Yoksulluk, savaş, çatışma, ayrımcılık gibi sebeplerle günümüzde de süren kadınlara has sınırlararası hareketlilik, literatürde ‘göçün kadınlaşması’ kavramıyla ele alınan bir hareketliliktir, İkinci Dünya Savaşı’nın kenarında durabilmiş Türkiye’ye yıllar boyunca komşu ülkelerden çok sayıda nitelikli insan taşıdı. Bunların arasından çoğu kadın mesleklerini icra etmek yerine, arzu nesnesi olarak görüldükleri işler yapmak durumunda kaldılar.
Anadolu şehirlerinde böyledir. Yerleşime epey uzak bir muhitte, kiminde bir bağlık alan, kimindeyse bir su kenarında toplaşır erkekler tatil günlerinde yahut mesai bitip yavaştan karanlık çökmeye başladığında. Metruk bir bağ evi olur bazen gümrah yeşilliğin ortasında, bazen o da olmaz. Sererler yere birkaç kilim, yakarlar gaz lambasını/ışıldağı. Nevaleler çarşıdan alınmıştır. Başlarlar demlenmeye. İmkan bulurlarsa sazendeler, hanendeler de olur bu buluşmalarda. Bir vaat süzülür havada hanendenin raksından, bakışından. Demlenenlerin gözüne, göğsüne ilişir. Arzuları ateşler. Kaç-göç kaidesiyle bağlı hayattan birkaç saat çalınacaktır. Sair vakitler çoluk çocukla gidilen bu yerler, erkek meclislerine suç ortaklığı eder böyle vakitlerde. Oturak alemi yahut işret alemi denir bu buluşmalara. Edebiyata, sinemaya konu olmuşluğu çoktur.
İşte genç başkentte 1936’da faaliyete geçen Çubuk Barajı’nın omuz başına iki yıl içinde kondurulan Baraj Gazinosu böylesi eğlencelerin “medeni” usullerle yapıldığı bir mekan oldu uzun yıllar. Medeniyetin kurucu kadro nezdinde Batıya giden bir yol olduğunu hesaba katacak olursak, binanın tasarımını da Fransız bir mimar Theo Leveau’nun yapması şaşırtıcı değildi. Leveau, birçok meslektaşı gibi Avrupa’nın üzerinde dolaşan Nazi ruhundan kaçarak gelmişti Türkiye’ye. Gençlik Parkı’nın ardından Çubuk Barajı Gazinosu ikinci önemli eseriydi. ‘Medeniyet su kenarında kurulur’ düsturundan yola çıkan kadronun ilk projesi Gençlik Parkı büyük havuzu, çay bahçeleriyle capcanlı bir rekreasyon alanı olarak şehrin merkezinde yer alıyordu.
Baraj Gazinosu ise tarıma, sanayiye ve aydınlatmaya dinamo teşkil edecek bir altyapı yatırımının üstüne kurulmuştu. Müdavimlerine milli kalkınma hamlesinin biraz ürkütücü fakat ihtişamlı numunesini teşhir ediyordu. Üzerindeki mütevazı köprü ile iki yakasının birbiriyle birleşmesi sebebiyle, iddialı bir ifadeyle “Ankara’nın Boğaziçisi” olarak anılacak baraj alanı ve gazinonun alt tarafındaki geniş park alanı piknikçilere ve aylaklık etmeye gelen gençlere ev sahipliği yapıyordu. Şehri imar etmeye ve ülkeyi yönetmeye gelen dışarlıklıların İstanbul özlemi, bu örnekteki gibi, her fırsatta İstanbul’a yapılan göndermelerle su yüzüne çıkıyordu.
Barınma sorununun henüz çözülemediği ve az sayıdaki birkaç katlı apartmanın vekillerin, bürokratların, Leveau gibi yabancı misafirlerin ve diplomatların kullanımına sunulduğu Baraj Gazinosu, bırakın çağıldayarak akan baraj suyunu, baraj gölündeki küçük adacığı veya ağaçlandırılmış yürüyüş yollarını; yuvarlak pencereleri ve döner merdivenleri marifetiyle transatlantik formu verilmiş tasarımından dolayı başlı başına seyirlik bir unsurdu. Dans pisti dairesel, restoranı dikdörtgendi. Terasa yerleştirilmiş masalara oturanlar göldeki adacığı ve sandalla dolaşanları seyredebiliyorlardı. Gazino’nun menüsünü Ankara Palas’ın mutfağını da idare eden ekip hazırlıyordu. Bu bakımdan da alafranga bir mekandı. Şehre kuleli, garajlı, şömineli, limonluklu kübik, art nouveau vb. birçok yapı inşa edildikten sonra bile ayrıksı ve incelikli tasarımıyla cazibe odağı olacaktı.
Baraj’a ya özel otomobilinizle, ya şoförlerinden birinin kadın olduğu az sayıdaki taksiden biriyle ya da 1936’da çalışmaya başlayan belediye otobüsleriyle gelebilirdiniz. Ne de olsa şehir merkezine 10 kilometre uzaktaydı. Haliyle, şehirdeki az sayıdaki otomobilden birine sahip olanlar ile oldukça yüksek bir ücreti ödeyerek taksi tutabilecekler “Boğaziçi”nin gazinonun sahiplendiği yakasına, otobüsle gelenler ise karşıdaki gezinti şeridine yöneliyorlardı. İki kesimi birbirinden ayıran sadece sınıfsal konumları değildi. Karma sosyalliklerin ve içkili restoran kültürünün henüz yaygınlaşmadığı şehirde Baraj Gazinosu yerli halktan çok dışarlıklı sakinlerin uğrak yeri olabiliyordu. Akşam saatleri ve hafta sonları başta olmak üzere, çoğunlukla erkek misafirleri ağırlıyordu gazino. Bunun sebebi, özellikle hizmete girişinin ilk yıllarında kadrosunda yer bulan Avrupalı kadın müzisyenler, dansçılar ve tabii konsomatrislerdi. Bunların tümü “artist” kategorisinde anılıyordu.
