Başka türlü öyküler: 'Bir İntihar Üstüne Söylenti'
İlker Aslan'ın ilk öykü kitabı 'Bir İntihar Üstüne Söylenti', Edebi Şeyler Yayınevi tarafından raflarda yerini aldı. ‘Bir İntihar Üstüne Söylenti’, okuru uyanık tutmanın oldukça zor olduğu deneysel anlatı literatürüne bir katkı olmasının yanında klasik öykünün tekdüzeliğinden sıyrılmak isteyen okurlara farklı kapılar aralayan ve başarılı örnekler barındıran bir ilk öykü kitabı.
Daha evvel farklı dergilerde öyküleri yayımlanmış olan İlker Aslan’ın öykü kitabı ‘Bir İntihar Üstüne Söylenti’, Edebi Şeyler Yayınevi tarafından yayımlandı. Bu kitap, oldukça farklı bir ‘ilk kitap.’ 17 öykü arasında, özellikle biçimsel açıdan değerlendirdiğimizde alışılmış dışı olarak yorumlayabileceğimiz öyküler göze çarpıyor. Diğer yandan, Aslan’ın öyküleri ilk bakışta birbirinden bağımsız görünse de onları görünmez bir zincirle birbirine bağlayan temalar mevcut: Olasılıklar, başka türlü sonlar, alternatif kurgular, kayıplar, arayışlar, zaman üzerine fikirler, unutuş ve varoluş...
Aslan’ın kitabına temas ettiğimde, birçok okur gibi benim de dikkatimi çeken ilk unsur, adı oldu. Turgut Uyar’ın “Bir İntihar Akşamı Üstüne Söylenti” başlıklı şiirinin dizelerini anımsadım: “ve bir intihar üstüne söylenti/ bütün kıyıları dolaştı durdu/ kısacık bir akşam.” Sayfalar arasında ilerledikçe kitabın adı da şiirin dizeleri de anlamına kavuştu. En azından bir okur olarak -yazarın amacı bu olmasa da- belirli bir çerçeve belirdi zihnimde. Aslan, olasılıkların hâkim olduğu öykülerinde hem kurmacanın hem de gerçekliğin ‘söylenti’ yönü üzerinde duruyor. Yani, bir bakıma, kurmacayla gerçekliğin silik sınırında bir yolculuğa çıkarıyor okurunu. Günümüz öykü dünyasında bu tarz metinlerin popüler olduğunu biliyoruz, fakat Aslan’ın öyküleri yalnızca okurun gerçeklik algısıyla oynamakla kalmıyor. Aynı zamanda ‘biçim’le de oynuyor. Hatta bu sayfalarda ‘tamamlanmamış oyunlar’ yer almakta. ‘Bir İntihar Üstüne Söylenti’de yer alan öyküler, ‘deneysel’ olarak adlandırabileceğimiz nitelikte.
HİÇ YAŞANMAYACAK OLANLAR
Okur, henüz öykülerin başlıklarıyla karşılaştığında dahi bu öykülerin belirli bir izlekte ilerlediğini düşünebilir. Sözgelimi, “Rüya Kayıtları”, “Acaba Nasıl?”, “Başka Türlü Son”, “Dışa Doğru Genişleyen Bir Cüzdan Üzerine On Olasılık”, “Olmayan”, “Baharda Yaşanmayacak Şeyler” gibi başlıklar, bu öykülerin özellikle kurmaca ve gerçeklik arasındaki ilişkiyi zorladığını, öykülere siyah ya da beyazdan ziyade gri bir atmosferin hâkim olduğunu, okurun belirsizlikle, olasılıklarla, belki hiç olmamış ya da yaşanmamış olanlarla muhatap olduğunu hissettiriyor. Aslan’ın öykülerinin ayırt edici niteliği ve onları ‘alışılmış dışı’ yapan da kanaatimce tam olarak bu ‘yaşanmamışlık hissi.’ Hatta bir adım daha ileriye giderek yazılanların ‘hiç yaşanmayacak olma olasılığı’ndan söz edebilirim.
