İlk gün tam olarak ne olup bittiğini hatırlamıyorum. Sudan çıkmış balığa dönüyor insan. Koğuşa git, ranzayı bul, dolabı yerleştir derken zaman hızlı geçti sanırım. Tabii, yüzme havuzu ya da jakuzi var mı yok mu diye bakınanlar olmuş mudur; olmuştur mutlaka! Zira bedelli askerlik yapan yiğit silah arkadaşlarımın bir kısmı bu potansiyele sahipti!
Deneyimli olanlar, "Akşam saat en geç yedide uyursunuz zaten" dediğinde yadırgamış, pek bir anlam verememiştim. Doğru söylüyorlarmış! Sabah saat beşte uyanıp akşama kadar yorulunca, koğuşa gelir gelmez uyumak dışında bir şey düşünemez oluyor insan. Ayrıca uyumadığınızda yapacak başkaca bir şey de yok. Bir arada kalan 138 erkekten söz ediyorum. Uyku son derece kullanışlı bir kaçış yoluydu.
Sabah beşte kalkıp ne yapıyorduk peki?
İçtima...
Askerlik benim ya da tahmin ediyorum diğer bedelliler için büyük ölçüde ‘içtima’ anlarından ibaretti. Günde üç kez topluyor, sıraya diziyor ve sayıyorlardı. Hizanın düzgün olması, enseden alınması ve herkesin sıra kendisine geldiğinde yana bakarak kendi sıra sayısını söylemesi, işin özüydü. İnsan garip bir biçimde heyecanlanıyor! Başınızı biraz yana çevirip bağırarak ‘yirmi altı’ diyorsunuz ve kendinizle gurur duyuyorsunuz o anda. Oradaki atmosfer, küçük şeylerden mutlu olmayı öğretiyor insana! Günde üç kez sayılıyorduk ve her sayım yaklaşık yarım saat sürüyordu. Hiç kimse buharlaşmadığı için sayı her zaman aynı çıkıyordu. Diyelim sırayı biraz bozdunuz, hemen bir komutan gelip yalandan fırça atıyor. Bağırıyor size ama çok da bağırmıyor, çünkü bedellisiniz! Zaten herkesin birbirine sürekli ve her iş için bağırdığı bir ortam. İşin raconu bu anladığım kadarıyla. Normal ses tonuyla söyleseniz karşıdaki anlamayabilir diye düşünüyorlar belki de. Biraz da sanırım erkeklik halleri ve disiplin gereksiniminden. Full Metal Jacket adlı filmi seyretmişsinizdir. "Hayır" diyorsanız, öneririm. Filmdeki gibi, sürekli ve yakın mesafeden yüksek sese maruz kalıyorsunuz. Komutan sizinle bağırarak konuşunca, siz de sesinizi yükselterek cevap veriyorsunuz haliyle. Bir de, komutanın her söylediğine "emredersin komutanım" diyerek karşılık verme ilkesi vardı. Rica ederim, teşekkür ederim gibi ifadeler, söz konusu değildi tahmin edebileceğiniz gibi. Olmaz gerçekten, tuhaf kaçar o ilişki ağı içinde...
Bedelli askerlikte TSK mensupları ve uzun dönemler açısından sorun, ne yapmaları gerektiğini tam olarak bilememeleriydi. Asker deseniz, tam olarak değilsiniz. Buna mukabil oradasınız. Atsan atılmaz satsan satılmaz hâldesiniz yani. Yirmi sekiz gün boyunca bizimle ne yapacaklarını tam manasıyla bilemediler hakikaten. Bir yandan, bir askerin bilmesi gereken her şeyi öğretmeye çalışıyorlar, diğer yandan bunun boş bir çaba olduğunun da farkındalar. Daha doğrusu, öğretip ne yapacaklar?
Belki doğru ifade şu olabilir: Koskoca birlik, bizi kazasız belasız ‘atlatmaya’ çalıştı dört hafta süresince. Günde üç kez içtima alanında bir araya gelip sayılmak, tamam. Mesele, arada kalan saatleri nasıl dolduracaksınız! İlk hafta sorun olmadı, çünkü yemin törenine hazırlandık. Şaka değil, epey sıkı bir hazırlıktı ve yemin günü geldiğinde artık her birimiz en yüksek ses tonumuzla yemin edecek kıvama gelmiştik. Hem de ailelerimizin önünde. Bu da şaka değil! Çoğumuzun ailesi geldi yemin törenine ve hep birlikte duygulandık...
