Sırasız ölümden acı bir şey yok. O yüzden de bu coğrafyanın en anlamlı sözlerinden biri de “Allah sıralı ölüm versin” sözüdür. Ölümün sırası bozulduğunda, oğullar ve kızlar analarını babalarını değil, babalar ve analar oğullarını ve kızlarını toprağa verir... Bazen bir anne aynı zalim günün sonunda hem iki oğlunu hem de kocasını toprağa verir. Hastane ortamında ve herkesin gözlerinin önünde kocasının feci biçimde linç edildiğini anlatmaya çalışır. Kocasına bunu yapanları görmüştür, bir daha görse hemen tanıyacaktır. Feryat figan bunu söyler...
Peki onu kim tanısın?
Evlatlarını defnederken Kürtçe ağıt yakar kadın. Şöyle demektedir: “İki cenazeyi nasıl kaldıracağım. Kadirim, annesinin güzeli, kurban olduğum… Oruçluydular, açtılar, nasıl toprağa koyarlar onları…”
Fakat kadının bu kahreden feryadı adaleti tesis etmeye yetmeyeceği gibi, bu büyük acı tümüyle reddedilebilir ve bin türlü hakaretle karşılanabilir de. Kaybın tanınmamasıdır bu. Ölüm kadar ağır olan...
Vicdansızlık deyip geçemeyiz. Böyle bir kaybın tanınmasında vicdana bel bağlanamaz zaten. Vicdan acıları tarttığı kadar yarıştırmak için de seslenilen bir şeyse, adalet salt vicdan temelinde istenemez. Evlatlarıyla birlikte canını ve ruhunu da toprağa koyan bir annenin acısına bir parça yaklaşılmasını, bu acının görülmesini ve tanınmasını talep ettiğinizde, karşınıza başka annelerin çıkarılıyor olması bu yüzdendir. Siz Suruç dersiniz. Suruç, Suruç, diye haykırmak istersiniz o anneyle birlikte. Çünkü olay korkunç bir tazelikle ortadadır hâlâ. Başka birileri ise sosyal medyada size, “Asker annesi” der, “Şehit annesi” der. Oysa Suruçlu annenin, şehit anneleriyle kıyaslanması, onlara karşı konumlandırılması için bir neden yoktur. Suruçlu anneyi şehit annelerine bağlayan acı, onları birbirinden ayıran şeylerden misliyle güçlüdür. Onlar aynı yerdedir. Evlatlarını kaybettikleri yerde. Suruçlu anne için kahrolan ve onun acısını tanınır kılmaya uğraşanların, şehit anneleri için yüreklerinin paramparça olmadığını varsaymak için de hiçbir neden yoktur. İnsan başka niçin inatla ve ısrarla barış istesin ki?
Üstelik Suruçlu annenin acısına ses vermekte nasıl özgür değilsek, şehit annelerinin acısına ses vermekte de özgür değilizdir. Hiçbir zaman... Mesele basit bir vicdan vicdansızlık meselesi değildir bu yüzden. Annelerin kahrıyla kahırlanmakta özgür olmamamız meselesidir. Suruçlu annenin acısına karşı şehitler ve şehit annelerinin acısı öne sürülürken, o annelerin acısını tanımak için de özgür olmadığımız göz ardı edilir. Şehitliğin “gökten şehit yağacak” diye yüceltildiği, oğulların şehadete davet edildiği yerde, şehit annesinin acısını dile getirmede özgür olabilir miyiz?
Şehidin kaybının inkarına sekiz yıl önceki bir yazımda –medyadaki temsiller ve imge rejimi üzerinden- şöyle değinmiştim:
“Ölmeyen ve vatanını böldürmeyen şehit imgesi, askerin ‘bir can’ olarak kaybını yüzde yüz kapatan bir imgeydi. Çorumlu, Yozgatlı, Trabzonlu ve Şırnaklı… Er vurulup düştüğünde, ‘şehitler ölmez’ diye yükselen ses, aynı zamanda bir kaybın temsiline ve bir yasın tutulmasına da yasak koyan bir sesti.” Bunun gibi, “2000’li yılların neredeyse ikinci yarısına kadar, Kürt anneler ne denli temsil dışına itildiyse, şehit anneleri/Türk anneler de o denli temsil dışıydı; boşlukta tuhaf hareketler yapan elleri, konulu filmlerin ya da televizyon ekranında akıp duran yerli dizilerin hiçbir sahnesine sığamıyordu. Şehit annesinin acıyla ufalmış bedenini ve huzurunu yitirmiş ellerini, sahnenin dışına iten, yirmi beş yıllık bir tesadüf değil, bir anlamlandırma siyasetiydi.” (1)
O tarihlerde, şehit anneleri filmler ve diziler gibi kurmaca anlatıda neredeyse hiç yer almıyordu, fakat haberlerde, bir hamaset dilinin ardında hemen her gün bir belirip bir kayboluyorlardı.