Yazar da söylenenler ve yazılanlar arasındaki farklılığı vurguluyor kitabında. Aslında söz ve yazı arasında, hepimizin fark ettiği bir uçurum var. Bu uçurum kimi zaman sığ kimi zaman derin. Fakat mutlaka orada. “Sis” başlıklı öykü, “Yazılan” ve “Söylenen” şeklinde iki alt başlıktan oluşuyor. Bu öykünün iki bölümünde farklı anlatıcıların aynı hadiseyi aktardığını ve ilk anlatıcının ikinci anlatıcıya söz hakkı vermediğini hissediyoruz. İkinci anlatıcının yazar müdahalesiyle konuşturulması meselenin çekiciliğini artırmış ve yine ikinci bölümde yer alan ifadeler, yazıya aktarılan her şeyin mutlaka ‘kurmaca’ olduğunun altını çizmiş:
“Hangisi hangisini salmış denize bilinmez. Kimse bilmemiş. Sen bakma yazılana. Yazılanların çoğu yalandır. Çoğu hikâyedir.” (s. 104)
Kitapta birden fazla karşılaştığımız ‘semizotu’ da olasılıklarla bağlantılı bir şekilde kullanılmış. Ebru ve Münir’in birbirine bağlanan, birbiriyle tamamlanan öykülerinde semizotu tekrarlanan bir motife dönüşüyor. Oldukça yalın, gündelik hayatta oldukça minik görünen bir ifadeyle olasılıklar meselesine temas ediyor yazar: “Masaya oturduk. Ebru, dedim elimdeki kaşığı tabağın içindeki semizotu yemeğinde gezdirirken. Sence semizotunun yemeği yerine salatasını yapsaydın, hayatımızda ne değişirdi?” (s. 83)
“Bir Rüya İçin Ağıt”, “Dışa Doğru Genişleyen Bir Cüzdan Üzerine On Olasılık”, “Başka Türlü Son” gibi öyküler de olasılıklar barındıran öykülerden. Aslan’ın ‘sen dili’ kullandığı satırlar, özellikle olasılıkları besleyen unsurlardan, hatta kanaatimce bu unsurlar arasında en tesirli olanı. Okur, doğrudan kendisine hitap eden bir anlatıcıyla karşılaştığında, hem anlatılanla farklı bir bağ kurmakta hem de öykünün başkişisi gibi hissetmekte. Nitekim, “Bir Rüya İçin Ağıt”ta geçen “Sen, belki genç bir kadın veya genç bir adam veya bir taksi şoförü olarak, bu yolların birinden geçip gidiyorsun. Diğer yollar, arkanda, sadece basit birer ihtimal olarak kalıyor. Kapının eşiğinden bakıyorsun. Bir yere davetlisin belki de” (s. 22) cümleleri, bu durumun en iyi örneklerinden.
“Dışa Doğru Genişleyen Bir Cüzdan Üzerine On Olasılık”, doğrudan “Olasılık.1, Olasılık.2, Olasılık Dışı” gibi alt başlıklardan oluşurken; “Başka Türlü Son” ise olasılıklar meselesine farklı bir pencereden bakmış, meseleyi ‘yazmak, yaratmak’ üzerinden ele almış. Öyküde Münir, ‘başka türlü son’ların mümkün olmasını dileyerek Ebru’yla okudukları bir öyküye alternatif bir son yazıyor ve bunu öykünün yazarına gönderiyor. Bu alternatif sonun yanı sıra yazara gönderilen e-postanın görseli de öyküde yer almakta.
YAZARIN OYUNU VE METİNLERARASILIK
Aslan’ın öyküleri, hayattan kesitleri barındırıyor. Bu kesitler olay ağırlıklı değil, aksine meseleler üzerine yoğunlaşıyor. Seçilmiş alelade ân parçaları bir araya gelmiş ve bu kitabı oluşturmuş. Fakat buradaki aleladelik, öyküler üzerinde incelikli bir çalışma yapılmamış anlamına gelmiyor elbette. Yazar, okuruna birden fazla oyun oynayabilir. Aslan’ın kitabında da hem biçimsel hem içeriksel oyunlar bulunmakta. Bu bağlamda, ilk etapta, okurun dikkatini kitabın biçimsel nitelikleri çekecektir. Üstü çizili cümleler, boşluklar, karalamalar, dipnotlarla açıklanan cümleler, oyunlar, düzensiz harfler gibi birçok unsur, öykülerdeki anlam arayışına hizmet ediyor. Okura da standart bir metindekine kıyasla daha fazla iş düşüyor.
