Bayramlık bir yazı veya Taliban ve inşaat severlik üzerine düşünceler
Bakalım bu konularda necip muhalefetimiz ne yapacak? Yurtdışına asker gönderme tezkerelerine daha önce olumlu oy verdiği gibi, Afganistan tezkeresine de olumlu oy verecek mi?
TATİL MUTLU VE HUZURLU DEĞİLDİ
Bayramda birbirimize mutluk, sağlık ve huzur diledik ama hiç de mutlu, sağlıklı ve huzurlu günlerden geçmiyoruz. Ülkenin üzerine tam bir karanlık çöktü.
Uzun bayram tatili can çekişen turizm sektörünün sorunlarına deva olabildi mi bilinmez ama, turizm hareketliliği için önlemlerin erkenden kaldırılması Covid salgınını yeniden azdırdı. Rusya ve Avrupa’dan çok daha agresif yeni bir korona virüsü varyantı ithal edilmesi ilgililerin umurunda değil. Önemli olan turist gelsin, ekonomi canlansın. Eylül ayından sonra yeni bir pandemi dalgasıyla karşılaşacakmışız, kimin umurunda.
Sadece Delta varyantlı korona virüsü değil hızlanan. Her yaz, özellikle gıda maddelerinin fiyatları düşerdi. Bu yaz fiyatlar düşmediği gibi, aksine gemi iyice azıya aldılar. Resmi kaynaklara göre yüzde onyedilerde seyreden enflasyon, gerçekte çok daha yüksek. Küçük bir azınlık dışında hayat pahalılığı kimseye nefes aldırmıyor. Hayat pahalılığının üstüne işsizlik de had safhada. Gelecek umudunu kaybeden gençler fırsat bulurlarsa kapağı yurtdışına atmaya çalışıyorlar. Giden yetişmiş gençlerimizin yerine Afganistan’dan kontrolsüz şekilde kafilelerle vasıfsız genç erkekler geliyor.
Bunlar mevcut dört milyon Suriyeli ve beş yüz bin Afgan göçmenin saflarına katılıyor.
İnsan hakları sicilimizi eleştiren Batı’nın en önemli temsilcilerinden Merkel’in gider ayak göçmenler konusunda iyi iş çıkardığımızı söyleyip bizi övmesi pek hayra yorumlanacak bir durum değil. Çıkarttığımız iyi iş nedir diye sorarsanız, göçmenleri para karşılığı Türkiye’de tutmak. Türkiye Suriyeleşecekmiş, veya Afganistanlaşacakmış kimin umurunda. Avrupa, bana gelmeyen düzensiz göçmen Türkiye’de bin yaşasın diyor.
Dış sorunların hepsini burada tartışacak değiliz ama, bayram tatilinde ön plana çıkan Afganistan ve Kıbrıs meseleleri hakkında aşağıda birkaç kelam etmeye çalışacağız.
Fiyatlar, işsizlik ve kaçak göçmenlerle beraber, çevre sorunları da aldı başını gidiyor. Önce Marmara’da müsilaj derken, Karadeniz’de ve başka yerlerde sel felaketleri can almaya devam ediyor. Sellerin esas sebebi müsilajda olduğu gibi devlet eliyle yürütülen/teşvik edilen doğa katliamı.
Sahil kasabaları bayram tatilinde aşırı kalabalıklaştığı için hiçbir yerde katı atıklar gereken şekilde toplanamıyor, ortalık çöplerden geçilmiyor.
Denizlerimiz de bundan nasibini alıyor. Kanalizasyon ve su şebekeleri yetmiyor, yeraltı su kaynakları artan kirlenmeye aldırılmadan hızla boşaltılıyor. Doğa, çevre, huzur gibi kelimelerin içi boşaldı. Sohbetlerde sadece söylemde hoşluk olsun diye kullanılıyor.
