Yüzyılımızın en güçlü ve en etkili liderlerinden olan Merkel’i, 165 cm’lik boyu ile erkek egemen dünyayı yönlendiren ve yöneten bu kadını, en iyi anlatan fotoğraf karesi üzerinde çok konuşuldu. Fizik bölümünden mezun olması, bizler için “züğürt tesellisi” olsa gerek. İki ülkenin eğitim sistemleri arasında uçurum var zira. Alman eğitimine biçim veren düşünce mimarlarının, 200 yıl önceki önerilerini anlamış bile değiliz, ne yazık ki!
Çocuklarım, çoklu zekâ eğitimi veren bir anaokuluna başladığında çok sevinmiştim. Norveçli bir öğretmen arkadaşım ise, sevinmememi çünkü beklediğimi bulamayacağımı söylemişti. Nedenini şöyle açıklamıştı: “Sistemin başarılı olması için, bu eğitimi verecek olan öğretmenin bizzat kendisi, anaokulundan üniversite sonuna kadar çoklu zekâ uygulaması içinde yetişmiş olmalıdır. O gün gelinceye kadar, sen, sisteme değil; kapısını kapattığında öğrenci ile baş başa kalan öğretmenin vicdanına teslim edeceksin çocuklarını.”
Hakikaten de öyle oldu, ne okullardan ne de azla yetinen, idare eden velilerle mutlu olabildim. Bizdeki sıkıntı, “kapalı kapılar”ın olabildiği her yerde vicdanların diyete girmesi.
Hegel’in, 1811 yılında müdürlük görevini yaptığı gymnasium’un kapanış konuşması “Özgürlüğün Pedagojisi” üzerinedir. Bir eğitimci olarak öne sürdüğü argümanlar halen geçerliliğini korur. Hegel insanı bir özbilinç varlığı olarak ele alır. Bir özbilinç varlığı olarak kendini yetiştiren, kendini idare edebilen ve disiplinli bir öz etkinlik içinde olan insanı “modern insan” olarak tanımlarlar. Bakınız, hemen hiçbirimiz böyle bir modern tanımına uymuyoruz!
İçinde yaşadığı dönem için idealize ettiği eğitim sisteminin temel hedefi, özbilinç sahibi insana ulaşmaktır ve bu sisteme “Bildung” adı verilmiştir. “Bildung” insanı, bir disiplin ve öz saygı varlığı olarak kendini yetiştirmiş, bilgili ve kibar bir insandır. Bu tür edimsel bir yaşantıyı “Etik Virtüözlük” olarak tanımlayan Hegel; bu tür insanları yetiştirmeyi hedefleyen bir eğitimin son aşaması olan üniversiteden mezun olan “Bildung” insanına, toplumun inşasında önemli roller verir. Ona göre, bu şahıslar mutlaka “Bildung”u yaşantısı haline getirmiş üniversite hocaları tarafından yetiştirilmelidirler (Norveçli öğretmen bunu söylüyordu). Yalnızca mesleğini icra ederken değil, günlük yaşantısını sürdürürken de kendisini hissettirecek olan bu etik virtüözü yetiştirecek modern eğitimin hedeflerinin ne olması gerektiği bu konuşmada ayrıntılı olarak anlatılmıştır. Eğitimcilere Terry Pinkard’ın muhteşem bir çalışması olan “Hegel” isimli biyografi kitabının, en azından ilgili bölümlerini okumalarını öneririm.
Hegel’e göre, aile, çocuğa sadece “olduğu şey” olarak değer vermelidir, ki bu sevgi dünyasıdır. Pazar ekonomisi rekabetinde ise sadece “yaptığı şey” üzerinden değer verilir. Okul, bu iki alan arasındaki orta alandır.
