Beka sorunumuz yok, rejimimiz sorunlu. İşin bana göre tek tümcelik yönetici özeti bu. Yönetimde akılcılık kalmadı. Adımıza alınan kararlar verilere dayanmıyor. Uygulanan politikalar baskın anlatının sürekli kılınmasına yönelik. Veri akışı epeydir durdu. Bıktıran anlatı kendi kendini yineliyor. Bu durumu açıkça teşhir etmeye niyetlenmedikçe muhalefet ancak sahnedeki ortaoyununa dekor olur.
Ekonomide denizin bittiği çoktan belli. Dış politikada S-400, Doğu Akdeniz ve Suriye sorunları kilitlendi. İç politikada hukuksuzluk ve huzursuzluk berdevam. Hak ve özgürlüklere, yargı bağımsızlığına, adalete gelirsek, Sayın Cumhurbaşkanı nasıl çay paketleri atıyorsa tebaasına otobüsünden, mahkemeler de öyle karar dağıtıyor. Ayşe Çelik Öğretmen’e, Yiğit Aksakoğlu’na sevinelim; Kavala, Demirtaş, Kaftancıoğlu ve diğerleri için ricacı, duacı olalım. Hepimiz biliyoruz kimlerin ancak devran dönünce, dönmeye yüz tutunca cezaevinden çıkabileceklerini.
İstanbul’un merkezi yerlerinde metrobüse, metroya binerken “bakar mısınız beyefendi” diye yolumuzdan çevrilerek, her gün bazen birkaç kez kafa kağıtlarımızı polis memurlarına uzatıp GBT denetiminden geçiyoruz. “Ne hakla”, “hangi yasaya dayanarak” diye sorabiliyor muyuz? “Mecbur muyum” diyebiliyor muyuz? Aksine, sürünün içinde fark edilmemek önceliğiyle yürüyüp gidiyoruz.
Geçen gece saat onda Sanayi Sitesi-Beşiktaş arası trafik kilit. Bindiğim minibüsün şoförü “ağabey bu 52 gün nasıl geçecek, bu kadar plansızlık olur mu?” diye isyan ediyor. Gece yarısından sonra ise Barbaros Bulvarı bu defa ters yöne hâlâ tampon tampona. Bindiğim taksinin şoförü Ulaştırma Bakanlığı’nı arayıp küfrettiğini aktarıyor. 52 gün boyunca neden Avrasya Tüneli’nden geçiş ücretinin yarı yarıya indirilmediğini soruyor. Ha GBT, ha köprü onarımı, kafa aynı.
Oysa devlet nedir? Yurttaşa hizmetle yükümlü yönetim aygıtıdır. Anayasal yurttaşlık varsa devletin aklı, kerameti, kudreti, merhameti olmaz. Devlet yurttaşına hesap verir, yurttaş devletinden hesap sorar. Bunları söylediğinizde yalnızca siyasal İslamcı iktidarın beşuş çehreli, nemli dudaklı mensupları değil, ana muhalefetin sözcüleri de size sırıtır. Ya “zavallı, deli herhalde” der ya düpedüz bomboş gözlerle yüzünüze bakar.
Yeni rejimde, sorarsanız, bakanlar atanmış birer “sekreter”. Örnekse, ulusal savunmadan sorumlu sekreter teker teker ziyaretle “liderlere bilgi” sunar. Çatık kaşlı, asık suratlı olunca “ciddi” bir iş yapıldığı izlenimi vermeyi ihmal etmeden. Bakarsınız, söz konusu “liderler” arasında TBMM’deki üçüncü ve altı milyon dolayında seçmeni olan HDP eşbaşkanları yoktur. Bilgi sunulan “liderler” de “sekretere” bu garabeti sormaz. Çünkü malum parti, Cumhurbaşkanı öyle diyor, terörödür. Terörö ise cumhuriyetin savcısı neden dava açmaz, neden gözaltına alınmaz bu milletvekilleri?
Ali Kemal Özcan adında bir akademisyene devlet İmralı Adası Cezaevi’ndeki Abdullah Öcalan’dan mektup taşıtır. AKP Sözcüsü Ömer Çelik “sanki biz organize etmişiz gibi…” diye cümleler kurarak, gözümüzün içine baka baka aklımızla alay eder. Sırrı Süreyya Önder ise Öcalan’dan mektup getirdiği için cezaevindedir. Kızını teskin etme gayretiyle “mutlunun mutsuza borcu var” dermiş, Sayın Ceren Önder aktarıyor. Devletin ise hiçbirimize borcu olamaz, hepimizden hep alacaklıdır.
Bunları bırakalım, pekiyi neyi konuşalım? S-400 hava savunma sisteminin teknik özelliklerini mi anlatalım? Yoksa Osaka’da RF Devlet Başkanı Putin’e “sen sistemi parçalara ayır, teslimatı da iki yıla yay”, ABD Başkanı Trump’a “ben Putin Bey’i ayarladım, S-400 parça parça gelecek, sonunda parçalar tamamlanınca aktive etmeyiveririz, sen de yap ağalığını, ötele şu yaptırımları” denebileceğini mi? O ne güzel “diplomatik” çözüm öyle.
