Başkanlık teklifi tartışmalarına farklı bir bakış
Sol adına başkanlık sistemine karşı geliştirilen argümanlar önyargıların etkisindedir. Sovyetlerin etkisiyle ete kemiğe bürünen Türkiye sol fikriyatı anti-Amerikancı bir kulvarda şekillendiği için ‘Amerika’ya özgü olan her şey yanlıştır’ temelli şekillenmiştir.
Adil Zozani
Türkiye’de sistem değişikliği ile iktidar değişikliği aynı potada eritilmektedir. AK Parti iktidarından kurtulmak ile kurulu sistemi eşdeğer tutmak AK Parti’ye hizmet etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Öyle ki, bu gerçekliğin farkında olan iktidar partisi yürütücü aklı iktidarının devamlılığını mevcut muhalefetin olanca durumuyla devamı üzerine inşa etmektedir. AK Partililere sorsanız her hangi bir muhalefet partisinin lider kadrosunun değişimini arzu etmezler.
Türkiye’de yaşadıklarımızı tanımlamak ve anlamlandırmak oldukça güçleşti. Toplumun büyük çoğunluğu çaresizlik içinde debelenirken, iktidar/muhalefet girdabında mecburiyet iklimi hakimiyetini sürdürmektedir. Çok değil, birkaç ay öncesine dönüp baktığımızda siyasal dönüşümler ve değişimler temel beklenti durumundayken bugün tam tersi bir iklim hâkim oldu. Toplumun idari ve siyasi yapısal değişim talebine karşılık kendimizi ‘rejim’ tartışmasının içinde buluverdik.
Türkiye’nin idari ve siyasi sistem sorunu olduğu gerçeği uzun süredir aciliyetini hissettiriyor. Nüfusu her geçen gün büyüyen, etnik, din, mezhep ve yaşam tercihleri farklı toplumsal dinamiklerin biraradalığını mümkün kılacak yeni toplumsal sözleşme gereksinimini CHP dışında inkâr eden yok. Zaman zaman CHP de bu gereksinim karşısında durulamayacağını görerek yeni bir şey söylüyormuş gibi yaparak Türkiye’nin yeni toplumsal sözleşme gereksinimini uzatmalara götürme gayretkeşliğine yelteniyor. CHP’nin böyle davranmasının kendisi açısından sebepleri vardır, mutlaka. Zira İttihat ve Terakki mirası üzerinde temellenen ve Türkiye’ye giydirilmeye çalışılan elbisenin terzisi olarak makası, iğneyi-ipliği başkasına devretmek istemiyor. Sistem sorunu üzerine tartışmalar güncelleştikçe yamacılık fonksiyonunu devreye sokup tartışmayı kadükleştirmek için elinden geleni esirgemiyor.
AK Parti ve MHP koalisyonunun meclis gündemine getirdiği ve kabul edilecek olan Anayasa Değişiklik Paketi üzerine tartışmalar devam ederken, dikkatlerden kaçırılmak istenen daha önemli bir gerçeklik var. Türkiye’nin idari ve siyasi yapısal sorununa cevap vermesi gereken değişiklik paketinin ‘rejim’ tartışması ekseninde tartışılıyor olmasının kurulu sistem içinde kendilerine yer bulamayanlar açısından değerlendirilmesi gerekiyor. Dikkat edilirse pakete imza atanlardan da ‘rejim’ sorunu ekseninde barikat kuranlardan da kurulu sistem dışındakilerin sistemle sorununa ilişkin tek cümle eden yok. Varsa yoksa ‘tek adam’ ve ‘rejim’ tartışması. Sorunumuz bu mudur?
Özetlemeye çalışayım. Tartışmanın şekli ve yöntemine baktığımızda varılmak istenen sonucu da tahmin edebiliriz. Mustafa Suphilerin Karadeniz sularına gömüldüğü günden bugüne Türkiye toplumu iki seçenekten birine mecbur bırakıldı. Milliyetçi-muhafazakar blok ile Hitler ve Mussolini’den beslenen 'ulusol' blok arasında oynanan iktidar oyununu izler olduk. Anayasa Değişiklik Paketi ekseninde devam eden tartışmalarda da izlediğimiz tablo bundan ibarettir.
