Deprem sonrası görüntüleri, insanların temel hak ve ihtiyaçlarına duyarlılık ve yararlılık ilkesi gözetmeksizin estetize etme çabaları, “acı eşiğini” yukarı çeker ve “o kadar sansasyonel olmayan” görüntülerin veya daha az “dramatik” görülen travma yaşantılarının bir süre sonra gözardı edilmesi, bunlara duyarsızlaşılması veya inkar edilmesi gibi sonuçlar doğurur. Bu travma hiyerarşisi kişilerin hak kayıplarına uğramasına neden olur. Ayrıca insanlık onuru ile bağdaşmaz.
Hepimiz acı çekiyoruz. Hepimiz deprem bölgesine elimizden
geldiğince yardım ulaştırmaya çalışıyoruz. Ateş düştüğü yeri yaksa
da hepimiz tanımadığımız kişilerin acısını paylaşıyoruz.
Bazılarımız tanımadıkları kişileri enkaz altından kurtarmak için
didinip dururken, bazılarımız da sevdiklerini topraktan alıp
toprağa veriyor feryatlar içerisinde...
Kimileri de acının pornografisini ortaya sürüyor usulca... Kimi
zaman enkaz altından çıkarılan çocuk fotoğrafları ve videolarını
bilerek veya bilmeyerek paylaşarak, kimi zaman acı üzerine
güzellemeler yaparak, kimi zaman deprem görüntülerinin üzerine
acıklı müzikler ekleyerek, kimi zaman da yırtıcı ve hastalıklı bir
içgüdüyle kendini öne çıkararak, depremzedelerden rol çalarak acı
üzerinden sosyal medya görünürlüğünde hız kesmeden...
Enkazdan çıkan “romantik” fotoğrafları, kitapları, notları
paylaşan mı istersiniz, fotoğrafların üzerine özlü sözler
yapıştırıp müzik ekleyenleri mi? Hele hele enkazdan yeni çıkmış ve
kolunda Türk bayrağı olan bir küçük çocuğu bağrına basan, yüzü kir
pas içinde yapay zekayla çizilmiş altı parmaklı Yunan robot insan
resmine ne demeli?
Oksijen’in kapağından sonra –Ayfer Tunç ve Buket
Uzuner’in samimi özürlerine rağmen- birçoğumuz yine ve yeniden aynı
soruyu sorarken bulduk kendimizi: Acı, trajedi, travma estetize
edilebilir mi? Yas süresi nasıl geçirilmelidir? Aslında tek
ihtiyacımız “insan” olmak iken, ölçülülük denen şey bu topraklara
hiç mi uğramaz? İnsanlar daha ölülerini gömmeden “edebiyatın
iyileştirici gücünü pazarlayanlar” açısından sahi “ayıp” ne
demekti?
Albert Camus’nün Yabancı adlı romanına giriş cümlesi ne
serttir: “Bugün, annem ölmüş. Belki de dün. Bilmiyorum...”
Aslında bu kadar gerçek hayat. Acının güzellemesi olmaz. Ölüm bu
kadar sert. Acının ele alınış tarzı, tıpkı neşterin ucu kadar
hassas.
Susan Sontag, Başkalarının Acısına Bakmak adlı
kitabında, acının pornografisi örneklerinde de zamanla gördüğümüz
bir şeyi sert bir şekilde yüzümüze çarpar: Özetle, “şiddeti
uygulayanların yanında, bunu seyreden kitlenin de zamanla şiddetten
zevk aldığı gözlemlenmektedir,” der.
Yani Sontag’a göre “ötekinin” başına gelen şiddeti seyrederken,
kimileri, bu trajediden uzak kalmışlığın verdiği rahatlamayı yaşar
ve bu rahatlamayı da “başkasının acısına bakarken” hisseder. Bu,
insanın karanlık ve genelde inkar ettiği yüzüdür. Başkalarının
acısına bakarken ve onu aktarırken acının bağlamını değiştirmek tam
da bu yüzden risklidir.
