Bir iktidar kendisini ne zaman başarısız bulur? “Biz bu işi beceremedik” dediği nokta neresidir?
On binlerce insanın öldüğü, on binlercesinin halen kayıp olduğu ve kayıtlara geçemediği, yüz binlerce, hatta milyonlarca, hatta kuşaklarca insanın derin bir travmayla yüzleşmek zorunda kaldığı ve kalacağı bir felaketin öncesi ve sonrasındaki aymazlık, hesap vermezlik ve organizasyonsuzluk bile, iktidarın herhangi bir unsurunu “yapamadık bunu” dedirten bir noktaya götüremeyecek mi? (Muhalefetin “yerel” iktidarları da elbette dahil bu sorulara.)
Birçok noktada depremi takip eden ilk saatlerde ve günlerde görünmeyen, görünemeyen ve görünmediğini birçok depremzedenin maalesef ciğerden bildiği yardım ve kurtarma faaliyeti; depremin on beşinci gününde “şu kadar uçakla, şu kadar ekiple, şu kadar asker ve polisle sahadaydık” cümleleriyle örtülebilecek mi? Tarih bu kadar saf mı?
“Her şey kontrol altında”lar havada uçuştuğu sırada yeniden vuran depremin, afet bölgesindeki birçok insanın çaresizlik ve çadırsızlıktan evine girmiş olduğu gerçeğini gözler önüne sermesi bile bir iktidar insanına “yok yapamamışız” dedirtmez mi?
Dedirtmeyecek mi? İstifa ettirmeyecek mi?
Bunlar retorik sorular. Cevabı biliyoruz.
Kahramanmaraş merkezli depremler boyundaki bir felaket bile iktidarı başarısızlık kabulüne götürmüyorsa, hiçbir şey götürmeyecek.
*
Ama başarısızlığın kabulünü iktidardan ısrarla talep etmemiz gerekiyor.
Bu sadece siyasi bir konu değil, hatta esasen siyasi bir konu değil. Bu, teknik bir konu.
Nedenine, nasılına bakalım.
Bunun için de, tüm dünyada hararetle tartışılan “hakikat-sonrası” tanımını oturtan kişiye, Amerikan yazar Ralph Keyes’e başvuralım. Keyes, 2004’te yayımladığı kitabına şu ismi vermişti: The Post -Truth Era: Dishonesty and Deception in Contemporary Life. 2017’de Delidolu Yayınları tarafından Türkçe’de de yayımlandı kitap. ‘Hakikat Sonrası Çağ – Günümüz Dünyasında Yalancılık ve Aldatma’ ismiyle (Çeviren: Deniz Özçetin).
Kitapta bana en mühim gelen kısım, “hakikat-sonrasının” en az tartışılan unsuruyla ilgili. Sistemin başarısızlığıyla ve ona verilen/verilmeyen reaksiyonlarla ilgili. Keyes’in yaptığı saptama o kadar önemli ki… Kendi adıma şu kadarını söyleyeyim; hayatta duyduğum, okuduğum, en “önemli” şeylerden biri… O yüzden her fırsatta, her ortamda tekrar tekrar aktarmak istiyorum.
Şöyle diyor Keyes:
“Sonuçta başarısızlık da bir geri bildirim şeklidir. Başarısızlıkların üstü örtülüp başarı gibi gösterildikleri zaman, örgütler düzeltme yapmak için gerekli olan geribildirimden mahrum kalırlar. Sorunlar sonsuza dek yalanların arkasına gizlenemez. Sakladıkları gerçek bir kez ortaya çıktıktan sonra, düzeltmelerin yapılması çok daha uzun sürer.
*
Sistemi makul ve mantıklı bir hale getirmemiz için, sistemi işletebilmemiz için başarısızlığın kabul edilmesi lazım. Kabul edilmediği her dakika, iyiniyetli bile olsalar yanlış çabalarla yeni başarısızlıkların zemini hazırlanıyor.