Yeminden önce miydi yoksa hemen sonrasında mıydı, hatırlamıyorum, bir de silah dağıttılar. Kalaşnikof tüfek! Terhis olana dek o tüfekle yatıp kalktık. Hayatımda ilk kez bir silaha dokunuyordum ve o silah kalaşnikoftu. Hızlı başladım anlayacağınız! Peki silahları dağıttıkları an, koğuşta ne oldu dersiniz? Sonraki günlere de damga vuracak olan ergenlik, daha ziyade oğlan çocukluğu hâlinin ilk görünür olduğu andı. Çoğu yiğit bedelli, silahı eline alır almaz birbirine doğrulttu ve oyun oynamaya başladı. İş heriflerinden, kaymakam, akademisyen, yargı mensuplarından söz ediyorum. Erkek çocuklarının kahir ekseriyetinin, ergenlik zamanında ne yapacaklarını bilemedikleri enerjilerini, anormal hareket ve sözlerle atma çabaları vardır. Korkunçtur hakikaten, hem yaşayan hem de yaşatılanlar için. Manasız şakalardan biri de, tuhaf sesler çıkararak hemcinsine el hareketi çekmektir. Yapmak değil, çekmek! İşte kendilerine otomatik tüfek dağıtılanlar, birbirlerine doğrulturken o seslerden çıkarıyordu. Tabii, "Yapmayın etmeyin, şeytan doldurur" gibi uyarıların hiçbir faydası olmadığını tahmin edersiniz.
Söz konusu ergen tavrı, üç hafta boyunca devam etti. En belirgin olduğu anlar, genellikle ‘Bir iş verildiği’ zamanlardı! Ne demek bu, diyeceksiniz haklı olarak.
İçtima anları dışında, kalan yaklaşık on iki saat boyunca, sizinle ne yapacaklarını bilmeyen insanların komutasındasınız. Örneğin, silah eğitimi, esas duruş/sağa sola dön eğitimi, ders anlatımları, spor saati, yemek saatleri... Bunların tümünü gerçekleştirdikten sonra da ‘zaman’ kalıyordu. İşte o zamanı boş geçirmememiz için, mutlaka bir şey bulunuyordu. Örneğin bir gün, genişçe sahanın bir köşesine götürdüler ve oradaki inşaat taşlarını, yaklaşık elli metre kenara taşımamızı söylediler. Biz de taşıdık. Bunu neden yaptığınız üzerine düşünmemeniz, soru sormamanız gerekiyor. Çünkü askerlik dediğin, büyük ölçüde ‘sorgulamamak üzerine’ kurulu bir yapı. Bir tür milli eğitim gibi! Ancak ayakkabı bağcığı kadar değeriniz olduğunu düşüneceksiniz ki, her emre koşulsuz itaat edebilesiniz. Oradayken bu mekanizmanın nasıl işlediğini yakından görüyor insan ve bana kalırsa azımsanmayacak bir deneyim. Sorgulamamanız gereken işlerin size emrediliyor oluşunun ‘nihai’ bir amacı var.
Misal, bir diğer gün, "Hadi alana çıkıp izmaritleri toplayın" diyorlar. Çıkıp topluyorsunuz. Öyle boş bir iş yapıyorsunuz ki, bunun lüzumsuz olduğu düşüncesi ağır geldiğinden, en iyi izmarit toplayan olmak için çaba harcıyorsunuz! Toprağı, şahin gözlerle tarayıp tek bir izmarit bırakmamak. Hatta, kısa ve uzun olarak, ayırarak toplamak! Verilen görevi layıkıyla yerine getirmek. Akademisyen titizliğiyle!
Ya da diyelim, ‘ders’ zamanı. Bizi kocaman bir salona doldurdular ve düşük rütbeli bir komutan gelip ‘inkılap tarihi’ anlatmaya başladı. Programda o var çünkü. Üç beş dakika sonra yaptığı iş anlamsız gelmeye başlayınca vazgeçip askerlik anılarını aktarma faslına geçti. Bir başka ‘an,’ spor saati. En matrağı oydu bana kalırsa. Yaşını başını almış, bir kısmı gayet kilolu yüzlerce herifi spor alanına yürütürken, komutanlık binasının önünde hafifçe koşturup sonrasında yürütmeye devam ediyorlardı, çünkü koşarsak can vermememizden endişeleniyorlardı! Spor alanına gidince, bizi ortaya bir yere yayarak oturtup "Şimdi bir saat sohbet edin, ne yaparsanız yapın ama sakın spor yapmayın" dediler. Canım sıkıldığı ve spor istediğim için, her seferinde başımızdaki komutana gidip ‘spor özel izni’ alıyordum. Spor saatinde! Nasıl da her şey ‘Türkiye gibi’ değil mi...