ŞEHİDİN ANNESİ
Bir anneye evladının “şehit” olduğu haberinin kameralar eşliğinde verildiği bir habere denk gelmiştim. Bu yazıyı yazarken o haberi de arayıp buldum. Zihnime kazınan o imge vahşi bir habercilik ortamının bizleri her gün bir başkasına apansız tanık ettiği acı imgeleri arasında en kahredici olanlardan biriydi. Aralarında asker ve sivil yetkililerin bulunduğu kalabalık bir grup şehit olduğu haberini vermek üzere askerin ailesinin evine gelmiş, kameralar pozisyonunu almıştı. Anne ve babanın yanına oturan sivil giyimli bir yetkili babanın dizine dokunarak “...bir yaşam feda etmişsin” gibi tam anlaşılamayan bir cümleyle konuşmaya başladığında, zaten bedeninden canı çekilmiş ve başlarına gelen şeyin ne olduğunu soracak dermanı kalmamış, bembeyaz yüzlü yaşlı anne, kafasına taş gelmiş bir kuş gibi acıyla sekmişti oturduğu yerden, ama çok küçücük bir sekmeydi bu. Yerinden kalkamamıştı. Uzaklaşamamıştı. Acı haberden kaçamamıştı. Bir söyleyene, bir kameraya, bir yanındakine bakıyordu... Erkekler arasındaydı; şehitlik, bir gün herkesin öleceği ama onun oğlunun cennete gittiği gibi cümleler arasındaydı. Kapana kısılmış gibi kaskatı, neredeyse hareketsiz çırpınışlarla dövünen minnacık bir bedenden ibaret kalmıştı. Çığlık atamıyordu. Tek söyleyebildiği: Memedim... Memedim... Memedim...
O gün kimse evladının ölüm haberinin kameralar önünde verilmesi çiğliğine ve vicdansızlığına maruz kalmasın diye düşünmüştüm... Hiç kimse. Evlat kaybının ne kadar acı olduğunu anlamak için bu görüntülere ihtiyaç yok. İnsan evlat kaybetmenin ne demek olduğunu anlayabilir.
Fakat yine de bu, herkesin başkasının evladının acısıyla içinin yanacağı anlamına gelmiyor. Tanrıdan insana güçlü bir meziyet bahşetmesi istenecekse, başkalarının evladının hayatı için de kaygılanma, o hayatları sakınma ve o hayatlar için üzüntü duyma meziyeti istensin... Yoksa ne yapsak boş.
OLANLARI GÖRMEMEK
Sosyal sınıfını, etnik kimliğini ya da dinini merak etmeksizin ve yaşının başının, gülümseyişinin, kendi evladına benzediğini düşünmeksizin, hatta bir evladı bile olmaksızın, başkasının evladının hayatı için tasalanabilmek çok önemli bir meziyet. Herkeste maalesef yok. Kendi evladının tırnağı taşa değse içi kıyılan anneler ve babalar, başkasının evladının hayatını kartondan sanıyor. Çeşitli karışık olaylarda dayanıklılık gösterememiş, sahiplenilmemiş, korunmamış, sanki sahiplenilmeye ve korunmaya değmediğinden birbiri ardınca devrilmiş karton hayatlar olarak görüyorlar başkalarının evladının hayatını...
Bazılarımız ben olan biteni görmezsem olan biten de beni görmez sanıyor. Oysa öyle değil. Sırası bir kez bozulduğunda, ölüm herkesi görür. Başkasının evladını korumakla ilgilenmeyen kendi evladını da koruyamaz.
Hani dışarı çıkıp birkaç cümle sarf ederek sokağın tansiyonunu düşürmek yerine, çocuklarını kollarından çekip eve sürükleyen, kapıyı sürgüleyen, perdeyi çeken ve mahallenin çocuklarını kargaşaya terk eden ebeveynler vardır. Bu coğrafyanın aşina olduğu eski bir imge. Solup gitmesine asla izin verilmeyen bir kötülük biçimi.
Bu hepimize, “Herkes çocuklarını çekip içeri alır, sen de korunmasız bir biçimde ortada kalıverirsin” diyen bir imgedir aynı zamanda. İtaat etmeye çağıran bir imge. Başkalarının evladına sahip çıkma yetilerimize musallat olan, onu sahipsiz bırakan da maalesef bu imgedir...
(1) Sevilay Çelenk “Yasak Yas, Kesik Nefes" Birikim 249, 2010.