Ağ imgesinden kurtulamıyorum, doğrusu kurtulmayı da arzulamıyorum. Ama öyle zamanlar var ki bu imge her zamankinden daha güçlü hale geliyor. Bu aralar öyle örneğin. Birbirinden apayrı gibi görünen iki durum buna neden oluyor. Birisi, annemi kaybettiğimizden bu yana babamın anlatmaya doyamadığı, içinden hayatlar geçen anıları; diğeri ise içinde bulunduğumuz politik ortam...
Sizin de zihninizden bir türlü silkeleyemediğiniz imgeler var
mıdır? Şöyle dönüp dönüp geri geleninden. Biteviye benzerlerini
çağıranlarından. Yıllar yıllar önce, henüz geleceğin uzak, dünün
anlamsız, bugünün bitimsiz olduğu yaşlardayken elimden düşürmediğim
Resimli Bilgi Ansiklopedisi’nde gördüğüm en şaşırtıcı
çizimlerden biri, insan bedenini birbirine değen, birbirinden
geçen, birbirinden türeyen safi sinir ağlarından ibaret resmedendi.
Güçlü bir imgeydi, zihnime kazınmıştı, hayatım boyunca aklımdan hiç
çıkmadı. Üstelik benzerlerini çağırarak çoğaldı bu imge. Dallarının
nereden çıktığını artık takip edemediğiniz asırlık ağaçlar, ağaç
kabuklarının iç içe geçmiş, birbirini hiç terk etmeyen çatlakları,
üzerlerine düşen gün ışığında ışıldayan ipeksi örümcek ağları,
kavrulmuş toprağın çatlaklarının ille de ağlar oluşturan görüntüsü,
bir yorganın yorgancının maharetiyle birbirine değen kapitone
desenleri, karmaşık labirentler... Bu imge, sosyal bilimler
okurken, toplum gibi soyut bir kavramı anlamaya çalışırken eşlik
etti bana. Düşünce tarihini, insanlık tarihini, bireyin tarihini,
kendi tarihimi bu imgeyle anlayabildim. Dolayısıyla, birbirimize
biteviye bağlandığımıza, en uzaktakinin aslında en yakınımızda
olduğuna inanırım.
Dinlerken, düşünürken çizer misiniz? Ben, uzun, soyut, bol
önermeli konuşmaları kağıda bir şeyler karalamadan dinleyemem,
söylenenleri özümseyemem. Çizdiklerim ise çoğunlukla dalları uçsuz
bucaksız çoğalan ağaçlardır, bir yaprağın birbirine bağlanan
damarlarıdır ya da iç içe geçen, ama ille de birbirine değen,
dokunan çizgilerdir. Düşünceler gibi... Dil gibi... Wittgenstein’ın
Felsefi Soruşturmalar adlı eserini okurken bana en çarpıcı
gelen dil tanımlaması bir benzetmeydi. Yabancı dil öğrenmeyi, ilk
kez gittiği bir kentin sokaklarında gezen birinin deneyimiyle
açıklıyordu düşünür. Bir kenti, sokaklarında elinizde bir haritanın
yol göstericiliği olmadan gezerek keşfetmenin heyecanıyla bir dili
keşfetmenin heyecanı benzerdi. Dili keşfetmek için onun labirent
gibi sokaklarından geçmek, bilinmezliğe açılan sokak başlarında
duraklamak, dönemeçlerini dönmek gerekiyordu. Bu benzetme, beni
terk etmeyen imgeyle nasıl da örtüşüyor! Kentin sokakları, hem
kendi başlarına bir dünyadır ama hem de taa en uzaktaki sokağa
bağlıdır. Her sokak bir diğerini yalnızca kesmez, kavşaklarda
birbirlerine değiverirler. O kavşaklar, ayırdığı kadar bağlar;
kendimizden ötekine bir geçiştir her biri.
