Behçet Çelik: Tanıklık etmiş insanları yazdım

Yolun Gölgesi, Can Yayınları etiketiyle okuyucu ile buluştu. Tanıklıklara tanıklık ettiğini ifade eden yazar Behçet Çelik ile kitabın yazım sürecini ve çağdaş edebiyatımızı konuştuk.

Abone ol

Behçet Çelik ile Can Yayınları etiketi taşıyan son kitabı, "Yolun Gölgesi" hakkında konuştuk. Çelik, tanıklara tanıklık ettiğini ifade ettiği kitabının yazım sürecini, OHAL'den nasıl etkilendiğini ve kuşaklararası ilişkiyi anlattı. Çelik, "Tanık olduklarımız, yaşadıklarımız, birilerinden duyduklarımız, internetten okuduklarımız bu öykülerin yazılmasına sebep oldu" dedi.

Öncelikle okurunuz bol olsun. Yolun Gölgesi imgesel bir isim. Kitabın yazım süreci nasıl oluştu?

Aslında, "Yolun Gölgesi" ismini taşıyan öyküyü yazmasam, bu kitabın adı "Yolun Gölgesi" olmazdı. O öyküyü yazdıktan birkaç ay sonraydı, kitaba isim ararken “Yolun Gölgesi"nin en azından birkaç öyküyü kuşatabilecek bir başlık, bir çerçeve olduğunu düşündüm. O da, çok kabaca bakarsak, şöyle bir şey: Başkalarının düşmek zorunda oldukları yolun, bizim hayatımıza vuran gölgesi. Zaten yolun gölgesi olmaz; yoldaki insanın gölgesi olur, yoldaki ağacın gölgesi olur, ama yol imgesinin bize çağrıştırdığı olumsuz hallerin (insanların mecbur bırakıldıkları yolların) gölgesinden söz edebiliriz pekâlâ.

Bu kitaptaki öykülerin bir kısmı, belki yarısına yakını, yola düşmek zorunda kalan, evinden, yurdundan ayrılmak zorunda kalan insanlarla bir şekilde ilintili. Böyle bir dünyada yaşıyoruz. Biz yola düşmesek bile yanımızda yöremizde yola düşmek zorunda olanlar var; bizim hikâyemiz onların hikâyesinden yalıtık değil. Hele ki uzaktan yakından tanık olmak yaşadıklarına… Gene biz yola düşmesek bile yaşadığımız yer öyle değişiyor ki derin bir yersizlik yurtsuzluk duygusu bizi de içine alıyor. "Yolun Gölgesi" ismini bu anlamda bana bu kitaba uygun bir çatı gibi geldiği için seçtim.

SIKINTILARA TANIKLIK EDEN ÖYKÜLER

Kitapta hissedilen bir "eve dönememe" hali var. Öykülerin bir noktada gerçekliği de var, günümüzde yaşadığımız durumlarla özdeşleşebiliyorlar. Bu duygunun gerçek hayatta yansıması nasıl oldu? 

Öykülerin her birinin yazılmasına sebep olan farklı bir vesile, duygu, dert ya da arayış var. Dolayısıyla, "Belli bir konsepti olan kitap hazırlayayım, bu konsept de yol olsun, eve dönememek olsun, bu çerçevede öyküler yazayım," demedim. Bunlar benim bir önceki kitabım "Kaldığımız Yer"in yayımlanmasından sonra yazdığım öyküler... Ne var ki son iki yılda beni etkileyen, yazmaya yönelten olayların bir kısmı hakikaten, gündelik hayatta böylesi sıkıntılara tanık olmakla ilgiliydi ve bir zaman sonra yazdığım öykülerin bir kitap hacmine ulaştığını fark ettiğimde bu tematik çerçeveyi ve benzerliği gördüm.

Fakat bu benim seçimimden ziyade, yaşadığımız günlerin bir sonucu. Öte yandan "eve dönememek" şeklindeki bir adlandırma bu kitaptaki öykülere ne kadar karşılık gelir bilemiyorum. Daha çok evden ayrılmak zorunda olmak ağırlıklı bence, çünkü bu öykülerdeki kişiler henüz bir dönme çabasına girmiş, girebilmiş değiller. Dönme çabasına girmiş de, bunun yollarını bulamıyor değiller. Onlar daha çok evlerinden, yurtlarından ayrılmak zorunda kalmışlar.

Bir öyküde Ezidi yaşlı bir kadın ve aile var, bir başkasında ise, aslında kendisi değil ama, köyünden, kasabasından, şehrinden gitmek zorunda bırakılanların acısına tanıklık var; onların için bir şey yapamamanın acısı. Bir diğerinde sokağa çıkma yasakları nedeniyle girilemeyen bir mahalledeki, zaten ruhsal sıkıntıları olan arkadaşlarına yardım etmek isteyenler var...