“Acı çekmek bir şey. Acının, bilinç oluşturacağı, merhameti
güçlendireceği garanti olmayan fotoğrafları ile yaşamak ise
bambaşka bir şey. Bu, bilinci ve merhameti güçlendirmediği gibi
yozlaştırabilir bile,” der Sontag, fotoğrafların
duyarsızlaştırıcı etkisine atfen...
Alman felsefeci ve toplumbilimci Adorno, 2. Dünya Savaşı’nın
bitiminden 4 yıl sonra 1949 yılında, “Auschwitz’den sonra şiir
yazmak barbarlıktır,” demişti. Bu sözlerinin yanlış anlaşılma
tehlikesine karşı da, “Auchwitz’ten sonra şiir yazmanın
barbarca olduğu iddiamı yumuşatmak gibi bir niyetim yok; bu söz,
angaje edebiyata ilham veren dürtüyü olumsuz biçimiyle ifade
ediyor,” diye yanıt vermişti.
Adorno, acının, o dönem çok moda olan Stalinci şiir ve sanat
anlayışı tarafından araçlaştırılmasına, acının bir araç haline
getirilip estetize edilmesine karşı çıktığını belirtmişti. Onun
karşı çıktığı, kurbanların birer tüketim nesnesine dönüştürülme
olasılığı ve medya eliyle bir acının başkasına malzeme
yapılmasıydı.
Peki herkesin yaptığını eleştirmek yerine somut olarak ne
yapmalı?
Bir mimari yapıttan yola çıkıp derdi anlatmaya çalışayım. 2001
yılında Berlin’de mimar Daniel Libeskind’in tasarladığı Yahudi
Müzesi, onca acıyı içinde biriktirmesine karşın kullandığı
soğukkanlı ve evrensel dil sayesinde, acının köklerine inip bu
acının sadece Yahudileri hedeflemediğini ve dikkat edilmezse tüm
insanlığa yönelebileceğini ısrarla vurgular. Tümüyle loş bir
atmosferle tasarlanmış olan müzenin çıkışındaki Hoffmann bahçesinde
de umudu 49 adet zeytin ağacıyla simgeler.
Libeskind’in amacı, mimari tarzını ön plana getirmek olmadığı
için en güzel mimari yapıtı yaratmıştır: Mimari eser ile dönemin
acıları ve umutları birbirlerinin içinde eriyerek tek bir bütün
haline gelirler.
Oysa, “tek tıkla”
hassasiyetinizi gösterdiğinizi sandığınız görsel paylaşımları, bir
ilham perisinin omzunuza konmasıyla yazdığınız fotoğraf altı
güzellemeleri bundan farklıdır.
Fiziksel ve tinsel açıdan acının estetize edildiği, travmaların
romantikleştirildiği, kederin sanatın farklı dallarıyla
“süslendiği”, bu esnada da kendi rızaları dışında paylaşılan
görüntülerle özel yaşamların gizliliği ve kişilik haklarının ihlal
edildiği örnekler, büyük trajedilerin ardındaki sebepleri
gölgeler.
Bir bina yıkıntısının arasına sıkışmış bir düğün fotoğrafının
veya bir kadın saç telinin ardına koyduğunuz hüzünlü bir şarkı ve
buna eşlik eden kaderci fotoğraf altı notlarınız, bu yıkıntıya yol
açan mimar, mühendis ve imara izin veren tüm yetkililerin
sorumluluklarını da gölgeler.
Böylesi büyük çaplı bir trajedide asıl haber konusu, asıl sosyal
medya paylaşımının odağı bu acının, bu ihmalin sorumlularıdır. Afet
sonrası travmaya uğramış kişilerin yanında olmamız için illa ki
onları sosyal medyada araçsallaştırmamız gerekmez.