Bu tür bir “Bildung” eğitiminin, müfredata eklemlendiği bir okulun verdiklerini, çocukların alabilmesi için ailelerin çocuklarına daha önceden bir “disiplin” ve “öz saygı” kazandırmış olmaları gerektiğini vurgular. Bu cümle, ileride, demokratik mekanizmaların işlerliğinin kontrol edileceği kurullarda yer alacak olan, etik virtüözlerin eğitiminin ailede başladığının önemle altının çizilmesi ve sistemin hedeflerinin inşasının bu temel üzerine oturtulacağına işaret eden önemli bir cümledir. Günümüzde, gerek aile içinde gerekse okullarda yaşanan sıkıntıların nedenini anlamak için de önemli bir cümle aslında: Öz saygısı olmamak zaten disipline olamamak demek; çünkü, disipline olmanın, kendini sınırlayarak özgürleştirmek demek olduğu anlaşılmıyor toplumumuzda.
Hegel’in öngördüğü sistemde yetiştirilmesi amaçlanan özne, bir “ahlâk öznesi” dir. Bu ahlâki öznenin asıl yapması gereken: Olaylardaki esas sorunu algılamayı, somut olaylarda belirli ilkeleri somut olarak tayin etmeyi ve farklı olay ve durumlarda bunları uygulamayı öğrenmektir. Bu hedeflerin gözetildiği bir okuldan mezun olan genç, birer “Evrensel Zümre” olarak topluma önderlik edecek yapılar olarak tanımlanan üniversitelerde mesleki eğitimine başlayacaktır.
Üniversite modern yaşamın itici gücüdür. Hatta öyle ki Fichte bilim insanının, insanlığın hem öğretmeni hem de eğitmeni olduğunu öne sürer. Çünkü ancak bilim insanı, insanların kendi inançlarını doğru bir şekilde yaşamasının zorunlu koşulu hakkındaki doğruluğu kavrayıp onu dile getirebilir. Ayrıca bilim insanı yaşantısının zirvesinde filozof bulunur. Çünkü ancak o, üniversitenin farklı bilimsel faaliyetleri arasındaki açıkça belli olmayan birliği kavrar; bilimsel ve ahlâki göreviyle, üniversiteyi bir arada tutar. Fichte’nin öğrencilere ahlâki sorumluluk üstlenerek kendilerini özgürleştirmeleri çağrısı, reddettikleri muhafazakâr dîne bir alternatif sunmuştu; çünkü, din öz bilince ulaşma etkinliğidir.
Görülüyor ki, “açık” olup rakı içebiliyor olmak modern olmak demek değildir; tıpkı, “kapalı” olup, ibadetleri aksatmadan yapmanın dindar olmak olmadığı gibi. Türkiye’nin öncelikli hatta âcil sorunu eğitimdir. Kanaatimce “gelişmiş” ülkelerde eğitim paradigmasının zorunlu olarak değişeceği zamanlar yaklaşmaktadır; bizim, henüz yakalayamamış olduğumuz sistem bile yenilenmeye muhtaçtır.
Hiç olmazsa çok geç olmadan; politik görüşümüz, eğitimimiz, önyargılarımız hangisine izin veriyorsa ona uygun olanın peşinden gitsek: özbilinçli modern birey ya da ferdi hikmet. Ferdi hikmetin ne olduğunu anlaması kendinden beklenen kesim, özsaygı hedefi olmayan bir disiplin kurbanı ki, bu altından her türlü kötülüğün çıktığına tanıklık ettiğimiz şeklen dindarlık ile meşgul olmak demek. Özbilinçli modern bireyin kim olduğunu anlamasını beklediğimiz kesim ise, “içinden geldiği gibi” “keyfince” “sınırlamadan” yaşamanın özgürlük olduğu sanrısında ki, bu özsaygı eksikliğinin özgürlük değil olsa olsa keyfilik olduğunu anlayamayan bir aydın müsveddesi olmak demek.
Bunu başaramazsak, arabesk hayatlarımızı mahveden bir “tek adam”dan kurtulmak için başka bir “tek adam”a bel bağlayıp duracağız. Korkarım çocuklarımız da…