Bekleyişin Şarkısı: Gözlerini kaçırma

Mehtap Ceyran'ın ilk romanı Mevsim Yas'ın ardından ikinci romanı Bekleyişin Şarkısı, Everest Yayınları tarafından yayınlandı. Bekleyişin Şarkısı, bir arayış, bekleyiş, onarılmaz yokluk ve sonsuz bir merhamet romanı...

Abone ol

Hüseyin Kıran

Bekleyişin Şarkısı, Mevsim Yas’tan sonra ikinci romanı Mehtap Ceyran’ın. Mevsim Yas’ın etkileri sürerken gelen bu ikinci romanın üzerinde durmak gerekecek. Bekleyişin Şarkısı, göz önünde olduğu için artık görülmeyenlere eğilen bir metin. Metnin esas başarısının burada yattığını ileri sürmek isterim; çünkü tam da bugün, apaçık olanın bilinmediği, bilinse bile üzerine düşünülmediği, temsile getirilmediği, gözümüzün önündeyken görünür olmadığı zamanlarda yaşıyoruz. Metin, bir kayıp hikayesini ele alıyor. Ancak bahse konu edilen sadece bir kaybediliş hikayesi değil; metin çatışmalı bir coğrafyanın sıradan insanlar üzerindeki yıkıcı etkilerini kararlılıkla üsteleniyor, insan ilişkilerine, insanların maddi ve içsel yaşantılarına verdiği ağır-yıkıcı-onarılamaz tahribatın üzerine eğiliyor.

Ceyran’ın son romanına yakından bakmaya başlamak gerek. Romandaki bütün karakterler, yaşanamayan bir hayattan arta kalan dünyaları içinde, var oluşlarını zorlukla sürdürmektedirler. Kaybedilmiş oğlunun yarattığı yıkıma bir de Alzheimer hastalığının getirdiği zihni yıkım eklenen Rahşan, çatışmalı ortamın kurbanı olarak hayatta kalmak için ülke dışına gitmek zorunda kalmış Zedan, teyzesi Rahşan’ın kayboluşu üzerine onu bulmak üzere oradan oraya savrulup duran kadın başkarakter için sürdürülebilir bir yaşam imkanı yoktur.

Bu noktada, kitapta sık sık karşımıza çıkan bir imgeyi buraya alarak üzerine düşünmek gerekiyor; bu imge buğu’dur, buğulanmış cam.

Birkaç alıntı gerekecek: “Bir yandan da buğulanmış camdan bahçeyi izliyordum.” (Sayfa 109) “Sonra buğulanmış camı mantomun koluyla silip tekrar dışarıyı izlemeye devam ettim.” (Sayfa 142) “Tuhaf silahlı adamlar ve plakasız araçlar dolaşıyordu ortalıkta. Otobüsün buğulanmış camından izliyordum.” (Sayfa 142-143) “Hastanenin camları buğuluydu hala. Kar yağmıyordu artık, yağıyorsa bile farkında değildim. Neyi değiştirirdi ki?” (sayfa 216)

Pencere mekanları dünyaya açıyor, dışarıda bırakılanı görme alanına getiriyor; elbette bunu yaparken mekanı hava koşullarından koruyor da. Fakat alıntılarla beliren, metinde pencerelerin sürekli buğu içinde olması, ister istemez akla dünyanın görülemediği ya da görülmek istenmediğini getiriyor. Güçlü gürültüsü ve tatlı dertleriyle yaşamın akışı neden görülmek istenmesin; tam aksi, hayatın sağın yanlarıyla gözümüze dolması, zarafet ve lezizlik içinde bize kendisine katılmaya çağırması, izlenirlik bakımından elbette çekicidir. Fakat bakış konumu “özne” konumundan mı kurulmalı? Aktif-gören özne yerine, pasif-görülen özne konumu da ileri sürülebilir doğal olarak.

Bekleyişin Şarkısı, Mehtap Ceyran, 216 syf., Everest Yayınları, 2019.