Bu ağ imgesinden kurtulamıyorum, doğrusu kurtulmayı da
arzulamıyorum. Ama öyle zamanlar var ki bu imge her zamankinden
daha güçlü hale geliyor. Bu aralar öyle örneğin. Birbirinden apayrı
gibi görünen iki durum buna neden oluyor. Birisi, annemi
kaybettiğimizden bu yana babamın anlatmaya doyamadığı, içinden
hayatlar geçen anıları; diğeri ise içinde bulunduğumuz politik
ortam. Babam konuşurken, yalnızca sevdiğim iki insanın değil,
onlara dokunan başkalarının öykülerini de işitiyorum. Babamın
anılarında, Bitlis’in bilinmeyen, söylenemeyen tarihi var. Kentin,
toprağın, konuşulan ya da bir türlü konuşulamayan dilin izi var. O
çok kişisel tarihin izinden giderken aslında bir kültürün, bir
toplumun, dilsiz bırakılmış bir tarihin içinde yol aldığımı
hissediyorum. Ağ imgesi canlanıyor gözümde yeniden, o ağın bir
düğümü olduğumu hatırlatarak bana.
Politik durum ise malumunuz. Ayrıntıya girmek gereksiz. Benim şu
ağ imgemi çağıran iki önemli unsuru var bu durumun: İlki, ilk kez
ittifaklarla bir seçime gidecek olmamız. Bu ittifakları oluşturan
politik yapılar durumun ne kadar farkında bilemem, ama kendilerini
diğer ittifaktan ayıran şeyi ne denli vurgularsa vurgulasınlar
aslında kendi içlerinde de benzemezler, ancak bir o kadar da
birbirlerine bağlanmış durumdalar. Kendi başlarına birer ağ
gibiler, ancak bu iki ağın dışında kalan, onları tek bir ağa
dönüştürecek bir düğüm olarak HDP duruyor. O incecik ipeksi
bağlarla kendi dışında kalan her şeyi kendisiyle birleştiriyor. O
düğüm mutlaka fark edilmeli, hiç unutulmamalı; HDP barajı mutlaka
geçmeli. Yoksa sağlam sandığımız ittifaklar boşa düşer; hoyrat bir
el ağımızı yırtar atar.
İkincisi ise politikanın böyle bir imgeden yoksun oluşu,
medyanın yaygınlaştırdığı politik dilin kofluğu. Politika yapanlar,
halkın nabzını tutmaktan dem vururlar sık sık. Özellikle seçimlerle
birlikte halkın ‘gerçek’ ihtiyaçlarını hatırlarlar. Ev ev, kapı
kapı gezip insanlara dokunabilmekten bahsederler. İyi de ne kadarı
başkalarının hayatlarına gerçekten dokunabiliyor ki? John Berger’in
saptaması ne kadar doğru: “Resmi söylemlerin ve yorumların çoğu,
hayat mücadelesi veren insanların büyük çoğunluğunun yaşadığı ve
hayal ettiği şeylerin karşısında dilsiz kalıyor”(i). Cumhurbaşkanı
adayları, parti liderleri ve sözcüleri, milletvekili aday adayları
her konuşmalarında, açıkladıkları seçim manifestolarında
Türkiye’nin sorunlarını başlıklara indirgeyerek onları yaşayanlara
kendi sorunlarını anlatıyorlar. Denklemler kuruyor,
bozuyor, formüller üretip çözümler sunuyorlar. Çözümü bir tür akla,
çoğunlukla soğuk, mesafeli bir akla havale ediyorlar. İçi koflaşmış
kavramlar, ideale dönüştürülemeyen boş hayaller havada
uçuşuyor.
O ağ imgesi var ya işte tam burada canlanıyor yeniden. Benim
ütopyam olarak: Hepimiz herkesin birbirine nasıl bağlandığını
anlasak. Bizi bağlayan o görünmez/görünür ağları kat etmeyi
denesek. En uzakta olanın en yakın komşumuz olduğunu, her birimizin
tarihinin birbirinin içinden geçerek yazıldığını düşünebilsek. Her
birimiz, yolumuzun ötekinden geçtiğini bilsek, iç içe
hayatlarımızın ilmeklerinin farkında olabilsek umudumuz bugünümüz
olmaz mıydı? Politikacılar şu soğuk aklın devrelerini bir
süreliğine kapatıp ‘gerçekten’ dokunabilseler, kof kavramların
kolay yol göstericiliğinden sıyrılıp komşularınınkine kendi
deneyimleri gibi bakabilseler her şey çok farklı olmaz mıydı?
Adaletsizliğin kof bir kavramın ötesinde paylaşılan ama herkes için
yine de farklı bir deneyim olduğunu anlayabilseler başka bir
politika mümkün olmaz mıydı?