Ekonomik sıkıntılar nedeniyle bu yaz sıcağında evlerinde kalan halkın çoğunluğunun zaten tatil beklentisi yoktu. Onlar evlerinde günlük gaileleriyle baş başa zaman geçirdiler. Tatile gidenler de aşırı kalabalık, çevre ve deniz kirliliği, trafik yoğunluğu ve aşırı fiyatlar nedeniyle umdukları tatili yapamadan, stresleri biraz daha artmış vaziyette evlerine dönüyorlar. Dönünce yaşadıkları yerleri biraz daha pahalı, çevreyi biraz daha kirli, korona virüsü ise yeni varyantıyla çok daha azgın bulacaklar. Buna rağmen insanlar, doğaları gereği bir sonraki tatillerini hayal etmeye başlayacaklar. Oysa kötü gidişat durdurulamazsa, bildiğimiz Türkiye hızla ayaklarımızın altından kayıp yok olacak. Çocuklarımıza kalmayacak.
TÜRKİYE HIZLA SEÇİM SATHI MAİLİNE GİRİYOR
Türkiye bu çok yönlü sıkışmışlıktan ancak bir iktidar değişikliği ile çıkabilir. Seçim baskısı iktidarı zorluyor, Türkiye hızla seçim sathı mailine giriyor.
İktidarın seçim hazırlıkları çoktan başladı. Seçim iktidar için kendisine en elverişli tarih ve şartlarda yapılacak. En son torba yasa içinde geçirilen üç yıllık OHAL kararı seçimin hangi şartlarda yapılacağını gayet güzel ifade ediyor. Bundan sonra sırada yeni seçim kanunu, basın (kaldı mı?) ve sosyal medya düzenlemeleri, HDP’nin kapatılma davası, fezlekeler vs. var. Yüksek Seçim Kurulu’na yapılan atama işin yargısal cephedeki tahkimatının tamamlandığını muştuluyor. Bir de kayıp silahlar, paramiliter gruplar ve eski bekçilerle hiç ilgisi olmayan kahverengi gömlekliler var. Ama yokuş aşağı yuvarlanma bir kez başlamayagörsün, bunların hiçbirinin iktidar sahiplerine çare olmadığı kesin. Bu konuda dünyada o kadar çok örnek var ki. O yüzden karamsarlığa gerek yok.
Türkiye’nin yeniden rotasına oturtulması ve kaldığı yerden bu kez doğru istikamete yönelmesi için muhalefet cephesinin asgari müştereklerde birleşerek uyumlu hareket etmesi gerekiyor. Ondan sonra yapılacak çok iş var. Türkiye artık eski fabrika ayarlarıyla yola devam edemez. Doğru istikamette yol alması için esaslı bir reform sürecinden geçmesi gerekiyor. Ama önce iktidar değişikliğinin gerçekleşmesi lazım. Bunun için kilit parti konumundaki HDP’ye yaklaşım çok önemli. HDP’nin milliyetçi-şoven anlayışlarla, İYİ-P içindeki bir kesim ve benzerleri tarafından dışlanmaya çalışılması hüsran getirir. Bu tuzağa düşmemek icap ediyor.
Daha önce tartıştığımız bu konuyu daha fazla uzatmadan burada noktalayıp, iktidarın seçim hazırlıklarında Afganistan ve Kıbrıs’ın önemine dair düşünce ve öngörülerimizi sunalım.
AFGANİSTAN VE KIBRIS’IN SEÇİME GİDEN ORTAMDA ÖNEMİ
Kabil Havaalanı’nın güvenliğinin Türkiye tarafından üstlenilmesi meselesi, 14 Haziran’daki Biden-Erdoğan görüşmesine kadar beklenmiyordu. Bu görüşmede dikkatler daha ziyade S-400 krizi, CAATSA yaptırımları ve Biden’ın 24 Nisan açıklamasının üzerineydi. Oysa bugünden geriye baktığımızda, bu konunun Amerika ile Türkiye arasında teknik düzeyde daha önce ele alınmış ve üzerinde mutabık kalınmış olması gerektiği hatırımıza geliyor. Kabil Havaalanı resmi sıfat sahibi Amerikalıların yaptıkları açıklamalara göre ABD Büyükelçiliğinin Afganistan’da kalabilmesi için yaşamsal önemde. Başka bir ifadeyle, Afganistan’daki ABD varlığı için bu havaalanı nefes borusu görevi görecek. İleride işler kötüye gider ve Kabil Taliban’ın eline geçerse, Vietnam’daki son ABD askeri Saigon Büyükelçiliğinin çatısından nasıl ayrıldıysa, Afganistan’daki son Amerikalı da o şekilde Türk askerinin sağlayacağı güvenlik tedbirleri sayesinde Kabil’den ayrılacak.