Yer yer varlığını da hissettiriyor yazar. ‘Ben buradayım’ diyor, metne müdahale ettiğini belirtiyor. Bu bağlamda “Acaba Nasıl” öyküsü, bana ‘Stranger than Fiction’ filmini anımsattı. Öyküde nerede olduğunu ve kim olduğunu bilmeyen, Tanrısının kim olduğunu sorgulayan ve kaderinin bir yazarın kalemiyle yazıldığını fark eden bir öykü kişisi yer alıyor. Öykünün ikinci bölümünde ise yazar olarak suçlanan kişinin cümlelerinde okuru bir sürpriz bekliyor.
Ebru ve Münir’in birden fazla öyküde yer aldığından bahsetmiştim. Onların öyküleri temelde ‘zaman’ ve ‘olasılık’ kavramlarına odaklanırken yazarın oynadığı oyunlardan bazıları da bu öykülerde yer almakta. “Başka Türlü Son”da, Münir’in alternatif bir son yazdığı öykü, kitabın bir önceki öyküsü olan “Kulede.” Ebru, bu öykünün kulede geçtiğini ve üç isimsiz karakter barındırdığını açıkça belirtiyor ve böylece okuru doğrudan bir önceki öyküye yönlendiriyor. Ya da bir başka örnek olarak “Başka Türlü Son”da, Ebru’ya rüyasında postacı olduğunu, taşraya gönderildiğini söylüyor Münir. Bunun üzerine, Ebru’dan “Münir sen de bir postacı oluyorsun, bir öğretmen...” (s. 79) cevabı geliyor. İlerleyen sayfalarda, “Kendi Üzerine Kapanan Bozkır Hakkında” başlıklı öyküde, Münir’i bir postacı olarak görüyoruz.
“Entropi” başlıklı öykü, biçim ve içerik arasındaki uyuma işaret eden öykülerden. Buradaki oyun henüz öykünün başlığında başlıyor. En basit tanımıyla sistemdeki düzensizliğin ve rastgeleliğin ölçüsü anlamına gelen ‘entropi’nin harfleri başlıkta birbirinden ayrı ve belirli bir düzene bağlı olmadan yazılmış. Öykünün ilk cümlelerinde yani içerikte de düzensizlik vurgulanmış: “Sandığı açıyorsun. Doğa, mutlak düzensizliğe doğru ilerliyor.” (s. 29) Yine ilerleyen satırlarda benzer bir cümle çıkıyor karşımıza: “Şimdi bir ucundan bakmaya bile cesaret edemediğin bu zarflara dokunurken, zamanın seni hangi köşe başında bıraktığını hatırlamaya çalışıyorsun. Doğa, mutlak düzensizliğe doğru ilerlemeye devam ediyor.” (s. 32) Öykünün dikkat çeken niteliklerinden biri de, içinde fotoğrafların yer alması.
