Bedros Dağlıyan ile anlatmanın kadim hikâyesine dair: Taşın anlattığı, dengbejin söylediği...

Bedros Dağlıyan'ın öykü kitapları 'Taş Meselleri' ve 'Dengbejin Gölgesinde', Klaros Yayınları tarafından yayımlandı. Dağlıyan, "Anadolu’da yaşamış halkların izlerini yazmak zorunda hissediyorum" dedi.

Abone ol

Levent Karataş

DUVAR - Geçmiş, bedenin hafızasında yaşayan bir ağrı gibi insanda sürdürür varoluşunu. Hatırlamak, anlatmak, büyük bir bahtiyarlıktır; öyle ki unutmanın dikişlerini söküp içini açar. Söz, ortaya çıkarır, izini sürer geçmişin yaralarının; iyileştirmek için çiçeklenir. Bedros Dağlıyan, şiirlerinin arasına saklı hikâyeleri olduğu yerden çıkarıp iki kitaba bürüdü, on yıl aradan sonra “unutma beni” çiçeğini selamlayıp, okuyucularını baharla birlikte tekrar sözlerine kavuşturdu.

Bedros Dağlıyan'ın anlatısını kaldığı yerden sürdürüyor. Taşa can aşılayanlardan gırtlaklarında notaların en buğulusunu taşıyanlara, coğrafyanın en güzel zamanlarının anlatıcı üstadı olarak sözünü hiç unutmadan söylüyor.

Bedros Dağlıyan

'Yaya Turna' (Pencere Yayınları, 2011) adlı kitabınızın ardından on sene sonra ardışık iki öykü kitabıyla okurun karşısına çıktınız: 'Taş Meselleri' ve 'Dengbejin Gölgesinde' (Klaros Yayınları, Nisan 2021). Neden bu kadar beklediniz?

Bu kadar neden beklediğimi ben de kendime çokça sordum lâkin bir cevap bulamadım. Şöyle söyleyebilirim. Altı yıldan daha uzun bir süre Halkın Nabzı gazetesinde ve Tigris gazetesinde haftalık denemeler, öyküler ve şiirler paylaştım. Bu arada birçok dergide de şiirlerimi ve öykülerimi yayınladım. Sanırım iş hayatımın yoğunluğu ve yazın dünyam birbirine oldukça karıştı ve bu da biraz kirliliğe neden oldu. Buradaki kirlilikten kastım, iş hayatıma karşın oldukça üretken olmam. Yoksa gerek okuyucular, gerekse arkadaşlarım bunu çok istediler. Seçmek, ayrıştırmak hayli sürdü; sonunda…

'İYİ ANLATICILARIN ÇOĞU İYİ BİR DİNLEYİCİDİR DE'

Sanıyorum size çağdaş bir dengbej olduğunuz tespitini ilk Yelda Karataş söylemişti. Merak ettiğim için soruyorum, öykü mü hikâye mi yazdıklarınız? Kurmacayla mı, anlatıyla mı yazıyorsunuz?

Evet, bunu ilk kez dostum, arkadaşım şair Yelda Karataş dillendirdi. İlk şiir kitabımın çıkma dönemlerinde Yelda Karataş ile çokça onun evinde çalışıp bu arada da yoğun sohbetler yaptık. Şiirlerimin arasına saklı gizli hikâyeleri anlatırken bana, “Sen öykü yazmalısın. İyi bir anlatıcısın. Kısaca deyim yerindeyse dengbéjsin” deyiverdi. Buna şaşırmadım çünkü iyi anlatıcıların çoğu iyi bir dinleyicidir de. Sanırım kendi öykülerimi başkasının gözünden okuduğumda gerçek hikâyelerle kurmacayı bir arada kullandığımı fark ettim. Yani, gerçek nerede başlıyor, kurmaca hangi ara içine giriveriyor pek farkına varılmıyor. Haliyle kurmaca yazdığım birçok öykü reel tepkiler aldığında, ben de kurmaca olduğunu -o tılsımlı dünyayı okuyucudan almamak adına- belirtmedim. Kurmaca öykülerim de var ve araya, her yazarda olduğu gibi gerçeklikler de katıyorum. Hayat işte, derdi büyük yengem…

Sivas’ta Diyarbakır’da ehil dengbejlerden hikâyeler dinlediğinizi anlatmıştınız. Bilinen-bilinmeyen hangi dengbejlerin hikâyelerini dinleyip aktardınız kitaplarınızda?