Mevcut iktidarın da boyunu ve ömrünü aşan bir mesele bu. Kuşaklarca devam edecek bir zincir. Zaten bir dolu zayıf halkayla örülü bir zincir. Eskilerini güçlendirmek, yenilerini sağlam yapmak gerekiyor.
Bu depremin mahvettiği insanların, hayatların mümkün olduğunca onarılması gerekirken; sonraki depremlere hazırlanırken aynı mantıkla gitme lüksü yok. Bir çırpıda çözüm üretmeye çalışma lüksü yok. “Dereyi şuradan geçiririz, evleri bir senede inşa ederiz” deyip A4’e harita çizmek yok. Tek adamın zihninden çıkmış planları, liyakatsiz ekiplerle uygulamaya geçirmek yok. Acıların ölçeğini küçültürcesine hızla normale dönmeye çalışmak yok. Bir yandan da afetin ölçeğini tahayyülün ötesine taşıyıp “asrın felaketini yaşıyoruz” diyerek acziyeti normalleştirmek yok.
Bunların hepsi lüks. Çözümü de şimdiden sakatlıyor.
*
Örneği dışarıdan verelim.
Depremler ülkesi Japonya’nın aldığı deprem tedbirlerini, insanların depremle yaşamaya alışmasını, bu yönde eğitilmesini takdirle karşılıyoruz. Ya sonrası? Sonrasında ne yapıyor Japonlar? İyisiyle kötüsüyle ne yapıyorlar? Başarıyı başarısızlığı nasıl karşılıyorlar?
Bir defa şunu bilelim: Japonlar da her başarızlıkta harakiriye başvuran insanlar değil. Sorumluluklarını kabul edenleri var ama etmeyenleri de epey var.
Japonya, son büyük felaketini 3 Mart 2011’de yaşadı. Dünyanın genelde Fukushima depremi diye bildiği ve büyüklüğü 9.0/9.1 olarak ölçülen Tōhoku Depremi’ni takip eden tsunami ve nükleer sızıntı, afetin boyutlarını katlamıştı. Merkezi Pasifik Okyanusu’nda, kıyıdan 72 kilometre açıkta olan deprem altı dakika sürdü ve korkunç tsunami dalgaları üretti.
Tōhoku Depremi Japonya’da, modern deprem kayıtlarının başladığı 1900 yılından itibaren ölçülmüş en şiddetli depremdi; dünya ölçeğinde de en şiddetli dördüncü deprem olarak kayıtlara geçti. On yıl sonra açıklanan resmi rakamlara göre, bu deprem, 19.759 kişinin canını yitirmesine, 6242 kişinin yaralanmasına yol açtı. Bunların dışında, 2553 kişi kayıtlara “kayıp” olarak geçti ve yüz binlerce kişi evsiz kaldı.
Bu ölçekteki bir depremden bile daha çok konuşulan ve tüm dünyayı aylarca meşgul eden bir konu vardı: Fukushima Daiichi Nükleer Santrali’nde depremden hemen sonra, reaktörlerin erimesiyle başlayan nükleer sızıntı.
İlk müdahaleler yapılırken, santrali işleten özel kuruluş TEPCO kendi hikâyesini, Japon ulusuna tek bir sözcük üzerinden takdim etmeye çalışıyordu: Soteigai… Yani “tasavvur edilemez”. Bu hikâye, depremin hayal edilemeyecek denli büyük olduğunu işleyerek yaşanan felaketi normallleştirmeyi hedefliyordu. Bin yılda bir yaşanacak bir şey yaşanmıştı; onun önüne geçmek, ona hazırlıklı olmak mümkün değildi. “Soteigai”, bir nevi “asrın felaketi”ydi.
Ama Japonlar bunu kabul etmedi.
