Ayrımcı şiddetin değişik şekilleriyle her gün karşılaşabiliyoruz. Bazen deprem gibi bir doğal felaket, bazen bir bayram tebriği veya devlet töreni vesile oluyor. Bir de bakıyorsunuz, mağdurlara öfkesini kusan insanlar, sosyal medyada veya televizyon ekranlarında hemen arzı endam eylemiş. Keşke tüm sorunumuz bu gibi nefret karnavallarıyla sınırlı olsaydı; ama maalesef değil. Yüz yüze insan ilişkilerinde şahit olduğumuz gündelik önyargılar, aşağılayıcı nitelemeler ve bir dizi ayrımcılık uygulaması bu şiddeti tamamlıyor ve toplumun kılcal damarları içinde hayat bulmasını mümkün kılıyor. Bu türden küçük ölçekli şiddet davranışlarının, Türkiye’de tabi gruplara yönelik nefret suçlarını, ekstrem ırkçı veya cinsiyetçi saldırıları da kışkırttığını söylemeye gerek yok. Yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya devamlılık gösteren, çift taraflı bir etkileşim içinde, makro saldırganlık pratikleri ile mikro saldırganlık düzenekleri karşılıklı olarak birbirini destekliyor.
Söz konusu devamlılığın tipik bir örneğine, Sakarya’nın Hendek ilçesinde işlenen cinayette rastlıyoruz. Medyada cinayet vakasıyla ilgili çelişkili iddialar ve haberler dolaşıyor. Maktul yakınlarının beyanlarına dayalı iddialar, cinayetin etnik ayrımcılık motivasyonuyla işlendiği yönünde. Söylendiğine göre baba ve oğul cinayet günü berberden çıkmış ve kendi aralarında Kürtçe konuşarak yol boyunca ilerlemektedir. Konuşmaları işiten biri, baba ve oğula yanaşarak şu soruyu sorar: “Kürt müsünüz, Suriyeli misiniz?” Muşlu babanın “Evet Kürdüz!” yanıtını vermesiyle adam silahına davranır ve “Zaten sizi hiç sevmem.” diyerek ateş açar. Baba hemen oracıkta ölmüştür ve oğul yaralı halde hastaneye taşınmıştır. Ancak Sakarya Valiliği’nden gelen resmi açıklama tersi yönde. Buna göre, küfürlü ve yüksek sesle konuşulmaması hususunda yapılan uyarıyla başlayan tartışma, gerilimin tırmanmasıyla cinayetle sonuçlanmıştır. Ek olarak, zanlının önceden de suç işlediği ve alkol sorunu olduğu bilgisine de yer veriliyor. Açıklama, etnik ayrımcılıkla ilgili hiçbir ipucunun olmadığını belirttikten sonra, bu yöndeki iddiaların “ayrıştırma ve kutuplaştırma” maksatlı olduğu yönündeki bir uyarıyla son buluyor.
Bu gibi durumlarda, uzlaşmazlığın zanlı ve mağdur tarafın iddiaları arasında çıkması normaldir. Oysa bu vakada, devlet makamları kendini açıkça uzlaşmazlığın bir tarafı olarak ortaya koymuş gibi duruyor. Türkiye’de devlet ricalinin sorun çözme alışkanlıkları göz önünde tutulunca, bunun nedenlerini anlamak çok zor değil. Alışkanlık derken, güya provokasyonlara engel olmak veya olası bir gerginliğin önünü almak adına, aceleyle olayın üstünü örtme davranışını kastediyorum. Bu acelecilik, açıklamadaki bazı mantıksal boşlukların da daha kolay görünebilmesine yol açmış. Örneğin zanlının suça eğilimli biri olması veya alkolün tesirinde olması, tek başına zanlının bu olaydaki motivasyonunun Kürtlere duyduğu nefret olmadığını göstermez. Yahut yüksek sesle konuşma uyarısı, konuşulan dilin Kürtçe olmasının yarattığı rahatsızlıktan ayrı olmayabilir. Metroda, otobüste veya dolmuşta “yüksek ses” uyarısıyla başlayan birkaç tartışmaya şahit olmuş biri olarak biliyorum ki, sesten duyulan rahatsızlığın “Bilerek böyle yapıyorlar canım; Kürtçe konuştuklarını herkes duysun istiyorlar.” türünden mikro saldırganlık gerekçeleriyle yakından bir ilişkisi vardır.