Kuruluşundan itibaren devletin idari mekanizması üzerinde süregelen hakimiyet kavgasında milliyetçi-muhafazakar blok bir adım öne geçmiş gibi görünüyor. Onlar açısından bu çekişmenin anlamı büyüktür. Kazanan tüm devlet mekanizmasının tek hâkimi olacaktır. Zira, kuruluşundan itibaren Türkiye’nin yönetişimi teknokratik bir anlayışla dizayn edildi. Bu yazı kapsamında ayrıntılandırma imk ânı olmamakla birlikte değinmeden geçemeyeceğimiz bir husustur bu; devletin idari mekanizmasının omurgasını oluşturan teknokratik zihniyet Enderun ve Birun'dan günümüze sirayet etmiş bir yönetişim geleneğidir. Sistemin sadık çocuklarından oluşan bu ‘özde yurttaşlar’ grubunun egemenlik alanına kim ki müdahil olmak istediyse kolayca tu kaka edilmiştir.
Mevcut görünümden yola çıkarak vaziyete açıklık getirmek istersek, öncelikle rol paylaşımını değerlendirmek icap eder. Çünkü saflaşmanın ne anlama geldiğini bilmeksizin doğru konumlanış mümkün değildir. AK Parti-MHP değişiklik teklifine karşılık CHP’nin konumlanışı devletin idari mekanizmasına hükmeden teknokrasiyi kaptırmama mücadelesidir. Hal bu iken biz ‘diğerleri’ olarak bu tartışmanın neresinde duruyoruz? Bu sorunun cevabına kimi tespitler yapılmadan ulaşmak mümkün değildir.
- Türkiye’nin idari ve siyasi sistem sorunu vardır. Ulus-devlet yönetişim argümanı olarak Batı Avrupa merkezli şekillenen parlamentarizm, cumhuriyetin kuruluşundan itibaren Türkiye’ye de giydirilmek istendi. Ancak bu elbise Türkiye’ye uymadı, uymuyor, uymayacak. Parlamentarizm doğduğu topraklarda bitpazarına düşmüşken Türkiye’de bu denli kıymetlenmesi oryantalist düşkünlükten başka bir anlam ifade etmiyor.
- Türkiye idari şekillenişinin felsefesini oluşturan kurumsal troykanın (Diyanet İşleri Başkanlığı, Türk Tarih Kurumu ve Türk Dil Kurumu) dışına çıkmadan tüm toplumsal ve kültürel farklılıkları kapsayan bir toplumsal sözleşme oluşturmak mümkün değildir. Mevcut Anayasa Değişiklik Paketinin imzacısı kimi milletvekilleri ‘Türkün Anayasasını yapıyoruz’ derken, muhalefet ettiğini söyleyen CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu ise Mahmut Esat Bozkurt örneğine dayanak yaparak direnç gösteriyor. Bilenler bilir; Mahmut Esat Bozkurt, ‘bu memlekette Türk olmayanların bir tek hakkı vardır o da Türk’e hizmetkârlıktır’ diyen zattır. 365 gün cumhuriyet tarihi okusanız durumu bu denli somuta indirgeyip tanımlayamazsınız.
- Osmanlının üzerinde şekillendiği Anadolu ve Mezopotamya idari sistem geleneği geçişken hiyerarşi tanımına uymaktadır. Bu coğrafyada tarihin hiçbir evresinde üniter yapılar varlığını sürdüremediler. Yerel ile yetki paylaşımına dayanan bir idari geleneğimiz vardır. Osmanlı’da merkezileşme faaliyeti olarak karşımıza çıkan ‘tımar sistemi’ İstanbul’un doğusunda Amasya’ya, batısında ise Edirne’ye kadar yayılabildi. Geriye kalan Osmanlı topraklarındaki yönetişim modeli Sümer geleneği olan konfedaratif örgütlenmeyi esas alan eyalet sistemiydi. Dolayısıyla kimsenin dilinden düşürmek istemediği ünitarizm terk edilmeden kendi toplumsal gerçekliğimiz ve toplumsal yönetişim geleneğiyle uyumlu demokratik bir idari mekanizma kurmak şansımız yoktur.
Bu üçlemeyle birlikte sürdürülmekte olan tartışmada kendimize ait konumlanışı ifade etme imkânımız vardır.
İki şey söylemekle konuya giriş yapalım. Bir, ikili pres esasına göre kurumsallaştırılmış ve kapıkulu zihniyetiyle ete kemiğe büründürülmüş olan idari mekanizma içinde rengimizi kaybetmek istemiyoruz. İki, ayrışmaya gitmeden bütünü kucaklayan idari mekanizmaya kavuşmak istiyoruz. Bu da idari ve siyasi yeniden yapılaşmayla mümkündür.