Acı, bizim daha fazla tık almamız ve onu kendi saf
gerçekliğinden koparmamız için icat edilmedi. Travma yaşayan
çocuklar, bizim daha çok etkileşim almamız ve sözde farkındalık
oluşturmamız için kurban edilemez; çünkü dijital ortamda o
çocuklara dair paylaşılan tüm travmatik izler onları yıllar sonra
bir gölge gibi izler, onların bu görüntülerle anılmasına yol açar.
Kurban daha da kurbanlaştırılır.
İzmir depreminden kurtulan E.P.’in kendisini kurtaran görevlinin
elini tuttuğu görseli her türlü hediyelik eşyaya bastığımız veya
depremzedelerin ardından açık profilli İnstagram paylaşımlarını
teker teker inceleyip altına siyah kalpler koyduğumuz kadar, bu
depremin sorumluları hakkında konuşmadık.
Acıyı sanat yoluyla sıcağı sıcağına estetize edip metalaştırmak
veya acıya dair sanatsal üretimlerle spot ışıklarını üzerine
çekmek, like/beğendim tuşunun yarattığı sosyal baskıya boyun eğmek
aslında toplumda var olan psikolojik iktidar kalıplarının
kullanılması anlamına geliyor. Böylelikle acı da yeniden üretiliyor
ve depremzedeler bilerek veya bilmeyerek yeniden travmatize
ediliyor.
Böylelikle estetize ettiği acının içselleştirilmesine yol
açıyor. Çünkü dikkatleri başka yöne çekiyor, acıyı
sıradanlaştırıyor, “tüketim” malzemesine dönüştürüyor. Bu tüketim
bazen bir depremzedenin görselinin olduğu kupa şeklini alıyor,
bazen de bir gazete kupüründe yarası halen kanayan bir fotoğrafın
altına yayılan ve pazarlamacı bir dil üzerinden sunulan edebi
metinler...
Zaten post-modern çağda yanıltıcı olan da budur. Pierre
Bourdieu’nün gündelik yaşantılarımızdaki düşünce kalıplarımıza
sinen “sembolik şiddet” ile kast ettiği tam da budur.
Elbette acının üzerinden belli bir süre geçip de sorumlulardan
hesap sorulma sürecinde tıpkı Yahudi Soykırımı müzesi örneğinde
olduğu gibi acıyı estetize ederek belleğin sanatını yapmak mümkün.
Veya acının sürdüğü bir zaman diliminde Pablo Picasso’nun politik
aktivizm şapkasını takarak Franco faşizmi doludizgin yaşanırken
Guernica’yı resmetmesi gibi...
Unutmayalım ki bırakın sosyal medyayı, doğru düzgün iletişimin
bile olmadığı 1937 yılında, aynı yılda İspanya’nın Guernica
kentinin Almanlarca bombalanmasının hemen ardından, bu resmi
yaptıran ana neden, bu katliamı tüm dünyaya resim sanatı üzerinden
bir çığlık gibi iletmek ve bir tarihsel belgeyi resim yoluyla
tarihe not düşmekti. Amaç, gelmekte olan faşizmi resim yoluyla tüm
dünyaya duyurup onları uyarmaktı. Ucuza düşmeden, romantizme
bulaşmadan ve resimsel imgelerle… Resimler de birer tarihsel
belgedir.
Ancak tüm bunların da bir zamanlaması var. Acı deneyimi, henüz
tazeyken, küresel düzeyde seyirlik bir dijital gösterinin parçası
yapılamaz, yapılmamalı. Acıyı bu denli çıplakken hiçbir estetik
boyut olmadan yaşamak da hayatın bir gerçeği... Özellikle de
yaşadığımız coğrafyada...