Nitekim Beyaz Ev’den yapılan açıklamaya göre ABD Başkanı Trump “Türkiye’nin, Rusya’dan alacağı S-400 hava savunma sistemiyle ilgili kaygılarını dile getirmiş ve Türkiye’yi, NATO İttifakı'nı güçlendirecek savunma iş birliği konusunda ABD ile birlikte çalışmaya teşvik etmiş.” Yani? Yani 31 Temmuz’a dek oyuna devam. 31 Temmuz’da gümrüğe giren kutulardan S-400 bataryaları değil de bazı parçaları çıkar, ne şiş yanar ne kebap. Ayrıca Almanya’nın karşısına oturup, “bak batarım ha” diye gözdağı verir, Fransa’ya “Esat’ı devirmeye yeminli, ikimiz kaldık unutma” der geçeriz.
İmamoğlu makam odasında dua seansıyla başlamış yeni görevine. Efendim, ne var bunda, memleket nüfusunun kahir ekseriyeti elhamdülillah Müslüman değil mi? Yok “böyle böyle normalleşecek bu ülke”, ha bak bir de o var. Hayırlı olsun. “Ne var bunda” bilmem de, burada ne yok onu söylerim: Akıl yok, hukuk yok, vizyon yok. Hatta siyaset dahi yok.
Gül ve Babacan parti kuracak, umut olacaklarmış. Neden? İktidar elden ele siyasal İslamcılar arasında devir teslim mi oluyor? Ne yapmış affedersiniz bu “isimler” devr-i saltanatlarında umut verecek? “Ağır toplar” Yozgat’ta cenaze sonrası bir araya gelmiş. Sevgili Burak Bilgehan Özpek hocamız da ironik bir not düşmüş: “Merkez sağ dediğimiz şey biraz da bu fotoğraf aslında. Bu fotoğrafa, birkaç İstanbullu sanayici, Ankaralı müteahhit ve DPT kökenli bürokrat ekleyince kendiliğinden iktidara geliyor.”
Bana kalırsa “merkez sağ” o değildir, yahut o değildi, veyahut odur ve ötesidir de ama Özpek Hoca’nın işaret ettiği “kendiliğindenliktir” bizim temel sorunumuz. Sorgulamamaktır. Sormamak, düşünmemek, konuşmamak, tartışmamaktır. Bu ceket bu bedene oturmuyor. Kimi yeri sıkıyor, dikişler atıyor, kimi yeri bol duruyor, pot yapıyor. Gözünüzün önüne Ali İhsan Yavuz’u getirin, yüreğinize hangi duygu çöküyorsa, işte bu ekonomi yönetimi, bu dış politika, bu güvenlikçi iç politika Ali İhsan Yavuz suretinde cisimleşiyor.
Kafa kafaya verip bu çoklu cendereden çıkabiliriz. Çıkmanın yolu anayasa tartışmasını yarın değil bugün başlatmak. Anayasayı tartışmak, kalkışma, devleti yıkmak girişimi demek değil. Kürt meselesi nasıl al takke, ver külah perde gerisinden yürüyen görüşmelerle çözülmeyecekse, anayasa tartışması da saray kulislerine elden sunulan şu kadar maddelik tadilat paketleri, saray yazmanlıklarında üzerinde çalışılan öneri kağıtlarıyla kapalı devre yürümez.
'Tek’in yerini 'çok’un alması gerektiğini Dinçer Demirkent Hoca nicedir vurguluyor. 'Çok’u da mecliste yeniden temsil edilir kılmak gerek. Sanırım Sayın Kılıçdaroğlu da bunu yanlış anlamış olacak. Doğu ve Güneydoğu’ya son on yılda beş-altı kere gittiğini (yani iki yılda bir?), bu gidişlerde basına açık-kapalı toplantılar yapıldığını ve HDP ile AKP’nin artık CHP’nin durduğu yere, yani konuyu TBMM’de ele almak üzere Ankara’ya gelmeye ikna olduklarını ifade ediyor. Ben oralara niye gidecekmişim, 'çok' 'tek’e gelir, tek içinde yoğurulur, hemhamur olur demek bu.
Perşembe akşamı MedyascopeTV’de katıldığım Açık Oturum’da Sayın Erkin Şahinöz “şirketlerimiz bilanço yönetmiyor, muhasebe tutuyor” dedi, yazdım bu saptamayı önümdeki kağıda. “Tıpkı devletimiz gibi” diye düşünerek. Yaşıtlarım anımsayacaktır İstanbul’un duvarlarında yetmişli yılların ikinci yarısında “tek yol devrim” yazardı. Herhalde devrime inanan kalmadı. Devrimsel nitelikte dönüşüm. Günümüzde gerçekleştirmeye zorunlu olduğumuz bence bu. Daha aşağısı kurtarmayacak.