İlk baştan beri anlamıyordum ben bu iktidarın ‘başkanlık rejimine’ geçiş sebebi hikmetini. Tam bir, devleti kavrayamama hali bu. Onlardan söz ediyorum, benden değil. Daha önce, henüz iktidar ittifakının, ‘al gülüm ver gülüm’ zamanlarında yazdığım bu yazıyı da hatırlatarak devam edeyim. Tabii ki devlete akıl verme niyetim yok, ne haddime. Verebilecek bir akıl hakkım olsa, bütün kurumlarınla öl inşallah derim, yerine dut eker, çeker giderim. Bu daha çok bir film izlerken, anti kahramanın yerine geçip, onun yerine düşünüyor buluyor ya insan kendini, öyle bir şey benim dediğim.
Öncelikle yakın tarihi bilmiyor ya da hiç kavrayamamış iktidar ve onların maaşlı-tımarlı fikir adamları –‘adamları’ cinsiyetçi bir hakir görme olarak kullanılmaktadır.- Bir kere onların tepe tepe kullandıkları, bu anayasa, ne gibi iktidar hallerinden doğmuştur ona bakalım;
-Şu meşhur 12 Eylül öncesine dönelim ve biraz toz duman eklesin kurgucu görüntülere-
12 Mart muhtırasından sonra, ‘ortanın solu’ olarak sahne alan Bülent Ecevit, arkasına gençliğin devrimci dinamizminin sürükleyici rüzgarını da, -onlar isteseler de istemeseler de- alarak, yüzde 33.3 oy oranıyla, ilk parti oldu ama iktidara gelemedi. 450 milletvekilli mecliste, CHP’nin 185 milletvekili vardı. Mecburen 11.8 oy oranıyla, 48 milletvekili olan MSP ile koalisyon kurdu. Bu koalisyonda Milli Selamet Partisi'nin simgesi, baş aşağı duran eski kapı anahtarı, Necmettin Erbakan tarafından konuya çok uygun olarak kullanıldı; İktidarın ‘anahtarı bendedir’ diyordu hoca. Bir yandan hükümetteyken, öte yanda hükümetin kanun tekliflerinin aleyhine oy kullanıyordu mesela ve küçük balık, büyüğünü yutuyordu.
Hatta o dönemde, yasamanın bir parçası olan 174 üyeli senatoda, MSP’nin sadece 3 senatörü vardı ama haklıydı hoca, anahtar ondaydı.
-Burada seyirci bugüne döner. MHP’nin başkanlık rejiminde sahip olduğu milletvekili sayısına ve daha da çarpıcısı, günlük anketlere bakarak ‘Yaa’ der-
İktidara, yakın tarih dersi anlatmamız bununla da kalmıyor. Biraz daha ileri alıyoruz filmi ve akabinde olaylar gelişiyor. Ecevit boyda küçük, koalisyon içinde büyük, MSP ile yürütemeyince, koalisyon hükümeti dağılıyor. Fakat anahtarı elinde tutan Erbakan Hoca, anahtarıyla birlikte yer değiştirip, birinci MC-Milliyetçi Cephe hükümetinin kuruluşunda yer alıyor. Yine çoğunluk MSP değil, 149 milletvekili olan AP ile 45 milletvekili olan Demokratik Parti'nin onsuz yapamayacakları ortakları hoca. Yani anahtar yerli yerinde. Ayrıca 3 milletvekili ile MHP de, daha çok sokaktan eve oynamaya çağırılıyor.
1977 seçimlerinden sonra kurulan 2. MC hükümetinde de, MSP milletvekili sayısını yarıya düşerse de anahtarı elinden bırakmıyor. MHP de 16 milletvekili ile kapı önünde, anahtar anahtar…
Bunun manası bu iktidarlar döneminde, devlet kadrolarının hızla önce MSP’leşmesi ve sonra da yine MSP’leşmesi ve MHP’lileşmesi oluyor. ‘İktidarı tutan, kadroyu yalıyor’ da diyebiliriz buna bir halk deyişinin başka uyarlamasıyla. Burada iktidarların asıl oğlanları CHP ve AP’nin kadrolarda payı yok değil ama esas olarak, ‘anahtarı’ elinde tutanın, boylarından çok daha büyük parçaları iktidardan koparması anlatmak istediğim.
