Akraba WhatsApp grubuna Kadir yazdı: “Uyanık Sokak’taki herkesin
mutlaka bir anısı olan ev artık yok” diye. Fotoğraftaki boşluğa bir
bakışta anladım: Baytarın Evi yıkılmış. Önce yan binada izi kalan
odaların hayalinde gezindi gözlerim. Tekrar evi ve içindeki hayatı
gözlerimde canlandırmaya çalıştım. Büyük demir kapıyı açınca
girilen sofada yemek yiyen kalabalık aile canlandı gözümde. Yazın,
ardına kadar açık duran bu kapıdan sokakta yürürken bile onları
görmek mümkün olurdu. Sağdaki küçük oturma odasında kış günleri
tıklım tıkış oturan aile üyelerini, soğuk odada büyüklerin
kıyafetlerini giyip odaya doluşarak onları güldürmeye çalışan
çocukları, bizi hatırladım. Sonra arkadaki hep loş yatak odası.
Onun yanındaki mutfağın, duvardaki izi bile kalmamış. Bahçeye iki
basamakla inilen mutfakta maşinganın fırınında o unutulmaz
patlıcanlı böreklerini pişiren anneannemi hatırladım. Mutfağın
kapısının önünde sofadan dönerek yukarı çıkan mozaik taş merdiven.
Onun ince demir tırabzanından filmlerdeki gibi kaymak için ne
uğraşırdım. Ama sonuçta bir konak merdiveni değildi bu, korkuluğu
da öyle… Üst katta merdivenin hemen karşısında banyo vardı,
anneannemin kaynar sularla bizi yıkadığı kurnalı, bakır
termosifonlu banyo. Onun yanında ev sahiplerinin bazı eşyalarının
durduğu kilitli oda. Tabii ki kilitli kapısı açılıp gizemi çoktan
ihlal edilmiş bu odayı çocuk merakımla karıştırmış, eski kitap
sandığının altını üstüne getirmiştim. Orada bulduğum Shakespeare
oyunlarının özetlerini içeren bir kitap, kültür hazinemde hâlâ
hatırladığım müstesna bir yer edinmiştir kendine… Hemen yanındaki
küçük oda ise küçük dayımın odasıydı. Müzik, erkek dergileri ve
özendiğim pek çok şeyin olduğu yer. Onun karşısındaki büyük salon
hiç kullanılmazdı; büyük dayımın nişanı burada yapılmıştı ve ondan
yıllar sonra Kadir’in sünneti de… Çocuk aklımda kalan söylentilere
göre annemin anneannesi, o nişan günü pastayı fazla kaçırdığı için
şeker komasına girmiş, birkaç gün sonra ölmüştü.
Anneannemlerin yaşadığı Uyanık Sokak’ın en büyük eviydi burası.
Varlıklı bir aileden gelen Baytar Mustafa gittikten sonra,
kalabalıklaşan başka aileler burada kiracı olarak oturdu.
Anneannemler taşındıktan sonra amcamlar da bir süre burada
oturmuştu. Yıllarca anlatılan komik hikayeler, en acı aile
hatıraları, kalabalık buluşmaların şenliği, sıcak yaz öğlenlerinin
miskinliği, kara kışın sobalı geceleri hep bu evin hatıraları
içinde. Benim dayımın sırtında, elimde Nazım Hikmet’in Sevdalı
Bulut’uyla bir çocukluk fotoğrafım var. Bu evin oturma
odasında çekilmiş olmalı.
Cevatpaşa Mahallesi, Yahudilerin yoğunlukta olduğu bir yermiş.
Mübadeleyle gelen göçmenlere, mahallenin bir ucundaki boş alandan
arsalar verilmiş ve sanıyorum Uyanık Sokak böyle oluşmuş.
Çanakkale’nin tek sinagogu, bizimkiler ona Havra derdi, Uyanık
Sokak’ın birkaç yüz metre ilerisindeydi. Ben çocukluğumda hiç
Yahudi tanımadım, çoktan göçüp gitmişti herkes. Yüksek duvarlarının
arkasından sadece çatısı görülen Havra çocukluğumuzun en gizemli
yerlerinden biriydi; oraya girip çıkan birkaç yaşlı insanı hayal
meyal hatırlıyorum.