Kitabın adında Turgut Uyar’ın şiiriyle metinlerarası bir bağ olduğundan söz etmiştim. “Kayıp Zamanın İzinde”, “Bir Rüya İçin Ağıt” gibi öykülerin adlarında da metinlerarası bağlantılar mevcut. Ayrıca, bilinçli bir okurun gözünden kaçmayacak nitelikte bir göndermeden de bahsedebilirim. “Şimdi Daha Uzak” başlıklı öyküde yer alan “bir kış gecesinde, meğer bir yolcu” (s. 58) ifadesi, hemen Italo Calvino’nun anlatısına yönlendiriyor zihnimizi. Aslan’ın kitabında metinlerarası göndermelerin yanında dikkati çeken bir unsur daha var ki o da bir tür ‘iç metinlerarasılık.’ Kitapta yer alan öykülerin kendi içlerinde kurdukları bağ, örneğin Münir’in postacı olması, Ebru’nun semizotu ayıklaması gibi durumlar ya da tekrar eden ‘mevsimsiz mandalinalar’ ve mandalina ağaçları farklı bir metinlerarası duruma işaret ediyor. Bunu, “Gecikmeli Gelen” ve “Çulluk” başlıklı öyküler arasında oldukça açık bir şekilde görüyoruz. Ölümü odağına alan bu iki öyküde benzer durumların ve cümlelerin yanında birbiriyle eş ifadeler de mevcut. Küçük bir ipucu olarak öykülerin son cümlelerini verelim:
“Çam ağacının dallarından süzülen birkaç damla yağmur tanesi yüzümüze vurdu. Uzaklardan çulluk sesleri geliyordu. Mezara toprak atmam için mezarcı küreği bana uzattı. Birden Ebru’nun sessiz çığlıkları kulaklarımı doldurdu. Mezarcının gözlerine baktım, iki adım geriye çekildim.” (s. 27-28)
“Çam ağacının dallarından süzülen birkaç damla yağmur tanesi yüzüme vurdu. Uzaklardan çulluk sesleri geliyordu. Mezarcı, mezara toprak atmam için, küreği bana uzattı. Gözlerine baktım, iki adım geriye çekildim.” (s. 54)
‘UNUTMAZSAN YAŞAYAMAZSIN’
Son olarak, öykülerde tekrar eden temalardan birinin de ‘unutuş’ olduğunu söylemek gerek. Hafıza, unutmak, hatırlamak, unutarak ya da hatırlayarak yaşamak gibi meseleler üzerine düşünülmüş. Kitabın başında, Murat Gülsoy’dan bir alıntı yer alıyor: “Zaman, Tanrı’nın her şeyin bir kez olmasına izin vermesi için vardır.” Ve ardından öykülerde de zaman üzerine cümleler kullanılmış. Bunlar, yazarla birlikte okuru da sorgulamaya teşvik ediyor. Yine zamanla bağlantılı bir örnek olarak, kitapta yinelenen “Unutmazsan yaşayamazsın” ifadesinden söz etmek mümkün. Aslında, yazarın bu dokunuşlarının okuru ‘rağmen yaşamak’ meselesine yönlendirdiğini söyleyebilirim. Unutarak ya da hatırlayarak yaşamak, bir tercih. Ve hangisini tercih edersek edelim anılarımıza rağmen/anılarımızla birlikte yaşıyoruz. Çünkü onlar mutlaka bir yerlerde var olmaya devam ediyor. Münir’in söylediği gibi, “Hayat, unuttuklarımızdı belki de. Kim bilir.” (s. 25)
Yer yer karşılaştığımız ‘rüya hâli’ ve bilinç akışı, kitabın gri atmosferini ve temel izleğini destekleyen unsurlardan. Aslan’ın öykülerini ucu bucağı belli olmayan ân parçalarına benzetmemin sebebi de bu. Yazar ister açıkça ister örtük bir şekilde belirtsin, bu öykülere bir rüya hâli hâkim. Sanrıları, yavaş yavaş uyanışı ya da uykuya dalışı andıran parçalar mevcut. Öykü kişileriyle birlikte gözlerimizi aşamalı bir şekilde açıyor ve kapıyoruz. Bulanık, sisli, zaman ve mekândan soyutlanmış görüntüler... Sanki bu kısacık sürede ne görebildiysek yazardan da onu okuyoruz. Hatırlamayı ya da unutmayı tercih ederek...
‘Bir İntihar Üstüne Söylenti’, okuru uyanık tutmanın oldukça zor olduğu deneysel anlatı literatürüne bir katkı. Klasik öykünün tekdüzeliğinden sıyrılmak isteyen okurlara farklı kapılar aralayan ve başarılı örnekler barındıran bir ilk öykü kitabı. Kitabın başında yer alan ithafı buraya da alalım: “Dr. Emmett Brown ve Marty McFly’a, başka bir ihtimale beni inandırdıkları için…” Ve biz de ‘her şeyin yeni bir ihtimal olarak karşısında durduğunu’ okuruna hatırlattığı için yazara teşekkürle son noktayı koyalım.