Valilik açıklaması, bu türden makul şüphelere hiçbir şekilde yanıt veremiyor. Aksine, başka bir açıdan tipik olan bir ayrımcılık uygulamasına daha başvurarak, mağduru suçlu gösterme metodolojisinin arkasına saklanıyor. Ne de olsa mağdurların sözleri uçacak, geriye resmi evraklara düşülen kayıtlar kalacak, değil mi? O halde metot seçiminin, önceki birçok vakada olduğu gibi, mevzunun zaman içinde unutulacağı varsayımına dayandığını görmek gerekiyor. Üstelik birçok olayın gerçekten unutulmaya yüz tuttuğunu düşününce, hiç de güçsüz bir varsayım değil bu. Gel gelelim, tek tek olaylar unutulmaya yüz tutsa da, şurada veya burada yaşanan benzer vakalar meselenin üstünün tümden kapanmasına bir türlü müsaade etmiyor. Urla’daki dolmuşçular arasındaki kavgalar, Tarlabaşı’nda farklı gruplar arasındaki hâkimiyet mücadelesi, Çanakkale’de halkın inşaat işçilerini bir binada kıstırması, Beypazarı’da bir ilçenin topluca mevsimlik işçi çadırlarının üstüne yürümesi türünden olaylar buna örnek olarak gösterilebilir. Bu olaylar yerli halkın Kürtlerin aksanından, şivesinden, yüksek sesle konuşmasından, kılık kıyafetinden duyduğu rahatsızlığın, nasıl hedef büyütüp toplu bir arınma ve kurban ayinine dönüşebildiğini de açıkça gösteriyor.
Sakarya’da yaşanan olayı, aksi deliller ortaya çıkıncaya kadar, bu kurban ayinlerinin dışında tutmayı gerektirecek hiçbir neden göremiyorum. Adeta dinsel bir vecd içinde ifa edilen bu ayinlerin kaynaklarınınsa, 90’lı yıllar boyunca yaşadığımız büyük toplumsal dönüşümün genel çerçevesi içinde olduğuna inanıyorum. Bu dönemde, bir yandan küreselleşme süreci, diğer yanda ülke içindeki büyük nüfus hareketlilikleri, kentlerdeki kalabalıkların yerleştirilmesinde ve düzenlenmesinde etnik unsurun ön plana çıkmasına sebebiyet veriyordu. Sanılanın veya iddia edilenin aksine, zorla göç ettirilen milyonlarca Kürt köylüsü, “ırkçı” veya “bölücü” olduğu için etnik tarzda bir siyasetin destekçisi veya öznesi haline gelmemişti. Aksine, maruz kaldığı toplumsal dönüşümün etkileriyle baş edebilmek adına, kendini siyasetin bu yeni imkan penceresi üzerinden temsil etmeyi vaat eden siyasetlere destek vermeye başlamıştı. Söz konusu imkan penceresinden bakınca, sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin, mahalleler arasındaki ayrımların, bireysel kimlik algıları ve evlilik, arkadaşlık gibi buna bağlı duygusal tercihlerin yapısı, artık etnik unsurun belirleyici olduğu bir mekanizma tarafından yönetildiği görülüyordu. İnsanlar arasındaki maddi, simgesel ve duygusal bağlarının düzenlenişinde etnisitenin başat unsur olarak öne çıkmasını “toplumun etnikleşmesi” olarak adlandırabiliriz. Toplumun etnikleşmesi, kamu politikalarında da etkilerini göstermeye başlayınca, sadece Kürt sorunu yer değiştirmekle kalmadı, Türkiye’nin şiddet ve düşmanlık kültüründe de ciddi bir dönüşüm yaşandığı görüldü.
Düşmanın Türkiye’deki geleneksel tarifi, tarihsel açıdan iki unsur tarafından şekillendirilmişti. Burada ilk ve en köklü unsur olarak dinin öne çıktığını görüyoruz. Din düşmanı, Türklerin İslam ile olan bağları ve buradan hareketle tarif ettikleri misyonları çerçevesinde varlık kazanır. Ancak bu yönüyle düşman figürü, mekandan bağımsız ve hareketli bir güç halinde belirir. Böylesi bir figürün kendine özgü dinamikleri olsa da, modern siyasal çatışmanın gerekleri açısından büyük bir sıkıntı yaratacağı ortadır. İkinci unsur, yani milli unsur görevini bu sıkıntının bertaraf edilmesi yoluyla yerine getirir. Ulus devletin sınırları, millilik açısından tayin edici bir ölçüt olarak ileri sürülünce, “iç düşman” ve “dış düşman” gibi ayrımlarla tehlikeyi konumlandırmak ve sınırlandırmak için ek bir imkan da yaratılmış olur. Elbette, millilik ölçütü, düşman içeride boy gösterse dahi, kökünün hep dışarıda olduğunu savunmayı gerektirir. Böylelikle dışarıya karşı savunulacak saf ve temiz bir mekan olarak vatan kurgusu her zaman geçerli kalabilecektir. Türkiye’nin güvenlik aygıtının bu ayrımları uzun yıllar boyunca nasıl işlevsel kıldığını anımsayanlar, ne demek istediğimi hemen anlayacaklardır.
