Batı’nın Türkiye takıntısı var mı?

Batı hiçbir ülkeyi takıntı yapmaz, tarihsel kin, hınç duygusuyla hareket etmez. Tepesine iki tane atom bombası atılan Japonya ABD’yi, ABD Soğuk Savaş döneminde çekiştiği Rusya’yı, mutlak olarak yenildiği Vietnam’ı, Irak’ı takıntı yapmadı. ABD, Vietnam’a yenildiği için, 'bunun intikamını nasıl alırım' diye yıllarca kin biriktirmedi.

İlhan Uzgel iuzgel@gazeteduvar.com.tr

Türkiye’nin Batı sistemi içinde yaşadığı sorunlar giderek yoğunlaşmaya başladı ve aynı anda hem ABD hem de AB’den yaptırıma tâbi olma riskiyle karşılaştı. Bu durum AKP dış politikasının, uzun süredir sözünü ettiğimiz tıkanma noktasına ulaştığını gösterirken, sorunun yalnızca ABD ve AB olmadığını, komşularının birçoğuyla da sorunlu olduğunu, Libya’nın yarısı, kısmen Mısır ve Suudi Arabistan ve BAE gibi ülkelerin adı konmamış boykotlar uyguladığını da göstermektedir. AKP’ye yakın çevrelerin bu ortada çıplak olarak görülen gerçekliğe verdikleri bir yanıt var. O da yükselen Türkiye’yi Batılı ülkelerin elbirliğiyle yavaşlatmaya, kuşatmaya ve zayıflatmaya çalıştığı iddiası. Bu ve bundan sonraki yazıda yalnızca AKP ve çevresinde değil, seküler milliyetçi ve ulusalcı çevrelerde de rastladığımız, Batı’nın Türkiye ile özel bir sorunu olduğu, Türkiye’yi takıntı haline getirdiği yolundaki iddiaları ele alıp, AKP’nin bu görüşünün yanıltıcı olduğunu göstermeye çalışacağım.

BATI NE İSTER?

Bilindiği gibi, Batı sistemi kapitalist bir mantık üzerine kuruludur. Bunun her zaman mutlak bir rasyonelliğe dayandığını iddia etmek mümkün değildir. Kapitalizme dayalı Batı sistemi kendi içinde irrasyonel, yıkıcı, bazen kendisini ve insani ve fiziki çevreyi tahrip edici yönler taşır. Ama genel hatlarıyla çevre ile ilişkilerinde ve karşılaştığı sorunların çözümünde rasyonel bir çizgiyi tercih eder. Bu yüzden daha en başında Türkiye’de İslamcı ve ulusalcı çizginin Batı tarifi kendi içinde sorunludur. Batı dünyası bu çevrelerin ileri sürdüğü gibi takıntılar üzerine kurulu değildir. Küresel sistemin o anki ekonomi politiğine tâbi olması en kritik noktadır. 1980 sonrasında bunun anlamı neoliberal ekonomik düzene uyum sağlamaktır. Bu sürecin dönemine göre kimlik siyaseti, demokratikleşme, insan hakları gibi üst yapısal unsurları da bulunur ve çevre ülkelerinden bunlara uyum sağlaması beklenebilir. Ama özellikle iktisadi açıklık (yatırım, finans hareketi serbestliği, kâr transfer imkanı ve dış ticaret serbestisi) bu sistem içinde yer almanın kırmızı çizgisidir. Örneğin, AKP iktidarı bunun gayet iyi farkındadır ve 18 yıl boyunca iç ve dış siyasette devam eden savrulmaya rağmen buradan ödün vermemiştir. Jeopolitik alanda da Batı güvenlik sisteminin mümkünse parçası olmak, onunla bölgesel konularda işbirliği yapmak, en azından yaşamsal konularda sorun çıkarmamak başlıca önem verilen kriterlerdir. Bunun dışındaki konular merkez ile çevre ülkesi arasındaki tali konulardır ve genelde pazarlık bunlar üzerinde yaşanır. Örneğin, Suudi Arabistan kendi iç sistemine, yani Vahabi ideolojiyi uygulamasına Batı’nın müdahalesini istememiş, petrol fiyatlarının belirlenmesi konusunda ABD ile uzun süre işbirliği yapmış, petrolün dolar üzerinden fiyatlandırılmasına uyum sağlamış ve ABD Hazine kağıtları almış, karşılığında ABD’den güvenlik şemsiyesi elde etmiştir.

