“Hiçbir şey olmasa bile kesinlikle bir şeyler oldu” artık hepimizin atasözüdür, dilimize yerleşmiştir, gönül rahatlığıyla kullanabiliriz, hayırlı uğurlu olsun. Cumhur İttifakı’nda neler olduğunu tam kavrayamasak da belli ki “bir şeyler oluyor.” Cumartesi akşamı Soylu’nun istifa dedikodusunun yeniden gündeme gelmesi, İbrahim Kalın’ın katıldığı programda Çakıcı’yı tam manasıyla sahiplenmemesi, Avrupa Birliği’ne tornistan dönüş yapılması yoğun bir çalkantı yaşandığının göstergeleri. Bir tarafta Çakıcı, Kılıçdaroğlu’nu bakla kazığına oturtmaktan bahsediyor, diğer yanda Arınç kendi zamanında İsveç’tik de şu sıralarda sehven Brunei Sultanlığı’na dönmüşüz gibi açıklamalar yapıyor. Bunun siyaset dilindeki karşılığı, belirsizlik/kestirilemezlik politikası olsa gerek. İktidarın mevcudiyetinin ve istikbalinin yegâne temeli budur, bu belirsizlik, hatta tesadüfîlik politikası iktidarın en kıymetli hazinesidir. Zira yarın AB yine tukaka olabilir mi olabilir, faizler gelecek ay 5 puan düşebilir mi düşebilir, damat bakan olabilir mi olabilir, Arınç “Kavala ve Demirtaş teröristtir” diyebilir mi diyebilir, Kılıçdaroğlu böyle konuşa konuşa hepimize bu hastalığı bulaştırdı mı bulaştırdı...
Türkiye’de siyaset, genelde aynı paternler üzerine şekillendiği için, kısa zaman öncesinde kaleme alınmış olsa da eski yazılardan (Piyango yaşamlarımız ve 'borderline siyaseti') yararlanma gereği duyuyor insan: “Siyaseten 'carpe diem'i (anı yaşa) şiar edinmiş haldeler, süreçleri anlamaya yönelik yapılan hiçbir siyasi analiz yerine oturmuyor, sıklıkla yapılan afili teoriler pratikte ertesi gün çürüyebiliyor. Lakin çürüyen o teoriler sonraki gün ise bir anda makbul olabiliyor.”
Aktörlerin kim olduğu önemli değil, Çakıcı ya da Arınç fark etmez, sürekli vekalet savaşları üzerinden hareket eden bir yapıda yaşıyoruz, en azından bu alanda kurumsallaştık, ne mutlu bize. “Biden geldi diye Kürt açılımı geliyor, ekonomide de çok sıkıştılar, yeniden demokrasiye dönecekler, bunu da Arınç üzerinden yapıyorlar” demek ilk aşamada mantıklı gibi görünse de, belki sadece “bunu tekrar deneyelim yaa” gibi basit bir kaygı üzerinden hareket ediyor olmalarını da lütfen yabana atmayınız. Bu belirsizlik halini felsefeci Nilgün Toker, Gazete Duvar’da Pınar Öğünç’e verdiği röportajda pek güzel ifade etti: “(…) Tanrı olmadıklarına göre, ancak bu şekilde iktidarı sürdürebilirler çünkü. Türkiye'de iktidar yapısının, tek kişiden söz etmiyorum, bu el koyma halini sürdürebilmek için belirsizlik yaratma gücünü her dakika artırması gerekiyor. Nereye kadar? Sürdürebildiği yere kadar. Sürdürmesine izin verildiği yere kadar.”
Salgın sürecinde daha da katmerlenen şekilde bugünümüzü de yarınımızı da öngörememe hali Orta Çağ dönemini çağrıştırıyor. Orta Çağ’da şeytan, büyü, cadı temalarının kullanılması, sürekli düşman imgesi üzerinden hareket edilmesi, bilinmezlik yaratır, hayata korku iklimi yön verirdi. Nitekim Alain Minc, günümüzdeki ekonomik ve toplumsal krizlerin üretildiği kaotik düzeni "Yeni Orta Çağ" olarak tanımlar. Buradan da en büyük araç dinin kullanılmasına geliyoruz. Diyanetin son dönemde bu belirsizlik politikasının en büyük aracı olması, kaderciliği, yoksulluğu, itaat etmeyi her daim kutsaması tesadüf değil. "Asla beni tanrının zar attığına inandıramazsınız" diyerek her türlü belirsizliğe karşı çıkan Einstein dirayeti göstermek bu zamanlarda elbette öyle kolay değil. Einstein, “Belirsizlik ilkesi yüzeysel bir yorumdur ve mutlak değildir” derken, bu yaşadıklarımızı nasıl öngörebilirdi ki? Kendisi kusura bakmasın, belirsizlik hali Türkiye için “mutlak” bir kavramdır. Siz bu satırları okurken Soylu istifa etmiş, Çakıcı yeni bir hedefe kilitlenmiş olabilir, taş düşebilir, ayı çıkabilir, asla bilemeyiz. Özetle, Kürt sorunundan adalete, faizden AB’ye uzanan yelpazedeki yalpalama, aslında bilinçli üretilen belirsizlik politikasının ürünü.
Bu sistematik kestirilemezlik halini güçlendiren diğer yapı ise, Arınç’a “AKP’nin vicdanı” diyecek kadar aymazlık içindeki muhalefet olsa gerek. Belirsizlik ortamına en büyük reaksiyon ise “finans piyasalarından” geliyor. Ümüğümüzü sıkan bu piyasalara bel bağlamak; büyük bir çelişki, açmaz ve de utanç aslında. Döviz artarsa, ekonomi çökerse hükümet çatırdıyor, bakan “affediliyor” ve biz de seviniyoruz gidiyorlar diye. Daha çok fakirleşmemize üzülmemiz gerekirken kenara üç-beş dolar atabilmişsek “oh paramızı koruduk” diye seviniyoruz.
Bu yoğun toplumsal aymazlık halini aşmanın yolu, Meclis dışı muhalefeti güçlendirmekten, Türk Tabipleri Birliği’nin, DİSK’in, madencilerin çığlıklarını duymaktan geçiyor. “Tamam da bu nasıl olacak, pandemide sokağa bile çıkamıyoruz” derseniz, orası da şimdilik koca bir “belirsizlik”. Ancak hemen de karamsarlığa kapılmayınız efendim. Zygmunt Bauman, insan olmanın aslında içinde belirsizliği de barındıran bir durum olduğunu söyler ve insan ancak bu belirsizlikle var olabildiği, yaşamın olasılıklarını kabul ettiği sürece insan kalabilir ve özgürleşebilir der. Başka deyişle bu belirsizlik siyaseti kendi kendilerini bitirme potansiyeli taşırken, yurttaşlar açısından yepyeni fırsatlar sunuyor da olabilir. Kim bilir, bir de bakmışız ki “Korkma la biziz halk” demişiz…
(Son örnek olarak, yukardaki yazı kaleme alındıktan sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan, Arınç’ı yalanlayan bir açıklama yaptı ve Cumhur İttifakı’na sahip çıktı. Yarın elbette tam tersi olabilir. Belirsizliğin kurumsallaşması tam da böyle bir şey.)