İnsan türü, sınırlarla çevrili bir yeri, ülkeyi aidiyet olarak
kabul ederken, dünyayı uzağında bir yere konumluyor. Ülkeye yönelik
bir tehdit hissedildiğinde tepki yükselirken, konu dünya olduğunda
tepkinin sesi kısık çıkıyor. Oysa türümüzün asıl ait olduğu yer,
ülkelerin sınırlarını aşan gezegenimiz ve uzundur asıl tehdit
altında olan yer. Bunu gördüğümüzde başka bir şekilde düşünmenin
yolunu da açmış oluyoruz. Dünyada, doğaya, suya, toprağa ve diğer
türlere daha az zarar vererek yaşayabilmenin yollarını düşünmek
zorunda kalıyoruz. Bu konuda deneyimlenmiş örnekler de var ve bana
kalırsa dünyanın başka türleri ve kendi türümüz için bu başka yaşam
biçimleri hakkında daha da geç kalmadan düşünmemiz gerekiyor.
Bu açıdan, dünyada başka yaşam biçimleri yaratmayı hedefleyen
pratikler dediğimizde, aklımıza gelen deneyimlerden biri ekoköyler.
Ekolojiyle barışık, kendi topluluk değerlerini yaratan, kapitalist
dünyanın yarattığı tahribatı en aza indirmeyi hedefleyen, kendine
yeten enerji, daha az tüketim gibi anlayışlarla hareket eden bu
yerleşim yerleri, dünyanın şimdisi ve geleceği için farkına
varılması gereken pratikler. Jonathan Dawson(1), dünyada farklı
yerlere dağılmış ekoköyleri incelerken, hareketin “bir arada
yaşamaya dair eskide kalmış fikirlerin 1960 ve 70’lerde filizlenen
çevreci hareketle birleşmesinden doğduğuna dikkat çekiyor” ve
ekoköyleri şöyle tanımlıyor: “İnsan etkinliklerinin zararsız bir
şekilde doğayla bütünleştiği, sağlıklı insan gelişimlerini
destekleyen ve başarılı bir biçimde kesintisiz olarak sürebilecek,
insan ölçeğinde tam teşekküllü yerleşim”. Ekoköy tanımının bu ilk
hâlinin belki biraz daha kapsamı genişletilerek ele alınması
gerekiyor çünkü bu biçimiyle hâlâ o insan yanlı tınıyı
hissedebiliyoruz. Ama bu haliyle bile hareketin bize
sağlayabileceği olumlu değişimleri yadsıyamayız. Ekoköylerin
öncülerini “bilinçli topluluklar” olarak adlandırıyor Dawson. Bu
bilinçliliği, hiyerarşik açıdan önde gidenler olarak düşünmemek
gerekiyor çünkü bununla kast edileni, “toplumlarının her geçen gün
artmakta olan sosyal ve ekolojik krizi beklemekten vazgeçip bizzat
harekete geçmeye karar vermiş olan öncüler” olarak açıklıyor
Dawson. Buradaki önemli kısım “karar verip harekete geçmek” çünkü
dünyanın içinde bulunduğu gerçekliğin, teorisiyle pratiğini
birlikte düşünerek bir dönüşüm yaratmayı ertelememeyi içeriyor bu
durum. Ekoköy hareketi; ilerleme, kalkınma, refah gibi kapitalist
ekonomi açısından işlevsel olan kavramları da aşındırıyor. Çünkü
daha fazlasını talep etmemek, doğaya en az hasarı verecek geçim
biçimleri örgütlemek, tüketimi sınırlandırmak, değerlerin aşındığı,
kimsenin başkasının sorumluluğunu üstlenmek istemediği bir dünyada,
ortak hareket edip hem doğaya hem de insana karşı sorumlu olmak
fikrini pratiğe geçiriyor.
Şunu da hatırda tutmalı elbette, her yerde aynı şekilde bir
ekoköy fikrinden bahsedemeyiz mesela, “Senegal’de ekolojik bir köy
olmak demek, Senegal’in sömürgeleştirildiği dönemde kaybettiği
manevi ve kültürel bütünlüğü, geleneklerle gurur duymayı,
karşılıklı yardımlaşmayı, toplumsal dayanışmayı, kendine yeterliği
ve güveni geri istemek demektir.” Kısacası, her topluluğun geçmiş
deneyimleri, kapitalizmin onda açtığı yaralar bir yerde ekoköy
tasarlarken farklı bir bakışa ihtiyaç duyacaktır ama her durumda
başka olana cesaret etmek, özellikle dünyanın içinde bulunduğu
ekolojik sorunların gözetilmesi ve bulunulan yerin koşullarına göre
kendi biçimini örgütlemesi, ekoköy fikrini genişletmek anlamına da
gelebilir.
Ekoköyleri önemli kılan bir şey de dayanışma ekonomilerini
güçlendirmesi, Aslıhan Aykaç bu ekonomilerin özelliklerinden şöyle
bahsediyordu: “Dayanışma ekonomileri devletin alanının ve
kapitalist piyasanın dışında yer alan farklı büyüklük ve kapsamdaki
ekonomik faaliyetlerdir. Böyle tanımlandığında formel, yapısal veya
örgütlü olabilirler, ancak olmak zorunda değiller. Kaynakları
açısından devlete ihtiyaç duymazlar ve kapitalist piyasanın
parametrelerine göre yürütülmezler.”(2) Devletin ve kapitalizmin
belirlediği koşulların dışına çıkmak, kendi başına sistemde yarık
açmak anlamına gelecektir, bu yaşamın başka bir ekonominin
mümkünlüğünde sürmesidir ki devlete ve kapitalist parametrelere
göre hareket etmemek hem doğa hem de insan türü açısından bu
gidişata dur demenin bir yöntemini bulmak anlamına gelebilir.