BATI TAKINTI YAPAR MI?

Kapitalizm üzerine kurulu Batı sistemi için bunun her gün küresel ölçekte kendisini yeniden üretmesi en ciddi sorundur. Bu düzenin hem merkez ve çevre ülkeler içinde, hem de küresel olarak merkez ile çevrede yarattığı eşitsizliklerle devam etmesi, bunların gündeme gelmesini önleyecek hegemonik araçları üretmesi, rakip ideolojinin başarılı olamaması, ortaya yeniden çıkmaması, çevre ülkelerin farklı araçlarla denetim altına alınması, merkez içi çekişmelerin sermaye birikimine zarar vermeyecek düzeyde tutulması, yeni rakiplerin ortaya çıkışının engellenmesi gibi yaşamsal sorunlarla baş etmeye çalışır.

Eğer bir takıntı varsa ve buna takıntı denebilirse, en önemli takıntı bu olsa gerek.

Batı hiçbir ülkeyi takıntı yapmaz, tarihsel kin, hınç duygusuyla hareket etmez. Tepesine iki tane atom bombası atılan Japonya ABD’yi, ABD Soğuk Savaş döneminde çekiştiği Rusya’yı, mutlak olarak yenildiği Vietnam’ı, Irak’ı takıntı yapmadı. ABD, Vietnam’a yenildiği için, 'bunun intikamını nasıl alırım' diye yıllarca kin biriktirmedi. 1974’te Paris’te barış anlaşması imzaladığında “şimdi gidiyoruz ama bunun bedelini ödeteceğiz” demedi. Zamanı gelince Vietnam ekonomik ve siyasal sistemini kapitalizme açmak isteyince, “artık geçti, zamanında yapacaktın” demedi, gayet güzel yatırımlarına başladı.

Her durumda realizme sarılanlar, “devletlerin sürekli dostu düşmanı yoktur, sürekli çıkarı vardır” diyenler, artık iyice klişe haline gelmiş bu lisans birinci sınıf bilgisini büyük stratejik keşif gibi ekranlarda tekrarlayanlar, konu Türkiye olunca, bu müthiş bilgiyi bir anda unutuveriyorlar. Bunu iddia edenler neden bir ülkenin topluca sorun edildiğini söylemiyorlar. Sonuçta Batı sistemi bir ülkeyi toptan dost ya da düşman görmez, bunun bir mantığı ve yararı yoktur. Bu, dönemin koşullarına göre değişir. İngiltere ve Fransa Osmanlı’yı parçalamak da istemiş, Rusya’nın yayılması söz konusu olunca Osmanlı ile birlikte de savaşmıştır. Günümüzde ABD bir ülkeye bütüncül yaklaşmak yerine o ülkede hangi kesimler, siyasal ya da bürokratik aktörler kendisine daha yakın, kimlerle işbirliği yapabilir, bunun hesabını yapar ve bu kesim, sınıf ya da grupları yeri geldiğinde birbirine karşı oynar. Örneğin, Türkiye’de Soğuk Savaş dönemi boyunca siyaseten muhafazakâr, bürokratik olarak güvenlikçi, kültürel olarak seküler kesimlere dayanmış, küresel koşullardaki dönüşümle birlikte 2000’lerde eksen değiştirerek (ılımlı) İslamcılarla çalışmayı tercih etmiştir.

BATI’NIN TÜRKİYE’YLE DERDİ NE OLABİLİR?

Türkiye’de İslamcılar da ulusalcı kesimler de Batı’nın bir Türkiye takıntısı olduğu fikrine kendilerini inandırmış durumdalar. Batı’nın Türkiye sorunu olduğunu düşünen seküler kesimler bunu 1920’ler ve Lozan’dan, İslamcılar ise Erdoğan yönetiminden başlatıyorlar. Ulusalcılara göre Batı, Kurtuluş Savaşı ve Lozan’ı, İslamcılara göre ise Türkiye’nin Erdoğan dönemindeki yükselişini hazmedemiyor. Öncelikle Batı sisteminin Türkiye ile ne geçmişte ne de Erdoğan döneminde özel bir sorunu olmadığını belirtmek gerek. Türkiye, kurumsal, siyasal, ekonomik ve hatta kültürel olarak Batı sisteminin parçası. Bunun öğelerini tek tek sıralamaya gerek yok. O yüzden Türkiye ile ilgili sorunlar sistem içi anlaşmazlıklar olarak görülüyor. Türkiye’ye, ne kadar şikayetçi olurlarsa olsunlar, bir İran, Venezuela ya da Rusya muamelesi yapılmıyor.