Bunları, başta dediğim gibi, belli bir tema çerçevesinde yazmadım ama tanık olduklarımız, yaşadıklarımız, birilerinden duyduklarımız, internetten okuduklarımız ve bütün bunların bizlerde yarattığı ruh halleri bu öykülerin yazılmasına sebep oldu.

Bu kitapta ve Kürtçe, Ermenice eserler üreten yazarların kitaplarında bir durum var: Tanıklık edebiyatı. Örneğin Murat Özyaşar'ın yazdığı "Sarı Kahkaha", bir yandan Ermenilerin yazdığı, Ermeni yazarların kaleme aldığı, örneğin, "İzmirli Ermeniler" gibi kitaplar tanıklık edebiyatı örnekleri. Bir tanıklık belleği oluşturmaya çalışıyorlar. Yazar olarak sizin durduğunuz yerde belleğinizde neler vardı? Tanıklık edebiyatına ne noktadan baktınız?

Tanıklık edebiyatı dediğimiz zaman, edebiyat biraz araçsallaşıyor ve sanki yazarı yazmaya iten temel saik tarihi, toplumsal, güncel olayın kaydını tutmak oluyor. Benim kaydını tutmak istediğim bir şey yok, böyle bir amaçla yazmıyorum, bir kayıttan illa söz edeceksek bu da tarihsel, toplumsal, güncel bir şey değil; olsa olsa "insan halleri"nin edebiyat vasıtasıyla tutulmuş kaydından söz edilebilir. Dolayısıyla tanıklık edebiyatından biraz daha farklı olduğunu düşünüyorum yazdığım öykülerin. Bunlar aslında, belki de tanıklara tanıklık etmenin öyküleri, bir ikisi dışında sanırım öyle denebilir.

Tanık olduğum ya da öykü kişisinin tanık olduğu bir şeyleri yazmaktan ziyade, yaşananlara tanık olmuş insanların ruh hallerini yazmak istedim. Dolayısıyla da baştaki çekincemi unutmadan şunu ekleyebilirim belki: bir şeylerin kaydını tutmaktan söz ediyorsak, tanık olmanın ruh halinin bir anlamda kaydını tutmuş olabilirim. Tanıklık edebiyatı dendiğinde, konu daha çok, "Bunu yaşamış insanlar bunu ne kadar yazabilir? Bunlar yazılmalı mı, yazılabilir mi? Felaketler ne kadar anlatılabilir?" gibi bugün çok güncel bir şekilde tartışılan meselelere çıkıyor. Benim yapmaya çalıştığım, tanıklık edilen olaya biraz daha, bir-iki derece daha uzaktan ya da bir-iki dolayım öteden bakmak, bakmaya çalışmak.

'BİÇİM VE İÇERİĞİ AYRIŞTIRMAK YAPAYDIR'

Öykücü kimliğinizin yanı sıra "Kurbağalara İnanıyorum"da  Ayhan Geçgin ve Barış Bıçakçı ile edebiyat üzerine düşündüğünüz metinler kaleme aldınız. Üç edebiyatçı tartışıyorsunuz ve burada ciddi bağlamlar var.

Edebiyat çalışılabilir bir şey mi? Örneğin bahsettiğiniz "insanlık halleri"ni ve edebiyat üzerine düşünmeyi nasıl bir araya getiriyorsunuz? Edebiyata dair mekanik bir durum da var, bir yandan duygu durumu da... Bu ikisinin yan yana geliş süreci nasıl oluyor?

Bu ikisi zaten at başı gider. Diyelim bir insanlık halini, bir duygu durumunu yazmaya kalktığımızda, bunu nasıl bir dille, nasıl bir kurguyla ele alabileceğimize dair kendi kendimize doğrudan sorular sormasak bile, farkında olalım ya da olmayalım, az ya da çok, neyi nasıl anlatacağımıza dair bir muhakemeye girişmişizdir zaten. Daha ilk kelimeleri yazar, ilk cümle yapısını kafamızda kurarken, giderek metnin tonunu hissettirecek bir atmosfer yaratmaya çalışırken bu belli belirsiz seçimimiz bizi yönlendiriyordur.

Bu seçimi bunlar üzerinde daha çok düşünerek ya da farklı denemeler neticesinde karar vererek yapmak anlamında edebiyat elbette çalışılabilir bir şeydir ama farklı bir çalışmadır bu. Yazarak ve başkalarının yazdıklarını okuyarak, çoğu zaman pek de farkında olmadan bir şeyler öğrendiğimiz, edebiyata özgü bir çalışmadan söz etmek daha doğru.

