Öğünç’ün hikâyeleri, önünden yürüyüp gittiğimiz o pencerelerin arkasında kalan hayatlara dair. Hem yaşadıklarımız hem de şu an farkında olmasak da her an yaşama ihtimalimiz olanlara. Öğünç, karakterlerini zamanın koşulları ve ruhundan yaratıp sade ama derin anlatımıyla önümüze seriyor.
Ne kadar çok insan var. Ne kadar çok insan varmış, yaşamış bugüne dek. Bir kum tanesiyiz. Yalnızca. Bir kum tanesi ne kadar biricikse, bizler de o kadar biriciğiz. Bir kum tanesi ne kadar sıradansa, o kadar sıradanız.
Koskoca insanlık tarihi. Halihazırda yaşayan altı milyarın üzerinde insan. Belki üç beş kişinin adı kalacak yüz yıl sonrasına. Pek çoğumuzu öldükten bir iki yıl sonra anan, hatırlayan olmayacak. Birinin aklına geldiğinde, ‘vay be’ diyecek en fazla. ‘Daha geçen yıl,’ diye devam edecek. Beriki iç geçirip belki ‘rahmet’ okuyacak. Hatta bir diğeri ‘ışıklar içinde...’ diye başlayabilir cümleye ki aman Allah korusun, umuyorum hiç kimse öyle ışık mışık demez, bari toprak altında sinirim bozulmasın!
‘Dünya’ adı verilen yıldızın, ‘koskoca evrendeki sayısız galaksiden birinin içindeki güneş sistemlerinden yalnızca birinde yer alması’ gibi, daha da ürkütücü bir gerçek var ki, hiç girmeyelim isterseniz o konuya. Yoksa, örneğin daha beş dakika önce memleketteki dandini bir partinin, aynı derecede sayın dandini bir mensubunun, daha da saygıdeğer cümleleri üzerine sohbet ettiğiniz gelebilir aklınıza ve kendinizi pek kötü hissedebilirsiniz. Bana oluyor zaman zaman!
Gel gör ki kendimizi yere göğe sığdıramıyoruz, her sözümüze ve davranışımıza hayranız, çok özeliz. Eh vallahi kendimiz biliriz tabii ama, pek özel değiliz aslına bakılırsa. Bir kalabalık içinde yaşıyoruz ve o kalabalığın tarihsel birikimi, doğduğumuzda bizim çoğu niteliğimizi, davranışımızı ve geleceğimizi belirlemiş halde. Bir yerde doğuyoruz, bir yerde ve birileriyle büyüyoruz, genellikle seçmediğimiz okullarda okuyup bazı işlere giriyor, çeşitli sosyal ilişkiler kuruyor, fırsat olursa çoğalıyor, yaşlanıp terk ediyoruz o bir metrekarelik alanı. Öncekiler gibi, sonrakiler gibi.
Yaşayabildiğimiz zaman diliminde bir meşgalemiz oluyor bu hayatta. Hayallerimiz. Çoğu gerçekleşmiyor. Belki bir kısmı. Binlerce yıl önce, yani ortada devlet yokken eşittik. Ardından eşitsizliğin örgütleyicisi devletle birlikte, çoğumuz yüzlerce yıl ya köleydik ya da yönetimde hak sahibi olmayan tebaa. Bir zaman geldi, yurttaş olduk. Birkaç yüzyıl içinde epeyce hak elde ettik. Dünyanın bazı bölgelerinde tabii. Yine aynı birkaç yüzyıl içinde, dünyanın sonunu getirecek işler de yapıldı. Kapitalizm, doğasına uygun biçimde öyle işledi ki, artık seçebileceğimiz çok çeşitli ürün var, buna mukabil hava ve suyumuz tükenmek üzere. Aynı tarihsel gelişmenin sonuçları.
Haliyle, kurduğumuz hayaller, var olduğumuz koşulların bize tanıdığı şans kadar. Hani deniyor ya, hayallerini sınırlama, diye... Güzel de, eninde sonunda görüp bildiğini yaşıyor ve belki yalnızca daha iyisini hayal edebiliyor insan. Bir ihtimal, ulaşılabilir olanı. Fikrimizde olmayanın, hayali kurulabilir mi? Rahmetli babamın ve anamın, bir fiyort manzarasına karşı karides atıştırmak gibi bir hayali hiç olmadı örneğin! Ezcümle, kurduğumuz hayaller de, öyle çoğu zaman ulaşılamayacak idealler olmuyor aslına bakılırsa.
Kum taneleri kadar biricik ve sıradanız, ancak kum tanesi değil, insanız. İnsan gibi muamele görmek, insan gibi yaşamak istiyoruz. Bakın, ‘insan gibi’ ne kadar güzel ve anlaşılır bir ifade. Örneğin, mutlu olma hakkımız. Örneğin, onurumuzu koruma, saygı gösterilmesini talep edilme hakkımız. Örneğin, düşünme özgürlüğümüz ve ifade edebilme hakkımız. Ve tabii, her ne kadar mutluluğa farklı anlamlar yüklese de milyonlarca insan, kabul edebiliriz ki ortaklıklar da mevcut. İnsan gibi yaşamak. İnsan gibi yaşamak. İnsanın, insan gibi yaşayabilmesi için gereken mücadeleyi vermek. Kuşkusuz yalnızca insan değil söz konusu olan. Her canlının yaşam hakkını savunmak. Suyu ve havayı savunmak. Yok etmek isteyenler her kimse, onlara karşı.
