İlk filmi “Az én XX. Századom” ile 1989'da Cannes'da, ikinci
filmi “Büvös vadász” ile 1994'te Vedenik'de yer alan; 1999 tarihli
“Simon mágus”tan sonra bir kısa film, bir belgesel ve bir
televizyon dizisi dışında kamera arkasına geçmeyen Macar kadın
yönetmen Ildikó Enyedi’den etkili bir geri dönüş. 17 yıl sonra
yeniden uzun metraj çeken Enyedi’nin “Beden ve Ruh” filmi geçen
şubat ayında Berlin’de Altın Ayı ile ödüllendirildi. İstanbul Film
Festivali’ne de konuk olan film bugünden itibaren sinemalarda da
yerini alıyor.
“Beden ve Ruh”un dikkat çekici üç özelliği var. İlk ikisi
karakterleri, üçüncüsü de karakterleri bir araya getiren mekan.
Önce mekandan bahsetmek lazım. Filmin ana mekanı bir mezbaha. Gün
boyu özenle büyütülmüş büyükbaş hayvanların kesilip et haline
getirildiği, insanların böyle bir ortam içerisinde çalıştığı bir
yerdeyiz ve filmin ‘beden’ ile ilişkisinin arka planında mezbaha
olduğu fikri sürekli kendisini hissettiriyor. Endre bu şirketin
finans müdürü. Nasıl olduğunu öğrenemiyoruz ama bir kolu engelli.
Bu engelini biraz yetenekleri ama daha çok da pozisyonunun ona
sağladığı olanaklar sayesinde aşıyor. İş görüşmesine gelen Sanyi
isimli bir adamla olan arızalı ilişkisi bunun kanıtı olarak
duruyor. Sanyi’nin neredeyse kusursuz bedeni iş için fazlasıyla
uygun olmasına rağmen onu işe almak istemiyor. İşe başladıktan
sonra da sürekli onu gözlüyor ve aslında kendi eksiğinin acısını
ondan çıkarmaya/ ona yüklemeye çalışıyor. İlerleyen bölümlerde
Endre’nin yalnız bir adam olduğunu da fark ediyoruz.
HASTALIKLI DERECEDE ASOSYAL
Maria ise şirkette kalite kontrol müdürü olarak başlıyor.
Hastalıklı derecede asosyal birisi olduğu için güzel olmasına
rağmen herkesin alay konusu oluyor önce. Bir yanıyla kuralcı, öte
yanıyla da insanlardan uzak durmaya meyilli Maria ile ilgili
muhabbetlere Endre’de katılıyor ilk başlarda. Fakat bir süre sonra
tesadüf eseri ikisi de aynı rüyayı gördüklerini fark ediyorlar.
Üstelik bir dizi gibi her gece devamı gelecek şekilde benzer
rüyanın içine düşüyorlar. Bu rüyalarla ilgili konuşmalar ikiliyi
yakınlaştırıyor.
“Beden ve Ruh”, birisi bedeni, diğeri ruhu yaralı iki insanın
ortak bir rüya etrafında bir araya gelişinin ‘tuhaf’ öyküsü aynı
zamanda. Bu yaralı olma hali hala çocukken gittiği psikologdan
vazgeçmeyen Maria’nın iletişim kurabilmek için çareler aramasına
neden oluyor. Kendince rasyonalize ettiği şeyleri günlük hayata
uygularken komik anlar da ortaya çıkmıyor değil ama onu en çok
anlayan Endre oluyor nihayetinde. Endre’nin makam, mevki gücü;
diğerleri gibi olma hevesi bir noktada kırılıyor ve Maria’yı daha
yakından tanımak istiyor. Hayvan bedenleri bir üretim bandından
akıp giderken, hissizleşmiş bir dünyada hırpalanmış iki kişi
birbirlerine tutunarak ruhlarına can suyu veriyorlar.
OYUNCULAR FİLMİ SÜRÜKLÜYOR
Filmin senaryosunun da kaleme alan Ildikó Enyedi, mekan ve çevre
ile karakterleri arasındaki ilişkinin dengesini tutturmayı
başarırken, asıl yükü oyuncular sırtlıyor. Endre’yi canlandıran
Morcsányi Géza bedenindeki engelin ruhunda yarattığı tahribatı hem
perdelemeyi hem de ustaca gözler önüne sermeyi başarıyor. Alexandra
Borbély, nedenini öğrenemediğimiz halde Maria’nın ruhundaki
yaraları taşımayı başarırken, zaman zaman bilimkurgu filmlerindeki
android karakterleri andıran halleriyle övgüye değer bir bedensel
performans sunuyor.

BEDEN VE RUH
ORİJİNAL ADI: Teströl és lélekröl
YÖNETMEN: Ildikó Enyedi
OYUNCULAR: Morcsányi Géza, Alexandra Borbély,
Zoltán Schneider, Ervin Nagy
YAPIM: 2017 Macaristan
SÜRE: 116 dk.
GÜZEL VE KEDERLİ 90'LAR!
Gençliğinde 90’lı yılların büyük kısmını Ankara’da geçirmiş
birisi olarak İstanbul’un müzik ve gece hayatının belki de en
hareketli dönemlerini kaçırmış olma ihtimalim yüksek. İşte bu hafta
vizyona giren bir belgesel bu döneme hem sosyolojik hem de hüzünlü
bir bakış atıyor.
Sertan Ünver’in yönetmenliğini yaptığı “Blue”, 90’lı yılların
efsane rock grubu Blue Bules Band’ın iki dahi müzisyeni Yavuz Çetin
ve Kerim Çaplı’nın hikayesini taşıyor beyaz perdeye. Belgesel bir
yandan Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı’nın çocukluklarından başlayarak
müzikle kurdukları ilişki, özel hayatları, değişen müzik
piyasasında tutunma çabalarını anlatırken öte yandan da dönemin
tanıklarına başvuruyor. Batu Mutlugil, Ercan Saatçi, Gür Akad,
Tanju Eksek, Zafer Şanlı, Gültekin Kaçar, Erkan Oğur, Nejat İşler,
Deniz Arcak, Aylin Aslın bu isimlerden bazıları.
“Blue”nun Türkiye’deki belgesel standartlarını aşan ve tıkanın
yanları var. Öncelikle Türkiye’de geçmişe dair görsel kayıt
bulmanın zorluklarını not düşelim. Ancak filmin yapım ekibi bu
zorluğu büyük oranda aşmış görünüyor. Böylece konuşan kellelerden
ziyade fonda akıp giden dönem görüntüleriyle bütünlüklü bir hikaye
anlatılıyor. Film, temel olarak bu iki usta müzisyenin hayatlarına
odaklandığı için dönemin ‘altkültürü’nün hayatına fazla
odaklanamıyor ama ıskalamıyor da.
Sıkıntılı olan, Yavuz Çetin ve Kerim Çaplı’nın hikayelerinin
kendi başlarına anlatılmayı hak edecek kadar dolu olması ve filmin
ister istemez bazı boşluklar bırakması. Aile ve çevreleriyle
kurdukları ilişkileri eksik de olsa görebildiğimiz bu iki ismin iç
dünyalarını ve asıl önemlisi dönemin müzik piyasası ve insan
ilişkilerinin onların yaşam tarzı, kendileriyle kurdukları ilişkide
oluşturduğu boşluklar hala tamamlanmayı bekliyor belki de.

BLUE
YÖNETMEN: Sertan Ünver
YAPIM: 2017 Türkiye
SÜRE: 90 dk.