Ve tabii, yemek anları! Sinir bozucuydu. Yemekler değil, yemekleri beğenmeyenler ve yemekhanedeki işlerden kaytarmak için her şeyi yapanlar. Aziz milletimizin nadide örneklerinin, en basit işten kurtulmak için yapmayacağı hiçbir şey olmadığını görmek moral bozucuydu. Azımsanmayacak sayıda bedelli, oraya gelirken kendilerine kuvvet komutanlığı vadedilmiş de sonradan kandırılıp er yapılmışlar ruh halindeydi. Malumunuz, bu, bir ömür sürebilen bir duygu olabiliyor toprağımızda. Tabldot kuyruğunda şikâyet, yemeklerden şikâyet, masa temizliğinden ve dönüşümlü bulaşık yıkamaktan, salonu süpürmekten şikâyet... Her bir iş için sıra haftada bir iki kez geliyordu zaten ve o işi yapmadığımızda katılacağımız bir holding toplantısı ya da gideceğimiz sinema da yoktu! Boş anlarında, kol kola girip yürüyerek saçma sapan sohbetler yapmak dışında pek bir merakı olmayan erkek kalabalığı, yapmaları gereken en basit işi dahi doğrusu, ‘kadın işi’ görüyordu. Türkiye’de ortalama erkeğin bu halde oluşunun sosyokültürel gerekçeleri var elbette ama biraz da anne ve eş davranışı hatası desek, herhalde çok yanlış olmaz. Bir akşam, koğuşta düğmesi kopan bir arkadaşın o düğmesini dikmek için harcanan toplu çabanın başkaca bir açıklaması olabilir mi! Annelerinin yakışıklıları, eşlerinin biricik aslan kocaları ve evlerin direkleri, bir ipliği iğne deliğinden geçirmeyi öğrenmeye gerek duymamıştı belli ki... Vahimdi bu haller, çok vahim...
Bu arada yemeklerin beğenilmediği, sürekli eleştirilen ortamda, muhtemelen yaşamlarının en iyi beslendikleri dönemini yaşayan çok sayıda gariban er olduğunu da unutmamalı. Yüz kızartıcı görgüsüzlüklerdi tanık olduklarımız. Bir öğlen, içtima esnasında konuşma yapan komutanlardan biri, sırf nezaketten bir ihtiyacımız olup olmadığını sorduğunda, adamın biri çıkıp “Komutanım, para toplayıp kantine earl grey çay almak istiyoruz,” dedi. Böyle bir düzeyden söz ediyorum. Konuşma yapan adamcağızın sabrını hâlâ takdirle hatırlıyorum.
Nasıl özetleyebilirim, daha fazla uzatmadan...
Aslında askerlik yaptığını düşünmeyen, buna mukabil askerlik yapan ve askerlik hakkında hiç olmazsa genel bilgi edinen, her tabakadan ve eğitim düzeyinden insan. Yaptıklarını fazla önemsemiyorlar ve zamanın bir an önce dolmasından gayrı dertleri yok. O dört hafta boyunca temel hedefleri, hemen her işten kaytarmaya çalışmak. Oradaki er çocukların ne yaşadığı, pek azının umurunda. Yargı mensuplarına bakıp yargılananlara, kaymakamlara bakıp kamuya, akademisyenlere bakıp öğrenciye, tüccara bakıp müşteriye, erkeklik hallerine bakıp kadınlara üzülüyorsunuz.
Toplamı, Türkiye ortalaması hakkında epey bilgi veriyor...
Ben işitmedim, veda konuşmasında bölük komutanı, “Bir savaş çıkarsa sizi askere çağırabilirler, Allah bu ülkeyi size muhtaç etmesin,” demiş. Çok güldüm duyunca ve adam kesinlikle haklıydı!
Umulur ki, askerlik hizmeti daha rasyonel bir düzenlemeye kavuşsun, talep edenler düşünülerek vicdani retçilik tanınsın ve bedelli askerlik uygulaması terk edilsin. Bir bedelli asker olarak, bedelli askerliğin hiç iyi bir şey olmadığı kanısındayım. Hiç olmazsa, riyakârlık tarihimizin ‘bir’ sayfası kapanmış olur...