Kurulan bağımsız bir komisyon, altı aylık bir araştırma sonucunda açıkladığı raporunda, bu kazanın doğrudan sonuçlarının öngörülebilir olduğuna karar verdi. Rapor, santralin 9.0’a hazırlıksızlığından, santralin işletmecilerinin önlem almada yetersizliğinden bahsederken, devlet kurumlarının denetleme ihmallerine de dikkat çekiyordu. Rapora göre bu afet neticede “insan yapımıydı” ve devlet ile özel şirket el ele, Japon ulusunun nükleer kazalara uğramama hakkına ihanet etmişti.
Bu tür raporlar yazılırken Japonya’da kazanlar da kaynıyordu. Bu işin sorumlusu kimdi? Devlet bu afete hazırlıklı mıydı? Sonrası için yeterli reaksiyonu göstermiş miydi?
Hükümetin verdiği cevaplar tatmin edici değildi. Nitekim, Başbakan Naoto Kan çığ gibi büyüyen tepkilere dayanamadı ve depremden beş ay sonra istifasını verdi.
Başbakan Kan istifaya giden süreçte dehşete kapılmıştı. Nükleer bağımlılığın ve santrallerin mevcut halinin Japonya’nın sonunu getirebileceğini düşünmeye başlamıştı. Bu yüzden görevde kaldığı sürece yenilenebilir enerji projelerine yönelmeye çalışmıştı.
Sabık başbakan, mevcut felaketin kendisine ileriki felaketleri nasıl çağrıştırdığını, muhtemel bir nükleer felaketin hele Tokyo’da nelere yol açabileceğini, istifasından aylar sonra verdiği bir röportajda şöyle anlatacaktı:
“İşler o boyuta ulaşırsa, halk zorluklar yaşamakla kalmaz, ulusun bekası da tehlikeye girer.”
Başbakan istifa etmekle kalmamıştı. Sistemin başarısızlığını da kabul etmiş ve bunu ulusa duyurmuştu.
*
Çok söylenir, doğru olduğu için çok söylenir, evet, istifa da bir hizmettir.
İstifayı geçelim, başarısızlığı kabul etmek de bir hizmettir.
Çünkü o zaman, ancak o zaman, “bir daha nasıl başarısız olmayız” üzerine düşünmeye başlarız. Çünkü bunu tek tek bizlerin, biz sıradan vatandaşların düşünmesi yetmez; aslına bakarsanız, toplumun genelinin düşünmesi dahi yetmez.
Bu bir sistem meselesidir. Başarılı ya da başarısız olan kurduğumuz sistemlerdir. Bir depreme hazırlanma ve ona reaksiyon gösterme planımız başarılı ya da başarısız olur. Bu depreme ister “asrın felaketi” ister “Kahramanmaraş merkezli depremler” diyelim, fark etmez; sistemin başarılı olup olmadığını tayin eden onu nasıl tanımladığımız değildir.
Neticede ortada bir başarısızlık var.
Sistemin, rejimin, iktidarın başarısızlığı kabul etmesi gerekir.
Bugüne dek istifa düşüncesinin kıyısından kenarından geçememiş bu kibirli ve hazımsız iktidarın, bu iktidarın en tepeden başlayarak her bir yöneticisinin yine istifayı düşünmeyeceğini tahmin etmek zor değil.
Ama başarısız olduklarını kabul edebilirler. “Her şey kontrol altında”nın ötesine geçebilirler. Çünkü başarısızlar ve her şey kontrol altında da değil.
Keyes’i tekrar etmenin zamanıdır:
“Sonuçta başarısızlık da bir geri bildirim şeklidir. Başarısızlıkların üstü örtülüp başarı gibi gösterildikleri zaman, örgütler düzeltme yapmak için gerekli olan geribildirimden mahrum kalırlar. Sorunlar sonsuza dek yalanların arkasına gizlenemez. Sakladıkları gerçek bir kez ortaya çıktıktan sonra, düzeltmelerin yapılması çok daha uzun sürer.”
Başarısızlığın kabul edilmediği her saniye memleketin aleyhine işliyor.