Bir de zaten bir öyküyü yazdıktan sonra, insan onu düzeltir, tersine çevirir, anlatıcıyı, kipi vesaireyi değiştirir, tüm bunlar da çalışmaktır. Şunu da eklemek lazım. Tekniğin anlatılmak istenenleri de etkileyen, hatta belirleyen bir yanı var, örneğin az önce saydıklarım teknik gibi geliyor kulağa, oysa bu seçimler aynı zamanda aktarılmak istenen duyguyu belirliyor da olabilir. Bir edebiyat yapıtında biçim ve içeriği ayrıştırmak nasıl yapay bir durumsa, yaratım sürecinde teknikle duyguyu ayrıştırmak da bana çok kolay gelmiyor.

Kendi adıma söyleyeyim, yazdığım bir öykü üzerindeki esas çalışma aslında onu düzeltirken, üzerine tekrar düşünürken gerçekleşir. Bazen beni yazmaya iten duygu durumundan uzaklaşmış olurum, o zaman metnin beni nasıl bir duyguya çektiğini ya da çekip çekemediğini tartmam gerekir. Teknik dediğimiz noktaların duygu üzerindeki etkisini görebilmek için böylesi bir mesafeden bakmak önemli görünüyor bana. Bu yüzden bir hikâyeyi yazdığımda hemen yayımlama yanlısı değilimdir.

Bu kitapta bir iki istisna oldu, hemen dergilerde yayımlamak istedim o öyküleri, ama genelde biraz bekletip araya mesafe koyduktan, bir başkasının gözünden bakıyormuşçasına okuyup gözden geçirdikten sonra yayımlamak daha iyi oluyor.

Birçok ödül aldınız. Bu ödüller hayatınızda ne gibi değişiklikler yarattı? Kendinizi göstermede bu ödüllerin bir yararı oldu mu? Bu sizi nasıl motive etti?

Ödüller daha çok, o ödüle değer görülen kitabın değil, yazarın tanınırlığını arttırıyor. Benim gözlemim, deneyimim bu yönde oldu. Aldığım ödüller kitaptan çok belli bir kitap okuyan insanlar topluluğu içerisinde tanınırlığımı artırdı, ama o oranda kitapların okunup bilindiğini sanmıyorum. Bununla birlikte, aldığım iki önemli ödülden birini 40, diğerini 43 yaşındayken aldım, o yaşlarıma kadar beni yazmaya yönelten motivasyonların üzerine bu ödüllerin ekstra bir motivasyon yüklediğini sanmıyorum ödüllerin.

Tabii, bir seçici kurulun o yıl yayımlanan, yarışmaya katılan, sayısını bilmediğim kitap içerisinde, benimkini bir parça daha önde görmüş olmasının belki yazdıklarıma güven konusunda bir etkisi olmuş olabilir, ama bu gibi durumlarda insan kendisiyle ilgili net tahlillerde bulunup bir şey söyleyemiyor.

Kitabın oluşma süreci yaklaşık iki yıl. Ben daha çok son bir yıl içerisinde gibi hissetmiştim. Bu süreçte ülke olarak birçok sıkıntılar yaşadık: Tutuklanan yazarlar, OHAL, darbe girişimi... Bir yazar olarak bu süreçte yazmak dışında ne yapmak gerekirdi? Bu kitabı yazma sürecinde kendinizi nasıl motive ettiniz?

Son iki yıl içerisinde yaşadığımız toplumsal sıkıntıların başlangıcını, Suruç'ta otuz üç gencin hayatını kaybettiği patlamaya kadar götürebiliriz. Bu olaydan sonra Türkiye bambaşka bir Türkiye oldu. OHAL 2016 yazında ilan edildi ama 2015 yazı da hiç olağan değildi. O dönem ve sonrasında kendimde de, çevremdekilerde de hayli karanlık bir ruh haline tanık oldum. Okumanın ve yazmanın insana beyhude geldiği dönemlerdi fakat yine de beni o ruh durumundan çıkaran okuduğum kitaplar ve yazmaya çalıştığım metinler oldu. Bir şeyler yazmak için kendimi motive etmem pek gerekmedi, tersine yazmak, yazabilmek kendi başına başka şeyler için motive edici oldu bazen.

"Toplum olarak ne yapmalıydık? Birey olarak neleri yapamadık?" gibi sorular halen hepimizin kendimize ve birbirimize sorduğumuz sorular. Yazar olmanın bu sorulara kafa yorarken doktor ya da mühendis, işçi ya da balerin olmaktan bence hiçbir farkı, önceliği ya da sonralığı yok.