Batı’nın Kurtuluş Savaşı, Lozan ve Kemalizm ile sorunu olduğu iddiası tam olarak doğru değil. Kemalizm bütüncül olarak Batı’nın hedef aldığı bir ideoloji olmadı. Bir döneme kadar Batı, Kemalist siyaset anlayışının Soğuk Savaş koşullarına uyan tarzıyla gayet uyumlu çalıştı. Bu konuyu daha ayrıntılı işlemeyi sonraki yazıya bırakarak, İslamcıların iddiasına bakacağım.

BATI’NIN ERDOĞAN’LA SORUNU VAR MI?

AKP zihniyeti ince bir manevra yaparak, Batı’nın Türkiye ile sorunu olduğunu ileri sürerken, bunun miladını Erdoğan yönetimiyle başlatıyor. Burada iki iddiada bulunuyor. İlki, Türkiye’nin Erdoğan yönetimi altında bir bölgesel güç konumuna yükseldiği için Batı’nın kuşatmasının başladığı görüşü. İkincisi ise Türkiye’nin geçmişte Batı sisteminin uysal bir müttefiki olduğu, bu yüzden ilişkilerde sorun çıkmadığı, güçlenen Türkiye’nin bağımsız hareket ettiği için cezalandırıldığı iddiası. Bu iddiayı en kapsamlı şekilde ortaya atan ise 2001’deki Stratejik Derinlik kitabında, Kemalist kadroların inisiyatif almaktan çekindiğini ve Osmanlı’da bulunan stratejik aklın Brüksel’e teslim edildiğini söyleyen Ahmet Davutoğlu’dur.

Buradaki ilk sorun Türkiye’nin geçmişte Batı’yla uyum içinde, onun isteklerine uyan bir ülke olarak temsil edilmesinde. Darbe yönetimleri hariç, Batı sistemiyle en uyum içinde hareket eden iki hükümet Menderes ve Özal’dı, ikisi de Kemalizm ile sorunluydu. Dahası AKP kendisini bu geleneğin uzantısı olarak tanımlamaktan çekinmez. Kaldı ki, Türkiye altı yıl Yunanistan’ın NATO’ya dönüşünü veto edebilmiş, ABD ambargosuna karşı İncirlik üslerinin bu ülke tarafından kullanımını askıya alabilmiştir. Türkiye’nin AKP öncesi dış politikasında önemli sorunlar vardır ama bunun merkezinde uysal ve uyumlu bir müttefik olmak yoktur.

Bu iddianın ikinci boyutu da en az bu kadar sorunludur. Bir defa, iktidara geliş dinamikleri artık çok iyi bilinen Erdoğan ve AKP Batı tarafından kollandı, Türkiye’yi neoliberal küreselleşmeye daha derinden entegre eden, bu yeni düzene uyduracak bir aktör olarak görüldü. Son dönemdeki sorun ve sıkıntıların nedeni Türkiye’nin yükselen bir güç olmasından değil, dış politikasındaki savrulmasından, diplomatik seçeneklerini tüketmesi nedeniyle askeri gücüne fazlasıyla ağırlık vermesinden, Doğu Akdeniz’deki stratejik dengeyi bozmasından, içeride otoriterleşmesinden ve S-400 füze sistemi almasından kaynaklandı. Bu başlıkların her biri uzun tartışmaları gerektirmektedir.

Türkiye’nin AKP döneminde dış politikasında “stratejik özerklik” kazandığı ve Batı’ya rağmen bir güvenlik ve dış politika çizgisi izlediği iddiası, tartışmaya açık, AKP çevrelerinin seçmeni etkilemeye yönelik bir göz boyamasıdır. Türkiye’nin bu dönemdeki eylemlerinin bu ülkenin tarihsel birikimi, objektif kapasitesi ve küresel sistemin dönüşümünden kaynaklanan nedenleri vardır. Benim bu konudaki iddiam, Türkiye’nin hem kendi kapasitesini, hem de küresel sistemin Türkiye gibi ülkeler için tanıdığı dış politikadaki özerklik alanını doğru, yerinde ve etkili kullanamadığı yönündedir. Bu görüşü bir sonraki yazıda tartışmaya devam edeceğim.

Tüm yazılarını göster