AK Parti-MHP koalisyon bloğunun teklifi olarak önümüzde duran Anayasa Değişiklik Teklifi üzerine teknik değerlendirmeler yapmak bu yazının konusu değildir. Bu konuda yeterince yoruma ulaşmak mümkündür. Ancak, benim üzerinde durmak istediğim işin zihniyet kurgusudur.
Türkiye’de yıllara sari bir başkanlık sistemi tartışması vardır. İdari mekanizma olarak parlamentarizmin hantal işleyişine karşın pratik karar mekanizmalarına dayalı başkanlık modelinin daha verimli olacağı üzerine devam eden bir tartışma var. Oysa ki, işin özü hangi sistemin yönetişimde daha pratik olduğu değildir. Soruna bu perspektiften baktığınızda ünitarizm üzerine tartışmak durumundasınız. Zira merkezileşmenin olduğu yerde idari hantallaşma mevcuttur. Bu nedenle bugün parlamentarizm ile idare olan pek çok güçlü devlet kendi içinde ünitarizmi bertaraf etmiş durumdadır. Japonya ve Almanya ilk akla gelen örneklerdir. Bir Avrupalı gözüyle ABD başkanlık modelini tanımlayan Tocqueville’in ilk aklına gelen husus federal hükümetin az yönettiği, toplumun doğrudan yaşamına temas eden konularda karar alma mekanizmalarının yerel olduğu gerçeğidir. Almanya da Japonya da bu tespiti kulaklarına küpe yapmış olmalılar ki ağırlıklı olarak homojen bir toplumsal dokuya sahip oldukları halde ünitarizm hastalığından kendilerini sakınmaya çalışmışlardır. AK Parti’nin geliştirdiği sistem değişikliği gerekçeleri üzerine değerlendirme yapacak isek üniterbaşkanlık yerine merkezi karar alma süreçlerinin sınırlandırılarak yerelleşmeye ağırlık vermek gereksinimi vardır. Yapılan ve tartışılan bunun tam tersidir.
Muhalefet açısından konunun değerlendirmesi ise bambaşka bir karmaşayı içermektedir. Öncelikle, mevcut değişiklik teklifine karşı ‘hayır’ diyenlerin hepsinin aynı şeyi söylediklerini varsaymak doğru olmayacaktır. Türkiye’de başkanlık sistemi karşıtı söylemlerin kaynağı ‘parlamentarizmin daha demokratik bir yönetişim modeli olduğu’ iddiasına dayanmakla birlikte, karşıtlığın temel gerçekliği bu değildir. Ulus-devletin yönetişim argümanı olarak Türkiye toplumuna dayatılan parlamentarizmdeki ısrarın ana sebebi toplumsal farklılıklara karşı geliştirilen ret ve inkâr politikasıdır. Türkiye’de parlamentarizmde ısrar edenlerin çoğunun fikrî geri planı Türkçülük esaslı tektipçiliktir. Hakların kendi kaderlerini tayin hakkı üzerine yeminli solun verili tartışmanın ürünü başkanlık sistemine karşı oluşlarını da aynı kefede değerlendirdiğim zannının oluşmasını istemem. Onlarınki farklı bir durumdur.
Milliyetçi-muhafazakar iktidar koalisyonuna karşı sol-sosyal demokrasinin alternatif oluşturması görevi vardır. Pekâlâ AK Parti-MHP koalisyonunun ‘Türk tipi Cumhurbaşkanlığı Modelini’ içeren Anayasa Değişiklik Teklifine hayır demesi kadar normal bir şey yoktur. Sol-sosyal demokrasi açısından tartışılan husus bir hikâyenin yoksunluğudur.
Buraya kadar ben de tespitler yapmak dışında yeni bir şey söylemiş sayılmam. Buraya kadar yazdıklarımla yetinebilirim. Etliye sütlüye dokunmadan ‘herkes anlaması gerekeni anlasın’ deyip bırakabilirim. Oysa ki böyle davranırsam kendim ile çelişmiş olurum. Gündemdeki Anayasa Değişiklik Teklifinin olası (referandum da dâhil) sonucunu öngörüp tartışmak durumundayız.