Dışarısının bütünüyle güvenilmezlik ürettiği, her an etrafta duyulan silah ve top seslerinin bilmezlikten gelinmeye çalışılması; elbette ne kadar mümkünse, cemaatler düzeninde yaşayan toplumun sürekli ve tüketici baskısının sürmesi, yönetmek şöyle dursun, üzerinde en küçük bir söz hakkının bulunmadığı büyük enerjiler açığa çıkaran toplumsal süreçlere maruz kalındığı koşullarda, görülmek o kadar da iyi bir vaatle yaşama gelmez elbette. Böylece buğu, camların buharla geçirgenliğini yitirmesi, doğal bir koruyucu bariyer haline gelir; görmekse, zaten dışarısı görmekten imtina edilecek bir dünyadır artık. Bu noktada bir adım ileri giderek, yaşamda bulunmanın temel koşullarından birisi olarak “yerleşme”nin, roman kahramanları açısından nasıl da imkansız olduğu üzerinde durmakta yarar var. Bir yaşama yerleşmek ne demektir? Doğal ki bir coğrafyaya-bir şehre, mahalleye, çevreyi iyi kötü bildiğimiz bir toplum atmosferine, bir eve, insanlara, bir geçmişe bir hikayeye yerleşmek; süreklilikler içinde kolaylaşacak bir hayata yerleşmek.

Bir alıntı ve sonrasını takip edelim: “Hikayem tuhaf malzemelerden yapılmış eşyalar gibi evin içine yerleşmişti sanki. Bir evin bizim olabilmesi için hikayemizin onun içine yerleşmesi gerektiği doğruydu. Başka ne bir evi bizim yapabilirdi ki? Yine de yerimi yadırgıyordum.” (Sayfa 22)

Kitabın başkarakteri, Alzheimer Rahşan Teyze’nin kaybıyla birlikte, iyi kötü tutunduğu yaşam süreçlerinin dışına atılır bir anda. Artık birincil önemdeki konu, Rahşan Teyze’nin bulunup eve geri getirilmesidir. İçinde yaşanmayacak kadar kötü, bütünüyle anılar ve acılar tarafından işgal edilmiş bile olsa, hamam böcekleriyle paylaşılmak zorunda bile kalınsa, ev bir yerleşme alanıdır; en kötüsü bile geçerlidir bir bakıma. Ancak Rahşan Teyze’nin kaybı, başka büyük kayıpların alanına taşır başkarakterimizi ve ev, ucundan tutunulacak bir yer olmaktan bile çıkar. İşe yaramaz, yarım, boş, yerleşime uygun olmaktan çıkmış bir yıkıntıya dönüşür. Nitekim, başkarakterin hayatı da yitiklerle ve imkansızlıklarla doludur. İşsizdir, sevdiği adamla kavuşma imkanı görünmemektedir, dostça sarmalandığı bir ilişkiler ağı içinde olduğu söylenemez, üstüne üstlük, bakmakla yükümlü hissettiği teyzesi Rahşan, akıl yıkılması içindeki zihniyle kim bilir nereye gitmiştir.

YAŞAMDAN SÜRÜLMEK

Başkarakterin yaşamdan sürülmesi, çocukluğundan başlamıştır; “… Yaşıtlarımın yaşadığı hiçbir şeyi yaşamamıştım halbuki. Aynı şeyleri sevememiş, aynı şeylere ilgi gösterememiş, aynı şeyleri hissedememiştim. Aynı yaştaydık ama onlarla aynı zamanda yaşamamıştım. Bu yüzden aynı kuşak bile sayılmazdık. Kaybolup gitmiş bir zaman, yaşıtlarımla arama uçurum gibi girmişti. Onlara dair hiçbir şeyle ilişki kuramıyordum. Kendimden öncekiler ve sonrakilerle de. Bu nedenle yaşama kabiliyetim zayıftı. Tuttuğum her şey elimde kalıyordu… Hiçbir yere ait olamıyordum.” (Sayfa 203)

Bir yaşama yerleşmek, bir kuşağa da yerleşmektir elbette ve bir ortak yaşantı zemini, başkalarıyla benzer deneyimleri paylaşarak büyümek de bizi yerleşik kılar. Belli ki başkarakter, daha çocukluğundan başlayarak bu “fırsata” sahip olmamış. İçine yerleşilecek bir hayat imkanı kendisine sunulmamıştır. Öyle ki, başkarakter, bir dile, bir sese, bir kahkahaya bile yerleşememiştir; “Kahkaha atmayı denediğimde yapmacık oluyordu…” (sayfa 202)

Nihai planda, yaşam verilidir. Sadece kendiliğimizle varlığa getirebileceğimiz bir şey değildir; o varoluş’a geliyordur ve bütün büyük kuvvetleriyle bize bir zemin sunuyordur, yaşamak ya da yaşayamamak için. Başkarakterin bir hayatla hizalanamaması, kahkahasına, sesine, diline hizalanamaması, hayata hizalanamamasıdır.