Tutuklanmaların, ihraçların olduğu bu süreçte bir edebiyatçı olarak neler hissettiniz?

Bunlar yaşanırken insan tabii ki "Ben ne yapabilirim?" diye düşünüyor. Murat Özyaşar gözaltına alındığında bu gibi konularda hiç kalem oynatmayan arkadaşlar yazılar yazdılar mesela. Bu gibi gelişmeler hepimizi etkiledi ve herkes elinden geldiğince bir şeyler yapmaya çalıştı. Zor zamanlardan geçiyoruz, dediğim gibi, burada kişinin yazar ya da başka bir meslekle uğraşıyor olması çok önemli değil.

Genç kuşaktan kimleri takip ediyorsunuz? Geri dönüp tekrar tekrar okuduğunuz eserler var mı?

Tekrar tekrar okuduğum eserler oluyor. İki okuma arasındaki farklar ya da yıllar önce okuyup unuttuğumu sandığım kitapların derinden derine nasıl etkisini sürdürdüğünü görmek çok farklı bir deneyim. Saroyan’ın “Aram Derler Adıma”sını kim bilir kaçıncı kez okudum geçenlerde, bu kez yeni çeviriden, gene çok sevdim, çok etkilendim. Bazen de zamanında okuyamayıp sonrasında elimden düşürmediğim kitaplar oluyor.

Geçtiğimiz yaz ve yaz sonunda yoğun bir şekilde Sebald'ın kitaplarını okudum. Daha önce “Göçmenler”i okumuş, ama “Austerlitz”i okuyamamıştım. Yaz başında nasıl oldu bilmem, –Cem İleri’nin “Okurun Belleği”nin etkisi, yol göstericiliği ve özendirmesi kesin, ama sanırım sadece o değil, yaşadıklarımızla da ilgili olduğunu sanıyorum– Sebald'ın kitaplarını peş peşe okudum.

O günlerde belki de içerik olarak pek de uygun bir seçim değildi, dışarıdan bakınca öyle gelebilir, ama bana çok iyi geldi. Önceki yaz da Jaume Cabré’nin “İtiraf Ediyorum”unun benzer bir etkisi olmuştu. Bir de bazen bazı kitaplar eskiden okuduğum kitapları yeniden okuma isteği yaratabiliyor. Svetlana Aleksiyeviç’in iki kitabını okurken, dönüp Grossman’ın muhteşem “Yaşam ve Yazgı”sını yeniden okumak isteği duydum.

Genç yazarları, öykücüleri elimden geldiğince takip etmeye çalışıyorum, dünyaları, dilleri, nelerden, nerelerden öykü çıkardıkları, tarzları, üslupları, benzeştiğimiz ve ayrıldığımız noktalar ilgimi çekiyor. Ama bazı dönemlerde okuma tercihim değişiyor. Son birkaç yıl daha çok yabancı yazarları okudum, bu sırada genç kuşağı takip etme konusunda ipin ucunu kaçırdım biraz.

Şimdilerde bu eksikliğimi gidermeye çalışıyorum, özellikle ilk kitapları, unuttuğum, atladığım isimler olabilir, ama ilk anda aklıma gelen birkaçını sayayım.

En son Mevsim Yenice'nin öykü kitabını okudum, bugünlerde de Tuğba Gürbüz’ün öykülerini okuyorum. Ömür İklim Demir, Hakan Yılmaz, Banu Özyürek de yakın zamanda okuduğum isimler... Şöyle bir şey var; bir süre öncesine kadar bizden bir sonraki kuşak kitap yayımlıyordu, şimdi bizden iki kuşak sonraki yazarların kitapları yayımlanıyor, belki de üç, bu kuşak hesabını tam bilemiyorum. Takip etmemiz gereken kuşak sayısı, yazar sayısı artıyor... Yetişmesi zor ama şikâyet edilecek bir şey değil bu, aksine sevindirici.

24 yaşında ilk kitabınızı çıkardınız. 11 kitabınız var... Bundan sonra ne yapacaksınız?

Bu gibi sorulara yanıt vermek hiç kolay değil... Bu soruyu iki yıl önce "Kaldığımız Yer" yeni yayımlanmışken sorsaydınız, "Başlamış olduğum roman ya da novella olabilecek bir metin var, ona devam etmek istiyorum," derdim ama öyle olmadı; “Yolun Gölgesi”ndeki öyküleri yazdım... O yüzden şimdi buna bir yanıt versem bile muhtemelen doğru çıkmaz. Ama tabii ki okumaya ve yazmaya devam etmek istiyorum.