Seçim yaklaşıyor. Her yeri bir seçim heyecanı sardı diyeceğim
ama aday listelerinin açıklanması bile 1,5 gün gündemde kalabildi.
Doların Türk Lirası karşısındaki hızlı yükselişi gündeme oturmuş
durumda. Dolara ne oluyor, ekonomi nereye gidiyor, sonumuz ne
olacak konulu endişeli bekleyişin arasında, seçime girecek
partilerin seçim bildirgeleri de açıklanmaya başladı. Bu
bildirgelerdeki vaatler bahsi geçen endişeli bekleyişi azaltmıyor.
Ama en azından şu ana dek açıklanan seçim bildirgelerinin
merkezinde, ama seçim bildirgeleri dışında tüm partilerin ve
liderlerin seçime dair söylemlerinde demokrasi vaadi göze
çarpıyor.
Türkiye’de OHAL ikinci yılını doldururken ve elbette tüm dünyada
demokrasinin gerilemekte olduğu tespitleri yapılırken, seçimlere
neredeyse tüm partilerin demokrasi vurgusuyla gidiyor olmasının
şaşırtıcı bir yanı yok. Mesele kimin demokrasiyi nasıl kavradığı,
demokrasi vaadederken bunun altını nasıl doldurduğu. İnternetin son
yıllarda demokrasi ile ilgili tartışmaların odağında yer almasından
yola çıkarak açıklanan seçim bildirgelerindeki internetle ilgili
vaatlere, aynı zamanda da bilişim politikalarıyla ilgili vaatlere
önümüzdeki günlerde, Bilgisayar Mühendisleri Odası’ndaki
meslektaşlarım ve bu konuda kafa yoran bilişim dünyasının önemli
isimleri ile birlikte ayrıntılı olarak eğilmeyi umuyorum. BMO’nun
bu konuda yaptığı yayınlar, diğer bilişim örgütleri ile birlikte
gerçekleştireceği çalışmalar bu konuda önemli bir kaynak
oluşturacak gibi görünüyor.
Bugün ise bildirgeleri bir yana bırakıp, yaklaşmakta olan krizi
de dayanışma ile aşabilmemizin bence temel koşulu olan daha
demokratik bir ortamın oluşmasının, internet açısından ne anlama
gelebileceğine dair düşünmeye çalışacağım. Ya da başka bir deyişle
“internet demokrasi getirir mi?”, “internet demokrasiye zarar mı
veriyor?” gibi sorulardansa, son yirmi yılda vaatlerini yerine
getirememiş, hızla tekelleşmiş, devletlerin ve devasa uluslararası
şirketlerin kontrolüne girmiş olan internetten başka bir internet
mümkün mü sorusunu soracağım.
Bu sorunun ilk elden yanıtı “evet” olarak verilebilir
doğallıkla. Çünkü iletişim teknolojileri tarihi pek çok vaatle
ortaya çıkan verili bir iletişim teknolojisinin özgürlük ve
demokrasi açısından potansiyellerinin, süreç içerisinde piyasa
güçlerinin ve devletin çıkarları doğrultusunda ulaşılan hakim
tasarımda gerçekleşemez hale gelmesinin tarihi. Yani her iletişim
teknolojisi, ortaya çıkışında özellikle de ifade özgürlüğü ve
bilgiye demokratik erişim konusunda bir takım potansiyeller taşır.
Ancak iletişim teknolojisinin özellikle piyasa güçleri açısından
taşıdığı kâr ve reklam potansiyelleri ve devlet açısından taşıdığı
toplumsal denetim potansiyeli zaman içerisinde iletişim
teknolojisini bu doğrultuda bir şekillenmenin içine iter. Son
olarak gelinen noktada artık o iletişim teknolojisinin özgürlük ve
demokrasi potansiyeli ortadan kalkmış olur. Buradaki devamlılığı da
gözden kaçırmamak gerekir. Eğer özgürlük ve demokrasi
potansiyelinin var olduğu dönemi, o iletişim teknolojisi açısından
açık, bu potansiyelin ortadan kalktığı dönemi de kapalı olarak
nitelendirecek olursak, örneğin kapanmış bir radyo ağını, açık bir
telefon ağının, kapanmış bir telefon ağını, açık bir televizyon
ağının, kapanmış bir televizyon ağını açık bir internet ağının
izlediğini de iddia edebilmek mümkündür. Bugün internet ağının
giderek kapanmsını da elbette başka bir internet ya da adı her ne
olacaksa, açık bir başka iletişim ağının izleyebilme olasılığı
yüksektir.
O halde gelinen noktada, soruyu evriltmek gerekebilir. Yani soru
“başka bir internet mümkün mü?” yerine, “nasıl bir internet
olmalı?” şeklinde sorulmalıdır. İşte tartışmaların en kısır
ilerlediği nokta da burası gibi görünmektedir.
İnternette bir şeylerin ters gittiği bugün herkes tarafından
kabul ediliyor. Hatta bütün bir internet ağını, Google ile
paylaşarak kolonileştirmiş olan Mark Zuckerberg bile bunu biliyor.