Başkarakterin en yakın arkadaşı Ferda’nın da durumu benzerdir. Roman sahnesine çıkar çıkmaz, evinden atılmak üzere olduğunu anlarız. Ortada ne iş, ne de anlaşıldığı üzere başını sokacak bir evi vardır. Başkarakterin de aşık olduğu Zedan’a, belli ki tutkundur ancak bir ilişki ihtimali bile söz konusu edilemez.

Zedan, birtakım politik-askeri çatışmaların ortasında, hayatta kalabilmek için ülkesini terk etmek zorunda kalmıştır. Tam da başka bir yerleşememişlik hikayesidir, çünkü politik mülteci olarak gittiği Almanya’da da yerleştiği bir hayatı yoktur. Uzun yıllar sonra, babasının cenazesini kaldırmak için döndüğü şehir de artık çocukluğundan aşina olduğu şehir değildir. Takip edelim: “Şehir çok değişmiş, dedi. Çoğu yeri tanıyamıyorum, eskiden girip çıktığım mekanlar el değiştirmiş ya da yıkılıp yerine yeni binalar dikilmiş. Tanıdığım yaşlıların çoğu ölmüş, çocuklar büyümüş, çocukluk arkadaşlarımı simalarından çıkaramıyorum. Tuhaf bir yabancılık duygusuna kapılıyorum.” (Sayfa 188-189) Böyle bakılırsa, Zedan da kayıptır. Değil mi ki yerleşilecek bir geçmiş, bir insan ilişkileri bağlamı, insanı anlamlı kılacak birtakım değerlerle saracak bir toplum kalmamıştır; kardeşi uyuşturucu-tiner kullanan ve gasp yapan bir çetenin üyesidir nicedir ve toplumun bir gence sunduğu da aşağı yukarı budur zaten.

ÖLÜM

Bir kent elbette vardır ancak içine yerleşilmesi için bir çağrı üretiyor mudur? Okuyalım: “Bataklıkları, çıkmaz sokakları, dağılmış haneleri, yaldızlı binaları, farfaralı kafeleri, dükkandan bozma kumarhaneleri, gizli kerhaneleri, kalabalık kıraathaneleri, işkencehaneleri, hücre evleri, sokak eylemleri, gizli cinayetleri, iç içe geçmiş sefaleti ve zenginliği. Sonunda şehir bu demek değil miydi?... Sanki bir çatıdan diğerine uzanan elektrik kabloları sarkmamış, lağımlar taşmamış, … sanki açlık incecik bir toz gibi kapı aralıklarından içeri sızmamış, … evler kamburlaşmamış, ölüler ortalığa saçılmamış…; sanki ne varsa çürümemiş ve kıyamet kopmamış gibi yaparak ve hayattan korktuğunu saklayarak yaşadığın yer.” (Sayfa 117) Ve ülkesine dönme sebebi de, yaşamı sürdürmek değil, bir ölümü tamamlamaktır. Buraya dönmek söz konusu değil; söz konusu olan tam budur bu kitap bağlamında; ölümün yaşamı tamamlaması. Ölen babasını ve öldüğünü bile bilmediği kardeşini mezara bağlamaya gelmiştir; ancak bir ölüyü mezara bağlamanın büyük bir değeri vardır. Çünkü ölümün tamamlanması için gereklidir bu. Ölümün askıda kalması, yaşamı da askıya alan bir etki yaratır; yaşamak, imkanlarını da alarak çekilip gider. Mezar, bize yaşamı sürdürmek için bir dayanak noktası sunuyordur; Mahir’in kayıp cesedi, kendisiyle birlikte çevresindeki bütün insanları da kayboluşa sürükler; tamamlanmayan bir ölüm, sürekli kendini üretir, sürekli ve her an kendi ölümünü başkalarında üretir. Yas ve acıyla gelen kabullenişin yokluğu, mezarla bağlanmayan ölüm yüzünden yaşamın her anını çürütür artık. Dolayısıyla, asıl kayıp ölümdür de. Ancak bir mezarla ve yasla tamamlanan, böylece hayatın önünden çekilen ölüm. Nitekim Zedan, bir parkta bulduğu kedinin bedenini karla kapatarak yarım yamalak gömer. Tekrar parka gittiklerinde kedi, köpekler tarafından eşilerek çıkartılmıştır. Zedan, bu kez ölümü tamamlayacaktır: “Kedinin cesedi donmuş, taş gibi sert bir kütle halini almıştı. Zedan kediyi gömdü bu kez.” (Sayfa 189)

Ölüme yerleşmek de bütünüyle gereklidir.

