Gülşen hadisesi hiç bitmeyen "kültürel iktidar” tartışmasını bir kez daha alevlendirdi.
Aslında bu konuda uzun ve karmaşık tartışmalara girmenin hiç gereği yok. Kültürel iktidar denilen şey, Erdoğan iktidarının devamından başka bir şey değildir. Erdoğan’ın tek hedefi iktidarda kalmaktır ve (ekonomik, politik, hukuki vs) her alanda olduğu gibi kültürel alanda da bütün söylem ve politikalarının kaynağı, sebebi, amacı, bunun ideolojik koşullarını yaratabilmektir, hepsi bu kadar.
Öyle gizli saklı, görünmeyecek bir gerçek değil bu, çıplak ve apaçık ortada. Bu tarz gerçeklikleri, apaçıklıklarına yakışır biçimde, alabildiğine basit ifade edebilmek gerekir. "Akıl, her şeyi olduğu gibi görmekten başka bir şey değildir" demiş Voltaire.
Basitlikten ve her şeyi olduğu gibi görmekten uzaklaşmanın ciddiye alınması gereken bir örneğini maruz kaldığımız yönetim sistemini tanımlama çabasında görüyoruz maalesef.
Reistokrasi... Rekabetçi otoriteryenizm... Desizyonizm... Elektoralizm...
Duymuşsunuzdur bu terimleri... Türkiye’de yürürlükte olan Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi’ne siyasal terminolojide bir isim bulmaya çalışıyoruz, bunlar da önerilenlerden.
İyi niyetli bir çaba olduğundan hiçbir şüphemiz yok; başımıza ne geldiğini anlamaya çalışıyoruz. Fakat anlamaya çalıştığımız şey, tarihsel, sosyolojik, politik, her anlamda büyük bir kargaşaya ait. Üstelik bu kargaşa, kaygı üreten bir kargaşa.
Kargaşa ve kaygı anlarında berraklık ve duruluk toplumlar için yaşamsaldır. Sırf bu yüzden iyice karmaşıklaştırmadan açıklanmalı her şey; olayların ve olguların sadeliği hiç bozulmamalı.
Çünkü olaylar ve olgular gerçekten çok sade.
Mesela... "Gülşen’i tutuklatan aynı savcının, Sezen Aksu’ya ‘dilini keseceğiz, kafasına sıkacağız’ diyen kişi hakkında takipsizlik kararı verdiği sistemin adı aşağıdakilerden hangisidir" diye sorsak topluma, seçeneklerimiz bunlar mı olacak?
a) Reistokrasi
b) Rekabetçi otoriteryenizm
c) Desizyonizm
d) Elektoralizm
Veya ... "Milyonlarca dolarlık yolsuzluk, rüşvet, kayırmacılık üreten, 16 milyon vatandaşının açlık, 50 milyon vatandaşının yoksulluk sınırında yaşadığı bir ülkenin sistemine aşağıdaki adlardan hangisi verilebilir" diye sorsak topluma, seçenek olarak bunları mı sunacağız?
a) Reistokrasi
b) Rekabetçi otoriteryenizm
c) Desizyonizm
d) Elektoralizm
Ya da... "Hapishanelerinde, Avrupa Konseyi üyesi 47 ülkede ‘terör suçu’ nedeniyle tutuklu veya hükümlü olanların yüzde 97’sinin yattığı ve son on yılda cezaevi nüfus oranı artan on ülke içinde (yüzde 115 gibi bir oranla) açık ara birinci sırada yer alan ülkenin siyasal sistemine ne ad verilir" diye soracak olsak, seçeneklerimiz bunlar mı olmalı?
a) Reistokrasi
b) Rekabetçi otoriteryenizm
c) Desizyonizm
d) Elektoralizm
Dediğimiz gibi, iyi niyetten şüphemiz yok. Başımıza gelen şeyi akılla, bilimle tanımlamaya çalışıyoruz; maruz kaldığımız olayların ve olguların müsebbibi olan sistemin ideal tanımını arıyoruz. Ama böyle yapmakla, topluma bir şey söyleyemediğimiz gibi, çıplak ve sert gerçeklik karşısında da "platonik" bir dille konuşmuş oluyoruz. Hatırlayın... 2019 yerel seçimlerinde "seçim yoluyla darbe" diye fantastik bir kavramı tedavüle soktuklarında, biz yine ideal olana ilişkin platonik bir dille, "Seçimler, halkın iradesinin yansımadır vs" deyip siyaset bilimi terminolojisiyle konuşuyorduk. Gerçeklik ise, "Seçim, Erdoğan ve AK Parti’nin kazanması için yapılan seçimdir" cümlesinde kendi ifadesini bulan çıplak ve sert gerçekliğin basit dilini kullanıyordu yine.
Gerçekliğin bu ve daha nice çıldırtıcı örneğini bize reva görmüş olan bu sistem, bu adına Reistokrasi mi, Desizyonizm mi, Elektoralizm mi diyelim diye tartıştığımız sistem, Adorno’nun çok yerinde deyimiyle, "teorik olarak kavranamayacak kadar irrasyonel" bir sistem. Teori bunun farkında olmalı, buna göre davranmalı.
Teorik kavramlar toplumsal gerçekliklerde başlayıp toplumsal gerçekliklerde sonlanırlar. Yani "irrasyonel" sisteme isim bulacak bir teorik kavrayış bu "irrasyonalite"den başlayıp bu "irrasyonelite"de sonlanmalı. Hakikatten ümidini kesmek olarak adlandırılabilecek olan "Kant Krizi"ne girmediysek eğer, bunun dışındaki anlama çabasının sadece anlaşılmazlığın artmasına yaradığını görebilmemiz lâzım.
Aslında bunun önüne geçmek için elimizde yüzlerce yıldır iş gören faydalı bir yöntem var. Bir Ortaçağ skolastiğinin isminden hareketle "Ockham’ın usturası" diye bilinen zihinsel bir alet bu. Basitlik ilkesi olarak adlandırılabilecek yaklaşımla çalışıyor. Eğer zorunlu değilse olasılıkların çoğaltılmaması gerektiğini söylüyor. "En basit açıklama büyük olasılıkla doğru olandır" diyor ve kesip atıyor.
Her teori gibi siyaset teorisi de gerçeklik üzerine bina edilir, konumunu ona göre belirler. Bunun dışında ne kurgusal bir temel üzerinde bina edilebilir, ne de konumu salt bir kurgunun konumu olabilir. Gerçekliğin, yani konumuz gereği Türkiye’deki siyasal rejimin bilgisi, siyaset bilimi terminolojisinin çıplak gerçeklik hakkında bir dizi müphem yorum üreten kurgusallığında değil, her günkü hayatımızın en sıradan ayrıntılarında duruyor. Ruhu şad olsun, okurları da bağışlasın beni... Hangi kitabında, nerede okudum hatırlamıyorum ama, Mihail Nuayme, "Tanrı gibidir bilgi" diyordu, "her yerdedir o". Onu her yer dışında, yani çıplak gerçekliğin basitliği dışında bir yerde, mesela akademik lügatte, entelektüel jargonda arayanlar, (Nuayme’nin deyimiyle) Tanrı’yı tapınaklarda arayanlar gibidirler.