Sandıktan kaçmıyoruz, hukuksuzluğu reddediyoruz, Ali Topuz’un öğrettiği deyişle “anti-hukuk” ortamını ifşa ediyoruz. Kemal Can’ın dünkü yazısındaki ifadesiyle “mazbataya karşılık, tüm haklar takasına” girmiyoruz, bu türden bir Faust pazarlığını kabul etmiyoruz. KHK'lılar konusundaki kararıyla YSK’nın kendi meşruiyetini imha ettiğini görüyoruz, yapay “yargı sürecinden neden rahatsızsınız” sorusuna, “hangi yargıdan söz ediyorsunuz” sorusuyla yanıt veriyoruz. Ülke nüfusunun en az yarısıyız, işte burada duruyoruz.
Muhalefetin, özellikle CHP’nin yukarıda değindiğim türden bir hattı benimsemesini, savunmayı karşı akına döndürmesini diliyorum. Ancak yetmez. Ekrem İmamoğlu başardı ve çok belirgin biçimde bir birleşik muhalefet lideri, cumhurbaşkanı adayı olarak ortaya çıktı. Bu başarıyı mümkün kılan dinamik ve disiplinli dönüşümün itici gücünün Canan Kaftancıoğlu olduğu da çok belli. Yüksel Taşkın, Gülfem Saydan Sanver gibi, önümüzdeki dönemde isimlerini daha sık duyacağımız, birikimli danışmanların sonuç alıcı kampanyanın mimarları olarak takımda kalacaklarını da umalım.
Neden yetmez? Zira artık “bak vermezler diyordun, (örnekse Mardin-Sayın Ahmet Türk) aldılar mazbatalarını (hatta ‘aldık’ mazbatayı)” meselesinin ötesine geçtik. Konu “sakin olun, biz oy çuvallarının üzerinde uyuyoruz” da değil. Maltepe’de itiş-kakış yaratılmasını, Büyükçekmece’de polisin ev ev gezip seçmen sorgulamasını da gündemde tutmak gerekli ama yeterli değil. Artık anayasal yurttaşlık, kamuoyu, toplum, demokrasi, hak ve özgürlükler, cumhuriyet gibi soyut ama yaşamsal kavramlar, ağızlara iri de gelseler muhalefet lider ve sözcülerince ısrarla dolaşıma sokulmalı.
Anımsayalım: En önce AA ile AKP bağlantısı kuruldu. Rüzgar dönünce, AKP’den AA’ya veri akışı durduruldu. Sonra Binali Yıldırım ekrana çıkarılıp “3 bin oyla kazandım” dedirtildi. CHP’nin bu defa ıslak imzalı tutanakları aldığı anlaşılınca biteviye yeniden sayımlar başlatıldı. Yetmedi, bu defa sayımlar yavaşlatıldı. Oy hırsızlığı ve iptal söylemi dolaşıma sokuldu. Nihayet mazbatayı geçici olarak, kısa süre için verip, olağanüstü itirazın devreye sokulacağı anlaşılıyor. Herhalde, bu sürecin bizatihi kendi Ahmet Şık’tan ödünç terimle karşımızdaki “örgütlenmiş kötülüğün” boyut ve nitelikleri hakkında bir fikir veriyor.
İktidar, adeta kanser tedavisinde ameliyat, radyoterapi, kemoterapi, immunoterapi elde ne varsa eşanlı kullanarak “hastalıkla” mücadele eder gibi yaklaştı belediye seçim sonuçlarına. Bu bakımdan, İmamoğlu’nun “meşrutiyet” atfıyla tarihsel perspektifi söylemine alması olumlu. Şimdi söylemi, yukarıda işaret ettiğim kavramlarla siyasi zemine de oturtmak, YSK’nın hem ülke genelindeki, hem özellikle Kürt nüfus yoğunluklu illerdeki hukuk tanımaz uygulamalarını dahil ederek güçlendirmek zamanı. Özetle, Diyarbakır’ın Bağlar, Van’ın Tuşba, Edremit, Çaldıran ilçeleri ve Digor-Kars’ın Dağpınar beldesinin bize, Maltepe ve Büyükçekmece denli yakın olduğunun ayırdına varmak gerek.