Diyarbakır’da birçok dengbéjin klamlarını dinlemiştim. Bunlardan biri terzi olan annemin, elbiselerini diktiği Ayşe Şan’dı. Çok etkilendiğimi söylemeliyim. İyi bir türkücü ve dengbéjdi. Diğeri de küçükken babamın saçımı kestirmek için götürdüğü berber Hasan ve orada tanıştığım hafız Ahmet’ti. Mahmûd Qızıl’ı ise sadece bir kez dinlediğimi söylemeliyim. Birçok kasetini dinledim ama onlardan direkt olarak hikâye paylaşmadım. Birçok destan okudum, sokaklarda satanlardan da dinledim. Sivas’ta ise "Büyük Hafız" denilen çok okuyan ve anlatmayı seven Mıgırdiç Korkor’dan ve Sivas Ermeni ailelerinden inanılmaz hikâyeler dinledim. Bir kısım öykümde o aileye de yer verdim. Sivas’ın var olan kilise ve manastırlarına el konulduğundan, her hafta bir ailenin evinde dua günleri yapılırdı, oradan da çok öykü dinlemişliğim var. Buna bir de her Ermeni ailesinde olduğu gibi gerçek sürgün hikâyeleri de girince, kaçınılmaz oldu anlatmak.

Dengbejin Gölgesinde, Bedros Dağlıyan, 140 syf., Klaros Yayınları, 2021.

TAŞIN ANLATTIĞI, DENGBEJİN SÖYLEDİĞİ…

Kitaplarınızın adları, 'Taş Meselleri' ve 'Dengbejin Gölgesinde'. İkisi de çok çağrışımlı ve güzel kitap adları. Okurunuza kitaplarınızı adını neden 'Taş Meselleri' ve 'Dengbejin Gölgesinde' diye adlandırdığınızı anlatır mısınız?

Aslında buna ilk kitabım 'Yaya Turna' ile başladım. Kitabımın isim sahibi Yelda Karataş’tı. Yayalardan ve turnalardan çokça bahsettiğimden olsa gerek 'Yaya Turna' olsun deyiverdi. Yaya, Ermenicede anneanne ya da babaanne anlamına geliyordu. Turna ise (Ermenice Gurunk) Anadolu halklarının çok sevilen bir imgesi, haberler hep ondan beklenir. 'Yaya Turna', sürgün hikâyelerini de anlatan yaşlı turna. Ya da gizli anlamıyla kanadı kırılıp sürgüne yaya giden turnayı anlatır. 'Taş Meselleri' ise Diyarbakır’da Karacadağ’ın pıtrak gibi etrafa savurduğu ve evlerin ve daha birçok objenin yapıldığı bazalt taşlardan geliyor. Ermeniler ve Süryaniler bütün sanatlarını, hünerlerini, acı ve sevinçlerini o taşlara verdiler. Kendi dilleri kesik olsa da o taşlar, bakanlara o meselleri anlatsın diye. 'Denbéjin Gölgesinde' ismi ise yukarıda da belirttiğim gibi dengbéjlerden geliyor. Ben hikâyelerimi o dengbéjlerin gölgesinde yazdım, kurguladım.

'ANADOLU'DA YAŞAMIŞ HALKLARIN İZLERİNİ YAZMAK ZORUNDA HİSSEDİYORUM'

Sürgün, yoksul, yok sayılmış halkların örtüştürülmüş örtüştürülen kadim kültürünün izlerini yazıyor ve anlatıyorsunuz. Bir Ermeni insan olarak Bedros Dağlıyan, yaşadığı toplumdan, güncel hayattan, ideolojilerden nasıl etkileniyor? Bütün bu dertlerin toplamından -samimiyetle- razı mısınız?