Bu kadar değil, 12 Eylül öncesi hükümetlerin makus tarihi. Ecevit, 1977 seçimlerinde 41.4 oranında oy alsa da tek başına hükümet olamıyor. Böylece sadece küçük partiler değil, tek tek milletvekilleri de, anahtar haline geliyor çilingir sofrasında. Ecevit, 13 bakan ithal! ederek, 2. MC’yi devirip, hükümeti kurarken, CHP’nin 213 parlamenterine karşı bu ‘bağımsız’ vekiller, ellerinde anahtarla, koca koca bakanlık kapıları açıyorlar.
Mesela daha sonra, gümrük kaçakçılığından yargılanıp, hüküm yiyen Tuncay Mataracı’nın Gümrük ve Tekel Bakanlığı bir derebeylik öyküsü. Adam tek başına bir bakanlık sahibi oluyor, sahibinden…
Peki bu ‘muktedir olmayan adam’ öykülerini neden anlatıyorum?
Biraz daha ileri alıyoruz filmi. Biraz kararıyor görüntü ama ekran ayarlarınızla oynamayın, ondan değil, 12 Eylül rejimi günleri karanlığı bu. Dersini iyi bilen 12 Eylül rejimi, yeni bir anayasa yazıyor. Bu yüzden barajlar konuyor, bölgelerin sayıları değişiyor filan ve özetle az partili ve az bir oy oranı ile bile iktidar olunabilecek bir rejim sunuluyor asker postalının altında.
-Cezaevinden yeni çıkmış ben, hukuk fakültesi 1’nolu anfide, 12 Eylül faşist Anayasası'nın mimarı Orhan Aldıkaçtı’yı bu bölümleri anlatırken hatırlıyorum, keyifle ellerini ovuşturuyordu. Ne bilsin adam bunun kavranamayacağını-
Bu kullanışlı anayasadan sonraki iktidarların, oy oranlarına bakıyoruz. Özal, 1983'te yüzde 45, 1987’de yüzde 36 ile tek başına, 1991’de Süleyman Demirel yüzde 27 ile, 1995’te Erbakan yüzde 21 ile, Ecevit yüzde 22 ile 2000'de koalisyon başbakanları ve Erdoğan yüzde 34’le tek başına iktidar 2002’de ve böyle gidiyor. Yani hiçbiri bugün iktidarın ihtiyacı olan yüzde 51 değil. Dert de değil zaten. Tek eksikleri köşkte oturmamak doğrudan ama bugünün iktidarından daha fazla iktidarlar. Bazen geri dönen yasalar filan oluyor ama pek dert değil, yürüyor iktidarın peynir gemisi…
Bugün ise her şeye rağmen AKP’nin oy oranı yüzde otuzlarda görünüyor. Yani daha önceki parlamenter sistem olsa, AKP nerdeyse, yine tek başına iktidar olacakken, bugün, ittifak çalkantıları içinde, Alaattin’inin sihirli lambası ile uğraşıyor.
İktidarı fiilen paylaşmak zorunda kalıyor, her düzeyde, kerhen…
İşin garibi yeni yeni farkına varıyorlar bu durumun.
Acaba pek şanlı olmadığından mı bu yakın tarihi atladılar ya da Diriliş Orhan Aldıkaçtı mı oynamalı televizyonlarda diye düşünmeden edemiyorum doğrusu.
Ama sonra, ‘bana ne ya’ diyorum, ortağından bulsunlar ve çok güzel olur, yerlerine dikeceğimiz dutların gölgesi…