Günümüz krizlerinin ve buna karşı direnmenin önündeki engellerden
birinin kapitalizmi sabit, aşınması mümkün olmayan bir sistem
olarak tahayyül etmemizle ilgili olduğu ortada, böyle bir durumda
dayanışma ekonomilerinin bu fikrin yıkılmasında da işlevsel
olabileceğini anımsamak gerekiyor. Dayanışma ekonomilerinin üzerine
kurulu olduğu dayanakları, “üretim, bölüşüm, iş yeri demokrasisi ve
emek dayanışması” olarak dörde ayırıyor Aykaç, bu dört dayanağın
bir arada pratiğe geçirilmesi fikri bana kalırsa -ekoköyler dışında
düşündüğümüzde bile- bize kapitalist ekonominin dışında başka bir
ekonomi örgütlenmesi fikrini düşündürebilir ve bu kimsenin tek
başına yoksullukla boğuşmamasını da sağlayabilir.
Tüm bunları başarmanın kolay olmayacağı da gerçek çünkü böyle
bir şeye giriştiğimizde karşımıza kapitalist şirketleri ve devleti
bulacağız. Bu konuda pratiği önemli yerlerden biri İspanya’da bir
Endülüs köyü olan Marinaleda(3), İspanya’nın faşizmden liberal
demokrasiye geçiş sürecinde, köy halkı bir siyasi parti ve sendika
oluşturuyor, toprak ve özgürlük için direnmeye başlıyorlar.
İşgaller, açlık grevleri, yürüyüşler düzenleyerek, farklı pek çok
direniş gösteriyorlar. Direniş esnasında tutuklanıyorlar,
dövülüyorlar, işkenceyle karşılaşıyorlar ancak istediklerini
almadan huzuru bulamayacaklarının farkında olarak, direnmekten
vazgeçmiyorlar ve 1991 yılında galip gelerek, İnfantado Dükü’ne ait
bin 200 hektarlık bir arazinin kendilerine bağışlanmasını
sağlıyorlar. Bakunin, Kropotkin gibi anarşist düşünürlerin
fikirleriyle pratiklerini birleştirerek, “karşılıklı
yardımlaşma”nın esas olduğu bir yaşam alanı yaratmayı başarıyorlar.
Marinaleda halkı, düşlerini bırakmayarak bugün hayalini kurduğumuz
yaşama erişiyor. Köyde kararlar herkese açık büyük toplantılarda
alınıyor, bu toplantılarda çocukların da söz hakkı var. Çiftlikler,
tarlalar, üretim tesislerinin mülkiyeti ortak, insanlar
kooperatiflerin sağladığı malzeme ile birbirleriyle dayanışarak,
yardımlaşma ile konut sahibi oluyorlar, kooperatifin işleri hasadın
ihtiyaçlarına göre görülüyor, bir anonsla size yarın tarlada
ihtiyaç olduğunu öğrenip katkı sunmaya gidiyorsunuz. Ortak kararlar
alıp birlikte eyleyen bu köy, bize başka bir yaşamın mümkünlüğünü
gösteriyor. Baştan beri direnişin ve zaferin öncülerinden olan
Sánchez Gordillo’nun şu cümleleri de önemli bana kalırsa,
“Ütopyalar gerçekleşmesi imkânsız düşler değil, insanların sahip
olduğu en asil düşlerdir; mücadeleyle gerçeğe dönüştürülebilecek ve
dönüştürülmesi gereken düşler…” Ütopyaların sonunun geldiğinin çok
sık dile getirildiği bir çağda, başkanın imkânını bırakmamayı,
bunun için direnmekten vazgeçmemeyi anımsatıyor bu cümleler ve
dünyayı yurt edinenlerin, kapitalizmi sabit kabul etmeyenlerin
ilhamı oluyor.
Dünya asıl yurdumuz, bu nedenle bize verilen sınırlı ülkeleri
aşan bir tahayyül gerekiyor. Onun üzerinde yaşamaya devam etmek
için yönümüzü değiştirmemiz, tüketim alışkanlıklarımızı
sorgulamamız, yeteri kadarsa çoktur düsturunu benimsememiz, yaşamak
ve yaşatmak için başka yollar bulmamız, yeterince ertelediğimiz
düşlerimizi geri kazanmamız gerekiyor. En azından yazı boyunca
bahsettiğimiz deneyimler, mahkûm edildiğimiz kapitalist sistemin
kesin olmadığını, değiştirilebileceğini, dünyaya zararı en aza
indirerek daha mutlu bir hayatın olabileceğini bize
hatırlatıyor.
Dipnotlar
- Dawson, J., (2012), “Ekoköyler ‘Sürdürülebilirliğin Yeni
Ufukları’”, s. 15-16- 25, (Çev. Deniz Dinçel), İstanbul:
Sineksekiz.
- Aykaç, A., (2018), “Dayanışma Ekonomileri ‘Üretim ve Bölüşüme
Alternatif Yaklaşımlar’”, s.33, İstanbul: Metis Yayınları.
- Marinaleda köyü hakkında bknz. Hancox, D., (2016), “Dünyaya
Kafa Tutan Köy”, (Çev. Ali Karatay), İstanbul: Metis
Yayınları.