İnsan, dilde yerleşiktir; elbette bütünüyle varlık değil. Ne ki insan bir dil varlığıdır ve içine yerleşilecek, başkalarıyla kendiyle ve doğa elemanlarıyla ilişkiyi, iletişimi mümkün kılacak olan dildir. Fakat dil de metinde içine yerleşilecek bir alan sunmaz. Bir alıntı: “Her seferinde ayakkabılarım ellerimde eve döndüğümde, odama çekilip yüzünü hiç görmediğim annemle konuşuyordum… fakat çok geçmeden ölü annemle tutturduğum konuşmanın yerini, kendimle yaptığım konuşmalar alıyordu. Bu anlarda, içimde yabancı bir cisim gibi taşıdığı geçmiş beni iki kişiye dönüştürüyordu. Bir dil suçluyor, yargılıyor ve diğer dil mazeretler sıralıyordu. Üstelik hiç konuşmayan üçüncü bir dil daha vardı ve belki de hiçbir zaman öğrenemeyeceğim geçmişin kayıp parçaları, gizli bilgileri, örtük kapıları önünde beni bekletiyordu.” (Sayfa 100-101)

Bir ölüyle, ölü anneyle konuşmak, ölülerin hayatımızdan öylece çıkıp gitmediklerini, bir mezara olduğu kadar hafızaya da yerleştiklerini söyler bize elbette ama bu sonuçta gerçek bir diyalog değildir; gerçek bir konuşma sayılmamalıdır. Bunun yerine, başkarakter kendi kendisiyle bir konuşma tutturur ki burada da bir başka insan, yaşayan bir varlıkla girilen ilişki yoktur. Nihayet sonunda, üçüncü ve aslında konuşmayan, belki sadece olduğunu hissettiren bir dil daha belirir ve kendini hissettirmekten, ima etmekten başka bir şey yapmayarak, bir dil mertebesine bile yükselmeksizin var olmanın sınırında kalır.

DİL

Yine takip edelim bu imkansız dile gelişi; yerleşilemeyen dili: “Konuşmam gerektiğindeyse, kendi sesime yabancılık duyuyordum. Çatallanmış, aksak, savrulan bir ses çıkıyordu boğazımdan.” Sayfa 202 Yaşamın akışına uygun olan, başkalarıyla konuşmaktır doğal olarak ancak ne böylesi başkaları vardır, ne de o başkalarıyla anlamlı bir iletişimi sürdürecek bir zihin-dil. Aslında olmayan şey apaçık beliriyor; içine yerleşilecek ve bir insanı mümkün kılacak imkanlarla dopdolu bir yaşam; toplum, doğa, geçmiş, tek tek insanlar-yakınlar, sevgililer, arkadaşlar… Bunlar yoksa, bir kendilik de yoktur, mümkün değildir, insan elbette başkalarından kurulu bir varlıktır, bir teklik değildir. Başlı başına bir dile sahip olması bile bu yüzdendir; ancak başka insanlarla birlikte varlığa gelebilir ve onu mümkün kılan da budur. Bunun bulunmadığı, başka insanların bir insan tekinin var oluşa gelmesi ve orada kalmasını mümkün kılmadığı durumlarda ki burada durum budur, bunun yerini ne alacaktır? Bakalım; bu kez Rahşan Teyze’nin bilincine başvurmamız gerekecek. “Ama bazen hayvanlarla, ağaçlarla, evdeki eşyalarla konuşuyordu artık. Sesini duyduğumda, birinin geldiğini sanıp yanına gidiyor, fakat onun bahçedeki ağaçla, mutfağı saran hamamböcekleriyle kapıdan geçen köpekle konuşurken veya bir eşyayı azarlarken buluyordum.” (Sayfa 198)

Mevsim Yas, Mehtap Ceyran, 220 syf., Everest Yayınları, 2019.

