Miting meydanlarda olduğu gibi televizyon arenasında da Binali Yıldırım, FETÖ ipine sarılmayı tek çıkar yol olarak görmüş gibi. Cumhur İttifakı adayı, üç yıldır her köşeye sıkıştıklarında MHP ve AKP’nin, halkı FETÖ kartıyla ikna etme çabasını tekrarladı. İstanbul Büyükşehir Belediyesi'nin verilerini yedekleme veya kopyalama hamlesi gerçekten hassas yerleri incitmiş olmalı. Veri yedekleme konusunda “o kopyalama FETÖ’nün çalışma tarzı” sözleriyle Ekrem İmamoğlu’na ve Millet İttifakı'na örtük ithamı, İBB kayıtları ve işlemlerinde rahatsız edici pek çok usulsüzlük bulunduğuna şüphe bırakmadı böylece.
Münazarada Binali Yıldırım’ın söyledikleri arasında belediyenin desteklediği sivil toplum kuruluşlarına dair yorumları, çok kişinin dikkat çektiği bir tehlikenin ispatı niteliğini taşıyordu. “FETÖ’nün yol açtığı tahribatı gidermek için okullar/yurtlarla toplumsal hizmet görevi üstlenen vakıf ve derneklerin desteklendiği” yönündeki açıklamasından söz ediyorum. Ensar, TÜRGEV, TÜGVA, KADEM ve benzeri birçok vakıf ve derneğin, partizanca desteklenmesi, Gülen Cemaati'nden kalan boşluğu bunlarla doldurmak anlamı taşıyor. Çocukluk ve gençlik yaşlarından itibaren insanların iradesini ipotek altına alan çalışma yöntemiyle cemaatin yaptıklarını şimdi kendi partilerinin desteklediği dernek ve vakıfların yapıyor oluşunu itiraf ile bu desteği masum ve meşru göstermek, akıl tutulması olsa gerek. Bireyin özgür iradesini törpüleyerek bir nevi güdülenmiş nesiller yaratma eylemini kimin yaptığı önemli değil. Önemli olan insan onurunu yıkan bu eylemin, örgütlenme biçiminin, kitleleri yönlendirme arzusunun varlığı. Hadi var diyelim. Böyle gruplar her zaman olabilir. Ancak şehir kaynaklarının bu gruplara aktarılması, partizanlıktan çok daha fazla bir şey olsa gerek. Tek tip insan yetiştirmek için bütçeden bu gruplara katkı sağlanıyor oluşunu normal sayarak seçim kazanacağını düşünmek de her halde kibirden daha öte anlamlar taşıyor.
İsmail Küçükkaya’nın kadınlarla ilgili sorusunu sadece kreş bağlamında kurgulaması kadar Yıldırım’ın da ev kadınlığı özelinde kadın sorunlarına değinmesi, eril ufkun, kuyunun ağzı kadar geniş(!) olduğu gerçeğini bir kere daha gözler önüne serdi. Aynı zamanda Binali Yıldırım’ın, Sayıştay raporunu okumadığı gibi TÜİK istatistiklerinden de habersiz kaldığını gördük. Kadın istihdamının yüzde 34 olduğu yıllar çok geride kaldı. Devletin istatistik kurumu bile yüzde 29’a düştüğünü bildirdi topluma. Kadın istihdamının bunca düşük olması yanında kadın işsizliğinin yüzde 36’ya ulaştığı iki aday tarafından da dile getirilmedi. Neyse ki İmamoğlu, kadın istihdamı konusunda daha bilinçli ifadeler kullanarak, şiddetle mücadele ve sığınma evleri konusunu da dile getirmeyi ihmal etmedi. Ki seçim yorgunu ülkenin bıkkın seçmeni, seçim kampanyaları sürecinde ilk defa bir adayın ağzından kadınların şiddetten korunma hakkına dair yarım cümle duymuş oldu.
Köle İsaura’nın son bölümü izlenirken yaşandığı gibi sokakların boşaldığı yayın saatinde kadınlardan bile daha şanssız kalan kitle ise Kürtlerdi. İki adayın da Kürt seçmenin oyuna talip olma çabasına girmeyişi, yıllardır özlediğimiz seçim düellosundan akılda kalacak en önemli eksiklik. Eşitler arasında en eşit olanların, ezilenlere yönelik eşitlik nutku çekmesinden ibaret kaldı söylenenler. Diyarbakır’dan daha çok Kürt’ün yaşadığı söylenen İstanbul’un adayları bu soruya bunca hazırlıksız olsunlar, akıl alır gibi değil. İstanbul’da ve diğer büyük şehirlerde Kürt olmanın zorluklarını ve seçmenin ihtiyaçlarını bilmek için sadece sokaklarda biraz dolaşmak bile yeterliyken üstelik.
Bir de göç ve Suriyeliler meselesi var can yakıcı, insanlık dışı yaklaşımlar arasında. İmamoğlu, plaj yasaklarına itiraz ederek insani değerleri öne çıkardı ama göç, mülteci, yabancı sorunlarına dair pek akılda kalıcı vaatlerde bulunmadı. Binali Yıldırım ise yıllardır AKP iktidarının yaptığı gibi özellikle Suriyeli göçmenleri araçsallaştırmayı tercih etti. Suriyeliler göç yolculuğu başladığında Beşar Esad’a darbe vurmanın aracı sayılarak sınırlar açılmıştı. Sonra Avrupa ülkeleriyle yaşanan her krizde “otobüslere doldurup gönderme” tehditleriyle koz olarak kullanıldılar. Şimdi toplum geneline yayılmaya başlanan, ekonomik krizle daha görünür hale gelen hoşnutsuzluğu oya tahvil etme çabasıyla seçim vaadine malzeme oldular. Seçim vaadi olarak “asayiş sorunu yaratan, huzursuzluk çıkaran göçmenlerin, kulağından tutulup gönderileceği” söylenecek kadar basitleşildi. Bilinen, zaten var olan en temel güvenlik uygulamalarından birisi seçim vaadine dönüştürülünce ırkçı, ayrımcı söylem ve eylemlere yeşil ışık yakılması, yıllardır bu konuda sergilenen yanlış politikaların esfel’i-s safilini oldu. Cehennemin en derin çukuruna düştü insanlığımız.
Hasılı, siyasetin ve toplumun sakil yanlarına canlı yayında topluca tanıklık ettik. Eh, tanıklıklar öğretici olduğundan adayların münazarası faydalıydı.