İkinci Dünya Savaşı’nın bir kabus gibi çöktüğü 1939’da Gazino’nun yöneticiliğini yapan ve sonradan pek çok ünlü yazarı keşfedeceği Dost ve Seçilmiş Hikayeler dergilerini çıkaracak olan Salim Şengil, anılarında (Anılarda Kalan Portreler, H2O Kitap) Batı medeniyetine hayranlık duyanlar kadar mesafe koyanların da Batılı kadın prototipine kayıtsız kalamadıklarını ima ediyordu. Savaş sürerken bir işletmenin yabancı uyruklu çalışana sahip olması çok zordu. Casusluk ihtimalini ortadan kaldırmak için yapılan güvenlik soruşturmaları, yabancı sanatçıların sınırda veya başka şehirlere dağılmak için geldikleri İstanbul’da uzun süre bekletilmelerine neden oluyordu. Şengil, kolluk kuvvetleriyle, hatta bakanlarla kurduğu yakın ilişki sayesinde o yıl 26 yabancı kadın artisti ve şarkıcıyı istihdam edebilmişti. Aralarında akrobatlar, revü dansçıları, orkestra üyeleri, solistler ve konsomatrisler bulunan bu ekip, günlerinin çoğunu gazinoda geçiriyordu.
Bu kadınların çoğu tıpkı gazinonun mimarı Teo Leveau gibi savaştan kaçarak dünyanın çeşitli ve güvenli şehirlerine yayılmış, çok dil bilen genel kültür sahibi kimselerdi. Diplomatlar, yazarlar, sanatçılar, gazeteciler ve bürokratlarla ortak bir dil ve ahenk tutturabiliyorlardı. Zaten buna çok gerek de yoktu. Şengil’in anlattıklarına bakılırsa, Batı tarzı güzellik prototipinin çözemeyeceği dil yoktu. “Sokakları kadınsız” dedikleri bu şehirde dışarlıklı erkekleri avutan mekanların başında gazino geliyordu bu sebeple. Edebi kanon mensubu yazarlardan birinin “Macar kadanası gibi” diye tarif ettiği Macar konsomatrisler şehir merkezindeki barlardan çekilmişlerdi bir süredir. Bu sebeple bin bir zahmete katlanıp, belki ailelerine birtakım yalanlar da söyleyerek Baraj’ın yolunu tutmak şart olmuştu hali vakti yerinde erkekler için. Şengil’in anılarına bakılırsa, kıt kanaat geçinmelerine rağmen Orhan Veli, Nurullah Ataç ve Ahmet Muhip Dıranas da bunlar arasındaydı. Şehirden Çubuk tarafına müşteri akınını akamete uğratmamak için, çalışan kadınların ters yöndeki hareketliliği gazino yönetimince kontrol altında tutuluyordu. Otellerinden izin alarak çıkıyorlardı. Alışverişe gideceklerinde yönetim yanlarına birini veriyordu. Müşterilerle dışarıda buluşulursa müşteri onca yolu ve harcamayı göze alıp Çubuk’a gelir miydi hiç?
Gurbette hayatta kalmaya çalışan bu kadınların hayatlarını sınırlıyordu bu muamele. Üstelik bununla da kalınmıyor, denetim olduğunda veya üst düzey yöneticiler müşteri olarak geldiklerinde kendilerini gizlemeleri bekleniyordu. Şengil’e bakılırsa, dönemin konsomatrisleri uzun etekli tuvaletler giydiklerinden, kaçak konsomasyon yapmak zorunda kalan kadınlar kısa etekli elbiselerle, müşteriymiş gibi yaparak arz-ı endam ediyorlardı masalar arasında. Daha çok para kazanmak isteyen orkestra üyelerinin de konsomasyon yaptıkları oluyordu. Bazen de çalışma izni alamayan şarkıcılar, dansözler konsomasyona mecbur kalıyorlardı.
Yoksulluk, savaş, çatışma, ayrımcılık gibi sebeplerle günümüzde de süren kadınlara has sınırlararası hareketlilik, literatürde ‘göçün kadınlaşması’ kavramıyla ele alınan bir hareketliliktir, İkinci Dünya Savaşı’nın kenarında durabilmiş Türkiye’ye yıllar boyunca komşu ülkelerden çok sayıda nitelikli insan taşıdı. Bunların arasından çoğu kadın mesleklerini icra etmek yerine, arzu nesnesi olarak görüldükleri işler yapmak durumunda kaldılar. Eşleri veya aile bireyleriyle sandal sefası yapan kadınların arkalarına alarak poz verdikleri o gazinoda birçok Avrupalı kadın imalı sözler ve vaatkar bakışlarla hayatta kalmaya çabaladılar yıllarca.
Bu yazının ilk versiyonu Lavarla/Alternatif Ankara Hayatı’nın 2022’deki “Arşivde Kaybolduk” projesi kapsamında yayınlanmıştır. Nakışlı fotoğraflar Damla Sandal’ın işleridir. Fotoğrafların asılları VEKAM Arşivi’ndendir.