Bunca gevezeliğin nedeni, yine bir kitap. Öykü kitabı eleştirisi yapamam ben. Ne edebiyatın bir dalı olan ‘öykü’ ne de çok ciddi bir alan olan ‘eleştiri’ konusunda sözüm var. Sıradan bir okurum ve öykülerin bana düşündürdüklerini, hissettirdiklerini paylaşıyorum sizinle, hepsi bu.
Kitap Pınar Öğünç’ün. Bu yıl İletişim’den yayınlandı. Beterotu.
Aylar önce okuduğumda bir şeyler yazmak istedim, olmadı. O aylar içinde, her zaman olduğu gibi yine her satırını unuttum! Şimdi yazmak için yeniden okudum. Fakat yazı için masaya oturmadan önce, Duvar’da İrfan Aktan’ın, sıfatını sonuna kadar hak eden ‘milletvekili’ Gergerlioğlu ile yaptığı söyleşiyi gördüm. İlk kez duyduğum bir şey yok. Fakat yine, ağır geldi. Arsızlığa, utanmazlığa insan bir biçimde alışıyor da, işkence başka bir şey. Bu satırları kaleme alırken, bir yerlerde birilerine işkence yapıldığını düşünmek...
Sanırım yazının başındaki satırlar, biraz da bu ruh halinin sonucu. Üst üste geldi. Pınar Öğünç’ün kitabıysa o üst üste gelenlerin ve başkaca şeylerin, hikâye edilmiş hali.
On hikâyesi var Öğünç’ün. Hepsi bir yerlerde kesişiyor sanki. Önümüze seriliveren binlerce pencereli şehir manzaralarını çağrıştırdı bana. Pencere, pencereli film afişleri ya da oyun ve filmlerdeki işlevleri, şu berbat hafızama dahi kazınabilmiş. Yalnızca ‘dışarıyı’ gördüğümüz ve bana her evde, o evin ruhunu yansıtan asıl tablo pencerelermiş gibi geldiğinden değil. Dışarıdan gördüklerimizin her biri sayısız sır barındırdığı için. Hepsinin ardında başka bir hayat. Kaygılar, çileler, sevgiler, kızgınlıklar ve hayaller... Biricik ve sıradan.
Öğünç’ün hikâyeleri, önünden yürüyüp gittiğimiz o pencerelerin arkasında kalan hayatlara dair. Hem yaşadıklarımız hem de şu an farkında olmasak da her an yaşama ihtimalimiz olanlara. Öğünç, karakterlerini zamanın koşulları ve ruhundan yaratıp sade ama derin anlatımıyla önümüze seriyor. Öyle sıradan gözlemler değil bunlar. Herhalde marifet, sıradan insanları, her gün gözümüzün önünde yaşananları böylesine sıra dışı güzellikte bir dil ve gözlem gücüyle anlatabilmekte.
Birinin sevgisini istemek, birileri tarafından ciddiye alınmayı hayal etmek, bir kadının sevgisine ihtiyaç duymak... Hani şu, biz beş dakika daha erken pizza yiyebilelim, şımarıklığımızdan ödün vermeyelim diye çoğu zaman kaldırımda süren, kendi canını ve bizim canımızı tehlikeye atan motorlu lokanta çalışanları... Çocuksu aşklar, şehrin kenar mahallesinde sıkışıp kalmışların sevdası... Plazalar arasında kalmış küçük bir toprak parçasında define bulup köşeyi dönme hayali kuran küçük insanlar... Merdiven aralarında gökyüzü yakalamaya çalışan plazaların mutsuz ve pırıltılı insanları... İşçi yaşamının bir avuç beton kadar değeri olamadığı kentsel dönüşüm cinayetleri... Ömür boyu geçmeyen sızılar... Canı yanmış birinin, bir gün o canı yakana rast gelişi... Ve bir de “Hususi Hayat” var ki, nasıl anlatmalı bilemiyorum. Zaten anlatmamalı ki tadı kaçmasın!
Yaşlı başlı, düzgün kıyafetli insanlar görürüz bazen, aynı sokaklarda sabahtan akşama dek kendileriyle konuşarak yürüyen. Beni böylesine sarsan pek az şey var. Kim o insanlar? Ne oldu? Ne yaşadılar? Akşam uyuyacak bir yerleri var mı? Ben görmediğimde başlarına ne geliyor, ne yaşıyorlar? O insanların kenarında yürüdüğü binaların pencerelerinde başka birileri herkesinki kadar özel ve her birimizinki kadar sıradan sevinçler, keder ve acılar yaşıyor.
Evet, ben bu satırları yazarken, birileri de işkence görüyor işte. Birileri haksızca atıldıkları hücrede ayakta kalmaya çalışarak günleri sayıyor. Ben, bir cümle sonra yazıyı bitirip çay ve sigara içeceğim.
Pınar Öğünç’ün hikâyeleri bunları düşündürdü bana...