Geçtiğimiz aylarda ABD kongresinde ifade veren Mark Zuckerberg,
kendi yarattığı ve onu dünyanın en zengin adamları arasına taşıyan
platformunun başına gelenlerin, sahte haberler, nefret söylemi,
2016 ABD Başkanlık seçimlerini manipüle etmek isteyen yabancılar ve
kullanıcıların veri gizliliğinin ihlali gibi konularda yeterince
sorumlu davranamamış olmasından kaynaklandığını söyleyip, “çok
üzgünüm” dedi. Doğaldır ki, bütün bu sorumsuzluğun asıl temeline
inemedi. Ayrıca tüm bunlar ortaya dökülmese Mark Zuckerberg
açısından hiç dert olmayacaktı. Ancak yine de hem Mark Zuckerberg,
hem de Silikon Vadisi'ndeki ofislerinde yıllardır internete yön
verenler, interneti getirdikleri durumun ve bu durumun artık
kendilerinin de başlarına bela olduğunun son derece farkındalar. Bu
farkındalık onları daha eleştirel bir noktaya getiriyor ve olmadık
şeyler söylemelerine neden oluyor. Orijinal iPhone'un tasarımında
çalışan birisi çıkıp, yaratılmasına yardım ettiği cihazın çok
bağımlılık yaptığını düşündüğünü söylüyor; World Wide Web'in
mucidi, yaratısının “silah haline gelmesinden” korkuyor;
Facebook'un ilk başkanı olan Sean Parker bile sosyal medyayı
tehlikeli bir psikolojik manipülasyon biçimi olarak gördüğünü
belirterek, “çocuklarımızın beyinlerine ne yaptığını sadece tanrı
biliyor” diyerek ağlıyor. Yani herkes kendi günahlarını, interneti
reklama bağımlı hale getirmiş olmalarını, insanların özel hayatının
gizliliğini tehlikeye atan veri toplama arzularını, daha yüksek
kârlar için devletlerle yaptıkları anlaşmaları hevesle itiraf
ediyor.
Bu noktadan sonra nereye dönülebilir? İnterneti “enerjik,
yaratıcı ve risk alabilen tekno-girişimcilerin ( ! )” yarattığı
rekabetçi, piyasa yönelimli, bütün düzenlemelerden azade, özel
sektör mantığına dayanan bir ağ olarak kutsamaktan vazgeçtiğimiz
çok açık. İnternet Zuckerberg örneğinde olduğu gibi yarattığı
milyarderler için bile bir tehdit halini alıyormuş gibi görünüyor.
Belki de artık sadece otoriter yöneticilerin, yönettikleri toplumu
denetim altında tutabilme ihtiyaçlarına seslenir durumda. Yani
internet elden gidiyor; o halde onu nasıl yeniden ele
geçirebiliriz? Bugün Silikon Vadisinin tekno-girişimcileri,
teknolojik gelişmeye ve hatta dünya ekonomisine yön veren “yaratıcı
sınıfı ( ! )” hatta Zuckerberg bile “bir düzenleme” ihtiyacından
bahsediyor. Ama ne tür bir düzenleme?
İşin trajik yanı, internetin ortaya çıkışıyla aynı döneme gelen
iletişim ağlarının neo-liberal ilkelerle yeniden yapılandırıldığı
dönemin, yani iletişim ağlarının serbestleştirilmesi,
özelleştirilmesi, kuralsızlaştırılması sürecinin eleştirilerinin ve
önerilerinin artık geçerli olmaması. O dönemde iletişim ağlarının
tamamen kuralsız bir biçimde, piyasanın ticari aktörlerinin eline
bırakılmasına karşı bu ağların kamu işletmeleri olarak kalmasını ve
sıkı bir biçimde düzenlenmesini savunurken var olan koşullar artık
geçerli değil. Dolayısıyla internet kamusal denetimin ve
düzenlemenin konusu olmalıdır dediğimiz zaman, bu kamusal denetimin
nasıl mümkün olabileceği, kamusal denetimi gerçekleştirecek
kurumların ve aktörlerin kimler olabileceği yoğun bir tartışmanın
konusu olmak durumunda.
Bu tartışmanın temel başlıkları ise sanırım iletişim ağları,
dolayısıyla da internet üzerinde hem küresel, hem de ulusal
düzeylerde, ancak devletten bağımsız bir kamusal denetimin
sağlanması; internet kullanıcılarının ifade özgürlüğünün garanti
altına alınması; internet üzerinde biriken kişisel verilerin
şirketler ve devletler tarafından ticari ve siyasi kontrol amacıyla
kullanılmasının engellenmesi; toplumun demokratik ihtiyaçlarının
internet üzerindeki özellikle Facebook, Twitter gibi sosyal ağların
ticari amaçları karşısında ayrıcalıklı hale getirilmesi; bu sosyal
ağların birleşmeler ya da satın almalar (örneğin WhatsApp ve
Instagram gibi bir dizi sosyal ağ uygulaması, şirket olarak
Facebook’un sahibi olduğu uygulamalar) yoluyla tekelleşmesinin
önüne geçilmesini sağlayacak ölçütler oluşturulması; bu sosyal
ağların, kendi varlıklarını büyük ölçüde dayandırdıkları bağımsız
haberciliği, yurttaş haberciliğini denetimleri altına almadan ama
finansal olarak desteklemelerini sağlayacak önlemler alınması
olabilir.
Bu başlıklardan her birisinin, temel amacın, interneti, her
fırsatta yaşanan sorunlardan sorumlu olduklarını açıklayıp bizden
özür dileyen tekel konumundaki şirketlerden geri almak kadar,
interneti bir toplumsal denetim aracı olarak gören devletlerin
eline bırakmamak da olduğunun unutulmadan detaylandırılması
gerektiği de açık görünüyor.
Ve elbette, bu başlıklardan bir kısmı küresel düzenlemeler
gerektirse de, bir kısmının ulusal düzeylerde
gerçekleştirilebilmesinin mümkün olduğunun hatırlanması gerekiyor.
24 Haziran seçimleri öncesinde, eğer interneti dert ediyorsak
partilerin seçim bildirgelerini, internete dair vaatlerinin bu
düzenlemeleri mümkün kılacak bir takım unsurlar içerip içermediğine
göre değerlendirmek gerekiyor.