bedel ödeme noktasına gelirse, ödemeli midir?
Bu cevap vermesi zor bir soru. Ama bütün o bahsettiğiniz ütopik ya da distopik filmlerin hepsinde de en sonunda basit bir formül bulunur. Onun da en güzel örneği galiba Sylverster Stallone’nin bir filminde (Demolition Man, 1993) vardı. Yer altında kurulmuş hafif anarşist bir grup, kurulmuş olan steril dünyaya karşı çıkıyorlar. Yukarıda steril bir dünya var, barış hakim ama insanlar ruhlarını yitirmiş durumdalar. En sonunda başrol çıkıyor, yanında iki tarafın da temsilcileri var ve orta yolu bulmak adına “Siz biraz kirlenin, siz de biraz temizlenin” diyor. Hakikaten ben de orta yolun bulunması gerektiğini düşünüyorum. Ama gerçekten insanın iradesinin elinden alınacağı bir yöntem, barış elde etmek için bir yöntem değil. İnsan da zaten şahane bir yaratık değil. İnsan dediğiniz aynı zamanda katliamlarıyla, barbarlıklarıyla var. Düşünsenize, kendisine en yakın cins, neandertal insan. İlk soykırımı ona uygulamış. Tamamen dünya üzerinden silmiş. Bu tarafı törpülemeyi öğrenirse zaten kendini aşmış olacak. Bunun bir makineyle değil de bir bilinçle olması gerektiğini düşünüyorum.
'DELİRME LÜKSÜMÜZ YOK'
Ben, sizin bir gazeteci olarak “Barış Makinesi” adında bir romana imza atmışken yakın dönemde ülkenin geride bıraktığı barış sürecine dair fikirlerinizi, bu süreçte bu kitabın aldığı yolu merak ediyorum.
Birkaç defa kitabın adını koyarken biraz çekinmediniz mi, diye sordular. Çok da şaşırdım. Barış artık bu vesileyle mümkünmüş gibi... Bu, toplum olarak aklımızı yitirdiğimizi de gösteriyor bence. Ben bu kitabı yazarken çatışmasızlık süreci devam ediyordu. Henüz Haziran seçimleri de olmamıştı, ondan sonraki süreç de başlamamıştı. Aklımda da o yoktu o yüzden. Yazarken hakikaten Kürt meselesi özelinde düşünmedim. Fakat kitabın bitmesine yaklaşırken bu mesele maalesef şu günkü hale geldi. Bir yandan da düşünmeye başladım tabii “Barış nasıl olacak?” diye. Ama çok da etkilemedi. Çünkü kafamda bir hikâye vardı, o dönemdeydi ve yazarken biraz da o dönemin içindeydim.
Peki, siz bu sürecin ülke adına nasıl sonuçlanabileceğini düşünüyorsunuz?
Barış dediğiniz şey toplumsal uzlaşma olmazsa gelmez. Toplumsal uzlaşmanın da şu anda devam eden siyasetle olmayacağı açık. Uzlaşma konusu da zaten demokrasi ve meşruiyetin temeli. O olmadığı zaman isterse arkanızda yüzde seksenlik bir halk desteği olsun, yüzde yirmisiyle uzlaşamıyorsanız o ülkeyi yönetemiyorsunuz. Meşruiyetiniz zedelenmeye başlıyor. Şu anda kötü bir yola girildiğini düşünüyorum. “Süreç süreç” diye de uzun süre kimse sesini çıkartmadı. Aslında hiçbir şey de olmuyormuş. Ya da bir noktadan sonra siyasi çıkarlar sebebiyle süreç bir anda bir köşeye bırakılıverdi. Ben çok laubali ve çok ciddiyetsiz yürütüldüğünü düşünüyorum. Çünkü çok önemli bir meseleydi ve çok geri adım attığımız bir meseleydi. 90’lardan beri geriye gidildi. İnsanlara bir şey vaat edip neredeyse sudan sebeplerle o vaatten geri adım attığınız zaman çok ciddi bir psikolojik kopuş ortaya çıkıyor. Umarım buradan geri dönebiliriz ama bu şekilde devam edersek bu psikolojik kopuş, bu kuşağa bile kalmadan o bölgede ayrılma konusunda ciddi bir iradenin belireceği anlamına gelecek diye bir korkum var. Ama her şeye rağmen, yine de çok geç olmayabilir diye de bir umudum var. Bunun için şu anki iktidarın bu anlayışının bir an evvel değişmesi lazım. İktidardaki aktörler gitmese de bu değişebilir bu arada, çünkü yeri geldiğinde çok pragmatik olabildiklerini de gördük. Onları pragmatik olmaya itenler nelerdir, onu da tam bilemiyoruz. Onu hep beraber izleyeceğiz.
Bu psikolojik mücadelenin ortasında, gazeteci ve yazar kimliğinizi bir kenara bırakarak, sadece Türkiye’de yaşayan biri olarak siz akıl ve ruh sağlığınızı nasıl muhafaza ediyorsunuz?
Belki de yitirmişimdir. Bir kültür savaşının ortasındayız ülke olarak. Bu sadece bizim ülkemizin başına gelmiyor. Yani, biraz işin tarihi perspektifini bilmeye çalışarak kurtarmaya çalışıyorum kendimi, sadece bizim başımıza gelmediğini bilerek… hakikaten bunu yaşayan tek ülke biz değiliz. Daha önce tarihte de yaşandı, günümüzde de yaşanıyor. Şu anda dünyanın durumuna bakıldığı zaman da, ne bileyim Amerika’da bir ilerici insana da Donald Trump’ı gösterip “nasıl akıl sağlığınızı yitirmiyorsunuz?” diye sorulabilir. Mesela Rusya’da Putin meselesi var. Yani şu anda otoriter liderlerin, aşırı sağ popülizmin çok revaçta olduğu bir dönemdeyiz. Bunu bilince insan en azından yalnız olmadığının farkına varıyor. Bir de aslında akıl sağlığımızı yitirmek gibi bir lüksümüz olduğunu düşünmüyorum, yoksa hepimiz delireceğiz. Çünkü ben bir kısmın zaten ‘delirdiğini’ düşünüyorum. Psikolojik anlamda kullanmıyorum bunu, fanatiklik anlamında kullanıyorum. Orada o fanatizme biz de kapılırsak zaten yaşanılmaz bir toplum haline geleceğiz.