Dil sadece bizde değil başkalarında da yerleşiktir; başkalarında yerleşik olmanın imkanıdır ve bizi başkaları kılar bir bakıma ve başkalarını bizde üretir. Yitirilen tam da budur artık, başka insanlar imkan olmaktan çıkarlar; çünkü temel şeydir yitirilen; yaşamı sürdürmenin bir zemini olarak toplum yıkılmıştır. Anlamlı ilişkiler, sevgi ve sevecenlik, anlayış ve yaşama alanı açma, çizilen toplum tablosu içinde artık mümkün değildir. Bir zamanlar mümkün olmuşsa bile geçerliliğini yitirmiştir. Alzheimer olan teyzenin zihni de durumu ağırlaştırıyordur ancak mesele sadece bu değildir. Toplum elemanlarıyla birlikte üretilecek değerler artık hükmünü yitirir ve bunların yerini eşyalar, bitkiler ve hayvanlar alır. Fakat en büyük kayıp? O da mı elden çıkarılacak? “En azından Mahir’i unutmamalıydı, onunla vedalaşmasına izin veremezdim.” (Sayfa 198)

Ancak burada söylenen, vedalaşmanın bilinçle yapılmaması, düpedüz çöken bir zihnin artık oğlunu hatırlamamasıdır. Talep edilen, sağlıklı bir vedalaşma ve yaşamın ritmini yeniden bulmasının sağlanmasıdır. Bu bakımdan, acı da pekala tutunacak bir dal, ayak basılacak bir zemin işlevi görebilir.

Peki, metin bu kadar ve bütünüyle karanlık mıdır? Kesinleyebileceğimiz şudur; bu metnin başarısı, gözlerini kaçırmamasında, apaçık bir netlikle kayıpların insanlarda yarattığı büyük ve onarılmaz tahribata bakmasındadır ve ama terk edilmiş korkunç şehirlere, kötülük ve yozluk üreten sıradanlığa, yaşama tutunma imkanı bırakmayan sert politik ortama ve onun insanlara yaptıklarına ve insanın hayvanlara ve ağaçlara bile bulaşan zalimliğine ve kıyıcılığına da.

Ama küçük bir umut da alttan alta yeşerme fırsatı bulur. Umut, elbette doğadan gelecektir; parçası olduğumuz o kör korkunç güçten; var oluşu sürekli yeniden üreten döngüsünden ve bizi aşarak, aslında bize aldırmayarak serile gitmesinden. Mermilerle parçalanmış ağaçlar vardır, ancak çiçekler açan ve meyveler veren armut ağacı da vardır. “Bahçemizdeki armut çiçek açmıştı. Üzerine altın tozu serpilmiş gibi, etrafında arılar vızıldıyordu. Baharın ilk günlerinde, beyaz çiçekler açtığında, içimde kaynağı belirsiz bir sevinç boy gösteriyordu. Armut ağacı tomurcuklanmaya başladığında, sabahları erken uyanıp kapıyı açıyordum, içeride kanepede otururken ağacı görebiliyordum böylece.” (Sayfa 58)

Elbette çiçekli bir ağacı eve davet etmektedir çıkar yol. Uyanan doğaya sığınmaktadır. Çiçek sunacak, tatlı ve doyurucu meyvelerini verecektir. Arılara bedenini açacak ve mükemmel bir varlık olarak serilecektir. Nitekim başkarakter, henüz ergenliğe girdiğinde bedeninin çiçek açmasını da aynı kavramla karşılar: “Bazen, günün en kızgın saatlerinde vücudumu ateş basıyor, henüz küçük bir armut kadar bile olmayan memelerimin uçları dikleşip sertleşiyor…” (sayfa 73) Umuda dair midir, emin olmaksızın, sanki yazarın kaleminden kaçmışcasına yazılmış bir detayı da buraya almak gerekiyor. Oğlunun cansız bedenini arayan Rahşan Teyze’nin boş arsalara ziyaretlerine şahitlik ederken aniden beliren bir imge; dişi-Güneş: “Arsalardan uzaklaşıp mahalle içlerine giriyorduk; ısınmış beton, sarı rüzgar, güneş eteklerini asfalta seriyordu.” (Sayfa 35)

Böylece bitiyor; yaşamak sürer. Ölüm mühürlenerek bir mezara kaldırılabilirse; çünkü yaşamın akmak için ölümün dindirilmesini talep etmesi sürer. Bekleyişin Şarkısı sürer.