Hayati bir soruyla başlayalım: Türkiye’de sol-sosyal demokrasi güçleri sistem tartışmasında parlamentarizm konusunda samimi midir? Kesinlikle hayır. Zira sol fikriyatın geri planında ‘tek partili’ yönetişim modellemesi vardır: ‘Ben yönetiyorsam demokratik ve adaletli yönetiyorumdur, ben yönetmiyorsan demokrasi ve adalet mümkün değildir.’ Sol adına başkanlık sistemine karşı geliştirilen argümanlar da önyargıların etkisindedir. Cumhuriyet dönemiyle birlikte Sovyetlerin etkisiyle ete kemiğe bürünen Türkiye sol fikriyatı anti-Amerikancı bir kulvarda şekillendiği için ‘Amerika’ya özgü olan her şey yanlıştır’ temelli şekillenmiştir. Ulus-devlet paradigmasına dayanan parlamentarizm ise ‘Fransız ve İngiltere devrimlerinin ortaya çıkardığı bir yönetişim modeli olduğu’ kabulüne dayandırılarak Amerika sistemine tercih edilmektedir.
Siyaset cenahında durum bu iken akademi camiamızda tablo altını çizdiğimiz önyargıları beslemekle sınırlıdır. Türkiye akademi camiası erkler ayrılığı prensibini çok partili döneme geçişle birlikte Montesquieu üzerinden yorumlamaya başlamıştır. Turhan Feyzioğlu ‘Kuvvetlerin Ayrılığı Nazariyesi’ başlıklı makalesini 1947 senesinde yayımlanan Siyasal Bilgiler Okulu Dergisi’nin II. sayısında yayımlamıştır. Devamında erkler ayrılığı prensibi üzerine Locke’un da değerlendirmelerini irdeleyen makale ve kitaplar yayımlandı. Ancak sistem kurgusuna ilişkin cesaretli tartışmalar yok gibidir. Erkler ayrılığı prensibi üzerine değerlendirmelerde yasama, yürütme ve yargı erklerinin kesin ayrılığı temel kabul iken, bu prensipte yasama ve yürütmenin birlikteliği esasına dayanan parlamentarizm tercih edilmiştir. Öyle ki, başkanlık sistemine kesin ifadelerle karşı olduğunu söyleyen CHP bile AK Parti-MHP koalisyonunun Anayasa Değişiklik Teklifine karşı ’30 soruya 30 cevap’ metninin birinci cümlesinde başkanlık sistemini tanımlarken ‘erkler ayrılığı prensibine dayanan bir sistem olduğunu’ ifade ederek değerlendirmeye başlıyor.
CHP’nin neden sistem değişikliğine karşı olduğunu ifade etmiştim. CHP dışındakilerin özellikle de akademi camiamızın başkanlık sistemi karşıtlığının temelinde ne var, sorgulamak lazım. 1990’ların başından itibaren iyice gündemleşen Türkiye’nin idari ve siyasi sistem değişimi talebine karşılık statükocu bir yelpazede konumlanan akademi ve siyaset camiasının ortak referans metni 1990 yılında Juan J. Linz tarafından kaleme alınan ‘Başkanlık Sisteminin Tehlikeleri’ başlıklı makalesidir. Türkiye’de 90’lardan itibaren yazılmış onlarca kitap, tez ve yüzlerce başkanlık sistemi karşıtı makalesinin ortak referans kaynağını oluşturan bu makalenin kendisi de parlamentarizmi överken bitpazarı tezgahında sergilendiğinin farkındadır. Zira Juan J. Linz de bir tek ABD’de başarılı olmuş, özellikle Latin Amerika’da antidemokratik uygulamaların kaynağı olmuş bir sistem üzerinde değerlendirme yaptığını söylüyor. Ancak Linz’in de görmezden geldiği temel bir gerçek var. Başkanlık sisteminin uygulaması olarak modellenen Latin Amerika deneyimlerinin referansı ABD uygulaması değildir. Avrupalıların Amerika kıtasını istilası sırasında 13 İngiliz Kolonisinin oluşturduğu ulus-devlet ötesi toplumsal yönetişim deneyimi olarak Başkanlık sistemine karşın ulus-devlet paradigması nın temel dayanağı olan parlamentarizmin yaratımını gerçekleştiren Fransız ve İspanyolların Latin Amerika’da oluşturdukları alternatif melez sistemdir. Latin Amerika Başkanlık deneyimi özü itibarıyla ulus-devletçi parlamentarizm, tanımı itibarıyla başkanlık uygulamasıdır.
Türkiye’de sistem tartışmasında farklı bakış açılarının olduğu varsayılır. Olmadığını ben de söylemiyorum. Ancak Türkiye’de sistem tartışmasının yapılmadığını/yapılamadığını söyleyebilirim. Bugün de dâhil Türkiye toplumunun değişim talebine cevap niteliğinde bir sistem tartışması mevcut değildir. Bir zümrenin ihtiyaçlarına cevap niteliğinde bir sistem kurgusu vardır. 90 yıl önce de sistem kurgulanırken böyle yapılmıştı.