Toplama kamplarından sağ çıkmış Stéphane Hessel doksan küsur yaşındayken 2010 yılında “Öfkelenin” kitapçığını yazdığında ortada daha sonra yaygınlaşan halk hareketlerinden hiçbiri yoktu. Öfkelenmek demek, sükuneti gafletle ve ataletle karıştırmamak da demek sanırım. Nasıl ki, anayasal barışçıl kitlesel gösteri hakkı, “cam çerçeve indirmek”, “radikalizme davet” değilse, öyle. Afallamamak, sinmemek, zinde, ayık ve uyanık kalmak, bence darbelere direnmenin, şok doktrinini açığa düşürmenin olmazsa olmazları. Siyasal direnci, yurda yaymak, rengarenk, yan yana, iç içe durmak; küresel, entelektüel ve tarihsel perspektife oturtmak ister istemez zorunlu.
Derdimiz salt hukuk değil siyaset; yalnızca toplum odaklı belediyecilik değil toplumsal muhalefeti örgütlemek; çoğunlukçuluğun karşısına çoğulculuğu koymak olsun. Ünlü düşünür Adnan Şenses merhumun dediği gibi: “Dostlar acı söyler, düşmanlar sevinedursun”, bizler odağımızı yitirmeyelim. İktidarda beliren “çorap söküğü” korkusunu ıskalamayalım. Olan bitenin çok basit de bir nedeni var sanki: Kendiliğinden ortaya çıkacak bir kutlama anı, günü yaşatmak istemiyorlar. “Mazbatayı siz almadınız, biz bahşettik; o da ancak, sözde yargı süreci tepenizde ‘Demokles’in kılıcı gibi’ sallanırken, geçici bir süre için” demeye getiriyorlar.
Sanırım neyin, nasıl yapılması konusunda benden ayrı düşünen muhaliflerle, en azından sonun başladığı hususunda hemfikiriz. Öyleyse başlayan sonun gelme ivmesini artırmak ve süresini kısaltmak için “biz ne yapabiliriz”, hatta “ben kendi adıma ne yapabilirim” diye sormalıyız. Yarın, öbür gün toz bulutu dağıldığında “pekiyi sen o ara ne yapıyordun” diye sorulursa, “çabaladım” diyebilmeliyiz. Kazanılan maçların ardından dahi “rejenerasyon idmanı” yapılıyor malum. İmamoğlu’nin diriliği ve sağduyusu çok olumlu. Bu tutumu yaygınlaştırıp, boyutlarını zenginleştirip, perspektifini daha kapsayıcı duruma dönüştürmek de zamanlı olacak.
*Başlı başına ayrı bir yazının konusu olmalı ama Dışişleri Bakanı Çavuşoğlu’nun, Fransız milletvekili Sonia Krimi’ye işin içine Cezayir ve Ruanda’yı katarak, evsahipliği ettiğimiz NATO Parlamenterler Asamblesi Toplantısı’ndaki çıkışması, diplomatik usul, adap, dil, içerik gibi çok çeşitli açılardan had safhada sorunlu. Aynı konuda, hiç TV izlemesem de sosyal medyadan denk geldiğim, Ece Üner’in söz konusu haberi, Fransa’nın ulusal simgesi horozu “kendi ayakları pislik içindeyken öten tek canlı” olarak tanıtarak vermesi de o denli talihsiz. Çavuşoğlu’ndan beklentim olamaz da, eğer Ece Üner kendini bu denli özgüvenli ve birikimli görüyorsa, beni demiyorum haşa, ama örnekse Yetvart Danzikyan, Rober Koptaş, Garo Paylan, Ümit Kıvanç, Ünal Çeviköz, hatta (gayet iyi Türkçe konuşan) Fransa İstanbul Başkonsolosu Bertrand Buchwalter vb birini canlı yayınına konuk alıp, teke tek tartışmayı denemesini öneririm.