Cumhurbaşkanı Erdoğan, Taliban’ın daha baştan itibaren itiraz ettiği bu riskli göreve ABD’nin övgüsünü almak veya pek haz etmediği NATO dayanışması için talip olmadı herhalde. Erdoğan basına da ifade ettiği gibi Kabil Havaalanı misyonunun karşılığında ABD’den diplomatik ilişkilerde Türkiye’nin yanında olmasını istiyor. Diğer bazı talepleri de var ama esas talebi bu. Yani üzerindeki CAATSA, S-400, Halkbank baskılarının hafiflemesini, seçimlere kadar ekonomik ve diplomatik olarak nefes almak istiyor. Biden bunları yapar mı, kuşkulu ama, Cumhurbaşkanının kafasında Kabil Havaalanı’nın yaklaşan seçimlerle çok yakından ilgisi olduğunda tereddüt yok.
Kabil misyonu Türkiye’yi Afganistan bataklığının içine çekecek. Herkesin ayrıldığı Afganistan’da Taliban’la Türkiye’yi karşı karşıya getirecek, Mehmetçiğin hayatının tehlikeye atılmasına neden olacak. Türkiye’ye aralarına çok sayıda teröristin de karıştığı binlerce ilave Afgan göçmenin gelmesine sebep olacak. Bunların ulusal çıkarlarımızla bir ilgisi olamaz.
Oysa Cumhurbaşkanı Erdoğan biz faniler gibi Kabil Havaalanı misyonunda risk ve tehlike görmüyor. Bu konudaki düşüncelerini 20 Temmuz törenleri sırasında Kıbrıs’ta ifade etti. Erdoğan laik Türkiye Cumhuriyeti’nin uluslararası temellerinin atıldığı Lozan Antlaşmasını 98. yıldönümüne rastlayan günlerde, “Taliban ABD ile nasıl görüşüyorsa, Türkiye ile daha rahat görüşebilir, çünkü Türkiye ile onun inancı ile alakalı olarak ters bir yanı yok” deyiverdi. Taliban’a duyulan muhabbet, mezhepçilik ve İhvancılık'ta yeni bir aşamaya işaret ediyor. Ama gerçek hayatta bunların karşılığı yok. Ne İhvan’ın ne Taliban’ın inancı halkın ekseriyetine uymaz. Bu gömleği zorlayanlar kendileri zor duruma düşecekler. Ayrıca, Taliban da din kardeşliği uğruna Türk askerini Kabil’de kabul etmez. Taliban’ın, ABD ayrıldıktan sonra Türk askerinin Afganistan’daki varlığını yabancı işgal gücü olarak göreceğini açıklaması, umarım ayaklarımızın suya ermesini sağlar.
Türkiye mezhepçi, ideolojik dış politika anlayışından bir an evvel kurtulmalı. Başta Atatürk olmak üzere, Cumhuriyet’in kurucularının ruhları şad olsun, ulusal çıkarları esas alan laik dış politikanın önemi iktidarın her adımında bir kez daha ortaya çıkıyor.
KIBRIS’TA MÜJDE SOSLU MARAŞ KRİZİ
Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın günler öncesinden ilan edilen Kıbrıs müjdesinin altından inşaat çıktı. İktidara yakın inşaat lobisi çok sevinmiştir herhalde.
