Peru’nun küçük bir kasabasıydı. Adını unuttum ve bence unutmak da gerekiyordu. Daha doğrusu hatırlamak için bir nedeni yoktu kasabanın. Sadece otostop yaptığımız kamyon oraya kadar gidiyordu. Neredeyse bütün Latin Amerika kasabaları gibiydi. Bir belediye meydanı vardı. Boş zamanlarında insanlar oturup birbirlerine baksınlar diye yapılmıştı galiba. Tam çekirdek çitlemelikti ama böyle bir gelenekleri yoktu Peru’nun. Büyük eksiklik işte. Zaten bizim dünyaya kazandırdığımız en yararlı şeyler bunlar; Ay çekirdeği, yoğurt ve taharet musluğu. Ay çekirdeği bizim buluşumuz mu emin değilim ama gerçekten taharet musluğu müthiş. Neymiş o ‘bide’ filan, boşuna iki klozet imalatı ve dalga geçmiyorum…
Meydanın en ucuz olduğunu düşündüğümüz lokantasında yemek yiyorduk. Peru’da güzeldi yemekler. Çorbanın içine muz ve mısır koyuyorlardı mesela. Oldukça doyurucuydu yani ve kalınca bir et parçası olurdu her zaman. Hepçildim ben. Yani ne olsa yiyebiliyordum. Bir iki ay önce yağmur ormanlarında bukalemun yemiştik oldukça. Üzülüyordum başta, ama sonra bir arkadaş yakalanmanın bukalemunların hatası olduğuna ikna etti beni. Yeterince iyi saklanamıyorlardı. İnsan garip bir canlı. Her şeyi teorize edebiliyor. Genel seçimi düşünsenize. Demokrasi bile diyorlar buna. Halbuki hiç başkana ihtiyacım olduğunu düşünmüyorum. Bilmem siz ne diyorsunuz? Başkan olmadan yemek yiyemediğiniz, uyuyamadığınız ya da birden gece uyanıp ‘Başkanım, başkanım...’ diye sayıkladığınız oluyor mu? ‘Başkaaaan bittti’ diye bağırma yaşını da geçtik sanırım. Yok bu konuda çok eminim kendimden. Başkana ihtiyacım yok…
Yemek yerken yine bir Peru kasabasını hatırladım. Başka bir yerdi yine adını unuttum ve başka bir yıl tarihini bilmediğim. Belediye bir arazöz satın almıştı kasabaya, onun hizmete katılış töreni vardı. Orkestra ile birlikte meydanda kendini gösteriyordu arazöz. Yani sağa sola su fışkırtıyordu. Orkestra dediğim de bir davul, bir trombon, -gerçi çok emin değilim karıştırıyorum bu üflemelileri ama- işte büyük ve kıvrık borusu olandı. En çok dikkatimi çekense üçüncü orkestra elemanıydı. Diğerleri gibi giyinmişti. Şişko göbeğine çok dar gelmiş bir kırmızı gömlek, üstüne çok küçük gelen bir mavi ceketi vardı. Bütün orkestra böyleydi ama ellerinde davul ve trombon -doğruysa- olduğu için çok garip kaçmıyordu ama üçüncüsü beni bile şaşırtmıştı. Bir kanalizasyon borusu çalıyordu. Şu tırtıklı olanlar var ya onlardan biriydi. 30 santim kadardı. Tırık tırık sesi çıkartıyordu üstüne sürttüğü bir sopa parçasıyla. Çok ciddiydi ama. Çocuğu onu seyrediyordur diye düşünmüştüm. ‘Baban ne iş yapıyor ? Belediye orkestrasında kanalizasyon borusu çalıyor… 30 santim…’ Bu bellek garip bir şey…
Çakma bir Galapagos adası vardı yakınımızda ona gitmeye çalışıyorduk. Yoksa çok pahalıydı adaya gitmek. Buradaki Penguenler aynı boydaydı 40 santim, kaplumbağaların bazıları oradan geliyorlardı muhtemel ve flamingoların boynu kırmızıydı yok pembemsi ve hepsi çok uzun boyunluydu. Okyanus aynı okyanustu zaten ve Galapagos’ta çalışmak için iş bulamamıştık itinalı yalanlarımıza rağmen ama fark etmiyordu burası da aynı.
Kurban bayramında bukalemun yemek gibi bir şeydi ama ben ne yapayım onlar da iyi saklansalardı…