Böylesi bir “dışarının” tanımlanabilir olmadığı 90’ların küreselleşme bağlamında düşman kavrayışını yeniden inşa etmeyi gerektiren bir dönüşüm de gerekli hale gelecekti. Çünkü “kökü dışarıda olan iç düşman” imgesi üzerinden sorunlaştırıldığı müddetçe, Kürt sorununun tüm çerçevesiyle kapsanabilmesi mümkün olamayacaktı. Toplumun etnikleşmesi böyle bir ihtiyaca çözüm sunacak bir çerçeve arayışının sonucunda ortaya çıktı. Geleneksel düşman kurgusu, içeride veya dışarıda, hareketli veya durağan niteliklere sahip olsa da, her zaman için belirgin ve görünür bir figür üzerine oturtulmuştu. Şimdiyse böylesi figür aynı anda hem düşman hem dost olarak ya da ne düşman ne dost olarak görülebilecek şekilde kurgulanması gerekiyordu. Ucuz iş gücü, mevsimlik tarım işçisi veya oy deposu olduğu müddetçe dost, hak talebi, eşitlik ve özgürlük mücadelesi sürdürdükçe düşman olan bir nesne tanımlamaya yetecek bir kurgu bunu gerektiriyordu. Kısacası herkesi yeteri kadar dost yeteri kadar düşman olarak tarif etmenin olanaklarını yaratacak bir çözüm arayışı vardı. Bu arayış, belirlenmiş ve görünen geleneksel düşman anlayışına karşıt olarak, potansiyel tehlikelerle bağlantılı, belirsiz ve görünmeyen düşman tarif edebilme imkanın da mümkün hale gelmesine yol açmıştır.
Toplumun etnikleşmesi, çatışma aktüel bir gereklilik kazandığı anda, belirsiz düşmanı, grup aidiyetleri üzerinden ete kemiğe büründürmenin bir yolu olarak karşımıza çıkar. Gündelik hayatta daha sık şahit olmaya başladığımız merkezsiz ve yaygın şiddet pratikleri, belli bir grubu, diyelim Kürtleri, Ermenileri veya Suriyelileri temsilen bir ya da daha çok kişiyi hedef alırken bu mantığa uygun bir şekilde gelişirler. Şiddetin somut hedefi olan kişilerin savunmasız veya silahsız olması, yaşlı veya çocuk olması meselenin esasına dair hiçbir şey değiştirmez. Belirsiz düşman, tam olarak bu şekilde görünürlük kazandığı anda, en mükemmel düşman haline gelir. Çünkü zaferin kesin olduğu, oldukça lezzetli bir kurban ziyafeti vaadini beraberinde getirir.
Burada söz konusu olan, zaten iktidara tabiiyet ile tarif edildiği için, baştan ezik veya mağlup olmaya mahkum edilmiş bir düşmandır. Etnik düşmanı, sınıf düşmanına, cinsel düşmana veya dinsel düşmana bağlayan şey, hepsinin gücü gücüne yetene bir savaşta mağlup olsun diye meydana sürülmüş “belirsiz düşman” anlayışıyla olan ilişkisidir. Sakarya’da savunmasız ve masum bir baba öldürüldüğünde de, küçük bir kız çocuğu topluca bir kasabanın tecavüzüne maruz kaldığında da, bir Süryani çocuk sünnetsiz olduğu için arkadaşlarından dayak yediğinde de aynı düşmanlaştırma mantığı söz konusudur. Belirsiz düşman, her somut durumda gerektiği kadar ve yeterli ölçüde şiddete maruz kalacak şekilde yeniden tarif edilir. Fakat maruz kalabileceği potansiyel şiddet veya nefretin, durumun gerekleri dışında, önceden belirlenmiş bir sınırı yoktur. Belirsiz düşman, sınırsız bir nefretin hedefi olduğu için, sınırsız olarak çoğalabilir. İsmiyle müsemma, belirsiz bir topluluk bu. İşte bu artış bir gün gerçekten ete kemiğe büründüğündeyse, dünyanın tenine kendini iktidarın şiddetiyle değil, adaletin şaşmaz terazisiyle nakşedecektir.