Sayın Erdoğan, Kıbrıs Türklerinin şu ana kadar parlamento binası ve Cumhurbaşkanlığı binası olarak kullandıkları binaları “İngiliz gecekondusu” diye küçümseyerek ihtişamlı bir külliye, parlamento binası ve millet bahçesi müjdesi verdi. Bu müjdeyi, daha iki ay önce Cenevre’de iki toplumlu federal devlet yerine iki devletli çözüm yolu önerildiğini unutarak, bağımsız bir devlet olarak tanıdığımız KKTC’nin Meclisi’nde, KKTC Cumhurbaşkanı’nın önünde verdi. Ama meydan sadece biatçılara ait değil. Cumhurbaşkanının müjdesini açıkladığı meclis oturumu, muhalefet milletvekilleri ve eski Cumhurbaşkanları Talat ve Akıncı tarafından Sayın Erdoğan’ı protesto etmek için boykot edilmişti.
Ama Kıbrıs Türk muhalefetinin ve Kıbrıs Türklerinin tercihleri Türkiye tarafından ne kadar kaale alınabilir ki? İki devletli çözüm için Kıbrıs Türk halkının onayını almayan Türkiye, külliye inşaatı veya başka bir karar için mi onay alacak?
Türkiye’nin Kuzey Kıbrıs’ın içişlerine müdahale etmesi yeni bir durum değil. Ama şimdiye kadar kararlar görüntüde de olsa danışılarak, ortak alınıyordu. Yeni olan, Kıbrıs Türklerinin tercihlerine saygı gösterilmeden kararların en kaba şekilde empoze edilmesi. Benzer çarpıcı bir durum, KKTC Anayasa Mahkemesi’nin kısa süre önce aldığı denetimsiz kuran kursu yasağına Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın gösterdiği tepkide de yaşanmıştı. Erdoğan sert sözlerle KKTC Anayasa Mahkemesini Türkiye ile uyumlu hareket etmeye davet etmişti.
KKTC’ye yönelik bu tavırlar, Türkiye’nin Kıbrıs politikasının inanırlığını iyice bitirirken, Cumhurbaşkanı Tatar’ın Türkiye’nin desteğinde, Maraş’ın yüzde 3,5’nin iskana açılacağına ilişkin sözleri tam tuz-biber etkisi yaptı. Türklerin Maraş olarak adlandırdığı, bir zamanlar Rumlara ait Magosa’nın en önemli turizm tesislerinin bulunduğu Varoşa bölgesi, 1974 harekâtından beri boş tutuluyor. Maraş’ın sahiplerinin dışında iskana açılmaması hakkında BM Güvenlik Konseyi kararları varken bir süredir bu bölgenin statüsünün değiştirilmesine yönelik açıklama ve uygulamalar, bir kaşık suda fırtına yaratmaktan başka bir amaca hizmet etmez.
Tatar’ın Maraş beyanının hemen akabinde BM Güvenlik Konseyi’nden bir kınama açıklaması geldi. Açıklamada Tatar ve Erdoğan isim verilmeden eleştirildi. Açıklama her ne kadar Güvenlik Konseyi Başkanlığı adına yapılsa da, daimî üyeler ABD, Rusya, Çin, İngiltere, Fransa’yla beraber, AB ve Hindistan’ı karşımıza almayı başardık. Ortaya çıkan resim şöyle: Bir tarafta Düveli Muazzama, diğer tarafta Kıbrıs Türklerinin hakları için mücadele eden Türkiye ve lideri Erdoğan var. Maraş iskana açılmasa da olur. Önemli olan düşük riskli bir kriz karşılığında böylesi bir imajın yaratılmış olması. Bu krizin devamı da gelebilir. Bu kez BM Güvenlik Konseyi kınama, hatta yaptırım kararı alabilir. Risk düşük olduğu sürece bunlar sineye çekilebilecek durumlar. Kriz inişli çıkışlı şekilde seçim süreci boyunca devam eder, dış düşmanla mücadele eden iktidar, milliyetçi seçmen nezdinde bundan nemalanır.
Bakalım bu konularda necip muhalefetimiz ne yapacak? Yurtdışına asker gönderme tezkerelerine daha önce olumlu oy verdiği gibi, Afganistan tezkeresine de olumlu oy verecek mi? İki devletli çözümü desteklediği gibi, Maraş’ın iskana açılması politikasını da destekleyecek mi? Yoksa bu oyunları bozabilecek dirayeti gösterebilecek mi?
*Emekli Büyükelçi