Anneannemin, dedemin bütün komşuları Balkanlardan bir yerlerden
gelen göçmenlerdi. 1950’lerde dedem Şerife Hanım teyzelerin evinin
bahçesini, bir evlik arsa olarak satın almış ve doğramalarını
elleriyle yaptığı inşaatı bitirip buraya taşınmışlar. Daha sonra
evin üstüne bir kat daha çıkmış. Kapısı dışarı sarkan ipi çekince
açılan, neredeyse hiç kilitlenmeyen 50 metrekarelik o evin ikinci
katında kendileri oturur, birinci katı da kiraya verirlerdi. Bir
dönem, çocukları iyice büyüyünce kendi evleriyle aynı yıl yapılan,
sahipleriyle yıllarca komşuluk ettikleri Baytarın evine
taşınmışlardı. Şerife Hanım’ın kocası Hasan Taş (ona böyle denirdi)
dedemin fabrikadan arkadaşıydı. Dedem marangoz, Hasan Taş fabrika
berberi… Bir diğer yanlarında bahçe içinde derme çatma bir evde
diğer Şerife Hanım teyzeler otururdu. Karıştırmamak için Şerifeler,
‘Kamil’in Şerife’ ve ‘Hasan Taş’ın Şerife’ diye anılırdı; onların
lakabı kocalarının isimleriydi. Karşıda yüksek duvarların arkasında
gizemli büyük bahçede Ramiz Beyler, onların yanındaki mahallenin
ilk apartmanlarından birinde balkonda oturup sigarasını içen biraz
daha alafranga bir kadın olan Hüsniyeler, onun yanında Hüsniyelerin
akrabası olan benim çocukluk arkadaşım Şerefler otururdu. Ailesi
Girit göçmeni olan Şereflerin evi de tek katlıydı, önünde çok alçak
bir duvarla çevrilmiş küçük boşluk, biz çocukların en sevdiği oyun
alanlarından biriydi…
Bu mahallenin bütün evleri zamanla yıkıldı ve yerlerine
apartmanlar yapıldı. Şerife Hanımların (Kamil’in) evinin yerine
yapılan apartmanda evlendiklerinde büyük dayımlar oturdu mesela…
Baytarın evi ise 1950’lerde oluşan o mahalleden kalan son
hatıraydı. Herkesin birbirini tanıdığı, kadınların kapıların önüne
kilim serip oturup lafladığı, sadece iki arabanın park ettiği,
neredeyse çocuk gruplarına emanet, toz toprak içinde oradan oraya
koşturduğumuz, evlerin iki üç basamaklı merdivenlerinde, küçük su
birikintilerinde, kum yığınlarında kendimize dünyalar inşa
ettiğimiz Uyanık Sokak’tan söz ediyorum.
Bu yazıyı tabii ki nostaljinin tatlı hüznüne dalmayı sevdiğim
için yazdım. Biraz da o eski insanların hatırası unutulmasın diye.
Ama biliyorum ki, herkes için bir ‘Baytarın Evi’ var. Doğduğunuz
ev, çocukluğunuzun geçtiği yerdeki o eski bina, okuduğunuz okul,
sokağınızdaki o son eski apartman… Gözlerinizin önünde birer birer
yok olan, bir daha geldiğinizde yerinde bulamayacağınızdan
korktuğunuz, korktuğunuz başınıza gelince içiniz cız eden mekanlar…
Burası doğduğu evi çocuğuna gösterebilenlerin nadirattan olduğu bir
ülkedir. İçinde yaşadığımız, önünde oynadığımız mekanların yok olup
gitmesini çaresizlikle izleriz. Hatıra mekanlarının durup
dinlenmeden yok olduğu bir ülkede, çehresi her kuşakla birlikte
tamamen yenilenen kentlerde yaşamanın duygusal yorgunluğu içindeyiz
hepimiz. Şairlerin bize hüznü bu kadar yakıştırmasının da geçmişe
özlem duygusundan bir türlü kurtulamıyor olmamızın da sebebi budur
bence.