Anadolu’da yaşamış halkların izlerini yazmak zorunda hissediyorum hatta kendimi buna borçlu sayıyorum. Çünkü baskın egemen anlayış onların Anadolu’daki izlerini yok etmek için elinden geleni yapıyor. Bir nevi hafızayı, anıları yok ediyor ya da yok sayıyor. 'İnsan Deposu' kitabında Ana Arzoumanian bu yok edilen hafıza mekânlarını ve belleklerde taşınan anıların nasıl tarumar edildiğini ve bu travmadan kurtulabilmenin zorluğunu anlatır. Bu durumu Hrant Dink de, “Damarlarınızdaki kirli kanı atın ve bu travmadan kurtuluşun yolunun affetmekten ve özür dilemekten geçtiğini bilin” diyerek anlatmaya çalışmıştı. Sonuç acı oldu ki bu da bir travmaydı. Sağ kurtulanların ve onların devamı olan nesillerin sembolik ve kurumsal güçsüzlüğüne daha sonra, siyasi rakibini öldürmek ve sesini kesmekle tehdit eden bir terör ve bu kurumlardaki kaos da eklendi. Bu yüzden Ermeni, Süryani ve Alevi toplumları daha yeni yeni psikolojik travmadan, sıkıntılardan ve yoksunluklardan şikâyet edebiliyor.

Ermeni olarak demeyeyim de insan olarak demokrasiyi içselleştirmiş biri olarak bundan elbette razı değilim. O mutlu azınlıktan ayrı mazlum emekçilerin hali beni yaralıyor; içim acıyor. Razı olmayı ve biçareliği bu topluma ne yazık ki egemenler empoze ediyor. Ya da dini kullanarak olası çıkışları önlüyorlar. Cesaretli olup bunlardan şikâyet edenlerle asgari müştereklerde birleşmek zorundayız. "Razı Rıza" adlı öykümde bunu anlatmaya çalışmıştım. Bu cesaret meselesinden, gazeteci ve yazar dostum Ahmet Tulgar da bahsetmişti.

Taş Meselleri, Bedros Dağlıyan, 110 syf., Klaros Yayınları, 2021.

Altı yılı aşkın bir süreçte Halkın Nabzı Gazetesi’nde her hafta periyodik olarak yazdınız. Ciddi bir okur kitlesi tarafından dikkatle okunuyordu yazdıklarınız. Ben de naçizane o okur kitlesi içindenim vesselam. Gazeteye en çok gelen etki-tepki maillerinin size yazıldığını biliyoruz. Okurunuza Halkın Nabzı’nda yazdığınız yazılara gelen etki ve tepkilerden söz eder misiniz?

Evet, Halkın Nabzı’nda yazdığım ve bunu uzun bir süre devem ettirdiğim için mutluyum. Gazetenin ciddi bir okur kitlesi vardı ve oldukça geniş bir kitle bunu okuyor ve okutuyordu. Gazetenin direkt mailini kullanmadığım için gelen tepkileri İshak Karakaş ve gazeteci Ahmet Tulgar’dan alıyordum. Bir hafta yazamasam hemen neden diye soran maillerin geldiğini söylüyorlardı. Aynı durum Diyarbakır Tigris gazetesinde de oldu. Orada ise gelen tepkilerin çoğunu görebiliyordum ya da sevgili Şeyhmus Diken aktarıyordu.

Kitabınıza adını veren "Taş Meselleri" öykünüzde köklerinizin gerçek hikâyesini, dedenizin Çanakkale Savaşı’ndan firar ederek ailesini aramak için Tokat’a gelişinin hikâyesini yazmışsınız. Şalom Gazetesi’nde okumuştum Çanakkale Savaşı’na katılan Yahudi yurttaşların öyküsünü. Ermeni on beşlileri de sizden dinlesek?