Psikiyatr-Psikoterapist Dr. Arzu Erkan
Psikiyatr-Psikoterapist Dr. Arzu Erkan ile bu konuda yaptığım
söyleşide çok değerli uyarılarda bulunuyor:
“Acının ardından örneğin bir cenaze töreni sırasında ağıt
yakılır. Deprem gibi bir afetin ardından kişi duygularını bir
şiirle kağıda dökebilir, beste yapabilir... Tüm bunlar, duyguların
sanat yoluyla ifadesi olabilir. Bunlara kim ne diyebilir ki!? Ancak
halen enkazda canlı bedenler kurtarılmaya çalışılırken, deprem
fotoğraflarının üzerine alelacele yazılar yazdırılarak çarşaf
çarşaf yayımlanması, yakışıksız ve saygısızca algılanabilir,
demagoji boyutuna varabilir. Bunu yapanların inkar içinde
oldukları, toplumsal gerçeklikten koptukları ya da durumu yeterince
muhakeme edemedikleri düşünülebilir. Eleştirilere rağmen benzer
tutum sergilemeye devam etmeleri ise pek de iyi niyetli olmadıkları
yönünde yorumlanabilir.”
Dr. Erkan’a göre, her şeyin bir yeri, zamanı, usulü, yolu
yordamı, bağlamı var: “Yas dönemlerinde ölenlerin hatırasına ve
geride kalan acılı yakınlarının yasına saygı duymak asgari insani
sorumluluğumuzdur.”
Örneğin Halepçe katliamından 35 yıl sonra soprano Pervin
Chakar’ın bu acıyı anmak üzere hazırladığı ve yakında yayınlanacak
olan yeni besteler, bir ağıt üzerinden acının sağaltıcı bir şekilde
estetize edilmesidir. Ve aradan geçen onca zamanın, Halepçe için
şarkıların, şiirlerin, ağıtların yazılmasının ardından...
Ayrıca, tekil bir hüzün ifadesi, basın yoluyla toplu bir eyleme
dönüştüğünde tepki toplayabiliyor.
Dr. Erkan’a göre; deprem sonrası görüntüleri, insanların temel
hak ve ihtiyaçlarına duyarlılık ve yararlılık ilkesi gözetmeksizin
estetize etme çabaları, “acı eşiğini” yukarı çeker ve “o kadar
sansasyonel olmayan” görüntülerin veya daha az “dramatik” görülen
travma yaşantılarının bir süre sonra gözardı edilmesi, bunlara
duyarsızlaşılması veya inkar edilmesi gibi sonuçlar doğurur. Bu
travma hiyerarşisi kişilerin hak kayıplarına uğramasına neden olur.
Ayrıca insanlık onuru ile bağdaşmaz.
Yaşanan bunca acı, felaket, trajedi, hüzün varken onu estetize
edecek hiçbir cümleye, görsele, videoya, arka fon şarkısına ihtiyaç
yok. 15 yaşında bu dünyaya elveda diyen kızının elini tutan Mesut
Hançer’in fotoğrafının altına edebi cümleler yazmaya da ihtiyaç
yok. Hakikat tüm çarpıcılığıyla bize konuşuyor.
Olayın ilk günlerinde yaşanan şok, şu günlerde yerini idrak
aşamasına bırakıyor. Can havliyle ortaya konan tepkiler şimdi
öfkeye, kayıpları anlamlandırmaya, acıyı sindirmeye doğru yol
alıyor. Depremin ardından geçen bir ay içerisinde böyle bir süreç
yaşanacağına dikkat çekiyor uzmanlar...
Gerçek kar soğuğu gibi yüzümüze çarparken vicdan rahatlatmasına
değil, sadece yas tutmaya ve bilime, akla, sağduyuya sarılmaya
ihtiyaç var.
Medyanın kültürü sürekli yeniden şekillendirdiği bu koşullarda,
hem medyanın hem edebiyatın hem de tüm görsel sanatların, acıyı
estetize etmek yerine, insanları düşünmeye, varolan acının arka
planını görmeye, acı ile hegemonya arasındaki ilişkiyi irdelemeye
yönlendirmesi gerekir.