Mevcut iktidar muhalefet denklemi içinde vücut bulan tartışmanın sonuçları itibarıyla iktidara yarar sağlayacağını söylemek için kâhin olmaya gerek yoktur. Muhalefet iktidar denkleminde değişimi zorlayan dinamik muhalefet olmak durumundadır. Muhalefet, değişimi arzulayan ve talep eden dinamik değilse iktidarın işi kolaylaşır. Toplumsal mecburiyet durumunu yaratan tutum muhalefetin tutumudur.
Meksika’da PRI (Devrimci Kurumlar Partisi), Japonya’da LDP (Liberal Demokrat Parti) ve Hindistan’da Kongre Partisi deneyimlerinin önümüze koyduğu ibret verici sonuçları vardır. Üç parti ve ülke deneyimleri açısından geniş bir değerlendirmeye ihtiyaç vardır. Konumuza destek mahiyetinde değineceğim husus şudur ki, üç parti iktidarlaşma deneyiminin de günümüz Türkiye’sinde AK Parti ve iktidarın pozisyonları itibarıyla benzerlikler taşıdığıdır. Üç partinin iktidarlaşma süreçler inde toplumsal değişim talebi ön plandaydı. Muhalefet toplumsal değişime cevap vermek yerine mevcut olana bekçilik etme görevini tercih etti. Muhalefet mevcut olanı söyleyince de iktidar olan mevcut olandan farklı olarak ne söylerse söylesin değişim talep eden toplumsal dinamikler açısından ‘yeni bir şeye’ tekabül ettiğinden, tercih sebebi sayılmıştır. Bu deneyimlerin ortaya çıkardığı sonuç, iktidar sürekli iktidar, muhalefet sürekli muhalefet olarak kalmaktadır. PRI Meksika’da 76 yıl üst üste iktidar kalabilmiştir. Sanırım ne söylemek istediğim yeterince anlaşılırdır.
Peki böylesi bir sonuca mecbur kalmamak için ne yapmak gerekir? Türkiye’de sistem değişikliği ile iktidar değişikliği aynı potada eritilmektedir. AK Parti iktidarından kurtulmak ile kurulu sistemi eşdeğer tutmak AK Parti’ye hizmet etmekten başka bir işe yaramamaktadır. Öyle ki, bu gerçekliğin farkında olan iktidar partisi yürütücü aklı iktidarının devamlılığını mevcut muhalefetin olanca durumuyla devamı üzerine inşa etmektedir. AK Partililere sorsanız herhangi bir muhalefet partisinin lider kadrosunun değişimini arzu etmezler.
Karamsar bir tablo çizdiğim düşünülebilir. Aynı kanaatte olmadığını belirtmeliyim. Zira gerçekçi olma taraftarıyım. Siyasi öncelik ve beklentilerin farklılığı tartışma konusu yapılmaksızın temel sorunların çözümünde ortaklaşmak mümkün müdür, ona bakmak lazımdır. Demokratik sistemlerde uzun süreli iktidar yapılanmasında demokrasinin zarar gördüğü kesindir. Özellikle de parlamenter sistemde yürütme yasamanın içinden çıktığı ve yürütme yasamaya hükmettiğinden zamanla iktidar erkinin çıkarlarına hizmet eden kanun yapıcılığı tercih edilir. AK Parti deneyiminde ‘torba yasalar’ uygulamasıyla parlamentarizmin tehlikelerine örnek deneyimi siyaset literatürüne kazandırdık. Parlamentarizm savunucularımız bunu ‘AK Parti’nin art niyetliliği'ne yorup geçiştirebilir. Ancak gerçek başka; Türkiye’nin güçlü tek parti iktidarları dönemlerinin tamamında benzer uygulama ve sorunlar yaşanmıştır.
Peki ne yapmalı? Bu soruya doğru cevap üreten sol deneyimler dünyanın birçok ülkesinde köklü değişiklikler gerçekleştirdi. Türkiye’de de neden olmasın! Ama iktidar erkinden önce solun kendi hastalıklarından kurtulması gerekir.
Yeni ve kucaklayıcı/kapsayıcı bir ortak irade ve akla ihtiyaç vardır. Özcesi Türkiye’nin değişimine öncülük edecek, tabulardan arınmış, çağın gereksinimlerini doğru analiz eden ve toplumun değişim talebine karşı doğru hikâyeyi kurgulayacak bir parti gerekiyor. Bu memlekette hikâyesi olmayanın siyaseti de olmayacaktır.
* 24'üncü Dönem HDP Hakkari Milletvekili