Dedem zengin bir ailenin oğlu… Tokat hakkında yazan bir dost şöyle demişti: “Darakçıyan ailesi, şimdi Koç ailesi nasıl zenginse onlar da Tokat’ın en zengin ailesiydi.” Dedem askere alınmadan birkaç hafta önce sevdiği kızla evleniyor ve o sırada Tıp mektebi ikinci sınıfta okuyor. On beşleri askere aldıkları zaman o da gidiyor. 1896 ve 1899 yılları arasında doğan gençler alınıyor askere. O sırada Osmanlı birkaç cephede birden savaşmanın zorluğunu yaşıyor. Bilmediği ama sonradan öğreneceği, askere alınan birçok Ermeni gencinin bir plan dâhilinde katledildiği. Ermeni gençleri ve erkekleri olmadığında yaşlıların, kadın ve çocukların tehciri daha kolay oluyor elbette. Birçoğu Der Zor’a erişemiyor, yollarda katlediliyor. Neyse ki komutanı olan albay dedemi çok sevdiğinden koruyor ve ona Memet, hatta deli Memet diye sesleniyor. Tehciri duyunca firar edip Tokat’a gelse de ailesini bulamıyor. Onların götürüldüğü her kasaba ve her şehre gidip arıyor. Ta ki Malatya’ya dek… Ermeni ailelerinin yaşadığı mahallelerden birinde buluyor onları. Annesi, kız kardeşi ve eşi. Eşi o sırada hamile. “Bekleyin ben komutanımdan izin alıp sizi korunaklı bir yere götüreceğim” diyor. Geldiğindeyse onları bulamıyor. Sonra da Malatya’da yine ailesi yok edilen bir kızla evlenip önce Elazığ’a sonra da Ergani’ye ve ardından da Diyarbakır’a yerleşiyor. Sonrasını kitaptan okuyabilirler.

Müjdesini yakın çevrenizdeki dostlarınıza verdiğiniz yeni şiir ve deneme türündeki kitaplarınız da yolda hatta eli kulağında. Başka projeleriniz neler?

Şiir, benim için yaşam kaynağı. Öykü ve denemeyi de çok seviyorum. Üstelik çok üreten biriyim. Haliyle birikti. Bu kitaplar yerini okuyucuda biraz bulduğunda şiirler ve denemeler gelecek. Sürgün anılarından oluşan bir öykü kitabına da çalışmaya başladım. Şu zaman diyemesem de fazla ırak değil demem gerekir.

Bedros Dağlıyan adını çalıştığınız semtteki eczanede kullanamıyorsunuz. Kendinizi Diyarbakırlı Bedri olarak tanıtıyorsunuz. Bu kaskatı kimlik acılarından söz etsek sizi incitmiş olur muyuz?

Yıllarca doğunun birçok bölgesine Bedros kimliğiyle gittim. Ha keza Diyarbakır’da çalışırken de Bedros ismi bana hiç ağır gelmedi. Bence Diyarbakır’da ve Doğu’nun diğer şehirlerinde insanlar Ermeni'yi bildiklerinden bunu hoş karşıladılar ya da kötü karşılamadılar. İstanbul ise ayrı bir âlem; kozmopolit, iğdiş edilmiş bir kültüre sahip bir topluluk kısaca... Anadolu’nun birçok yerinden gelen ve dimağlarına milliyetçi İslami bir kültür enjekte edilen gençler ve yaşlılar Bedros’u pek hoş karşılamayacaklardı. Bedenindeki eksiklik düşüncesini öne çıkaran bir kendini yadsıma halini işaret eder bu isim değişikliği. Yani kendini yabancılaştırma hatta başkası olabilmenin zorluğudur bunu yaptıran. Kendini yabancılaştırırken de dışarıdan bu sadist milliyetçi kültürün seni ele geçirişini izlersin. Bu ben’i yabancıya çeviren olanca duyarsız, insanlardan ve yakınlıktan yoksun bir kimliktir. Tam bir kırılmadır yaşanan.

Yani Bedri’nin içine her acıyı, her yoksullaşmayı katabilirsin. Yerinden edilen, sürgün edilen ve o izole edilmişliği yani her şeyini kaybettiğini hissedersin. Bedros'un özne olma hali ve eylemliliği günbegün kaybolur gider. Ben’in ve ismin kaybı, olası bir diyaloğu da zedeler ki bu da bir kırımın varlığını anlatır. Bu da içinde bir yerlerde, unutulmamayı, hatırlamayı ve hatırladıklarını yazmayı sağlar. Artık “Ben”, bir hatırlama müzesidir. Buna Ermeniler “Cermak Çart” derler. Yani asimilasyon, yani beyaz soykırım.