Her yeni başlangıç, yeni bir kuruluş iddiası aynı zamanda
geçmişi mahkum etme, onunla köprüleri atma taahhüdünü içerir;
yalnızca o an ve sonrasına dair bir “yenilenme” arayışını değil
aynı zamanda geçmişe yönelik belirli bir kavrama ve hatırlama
biçimini içerisinde barındırır. Başlangıca anlamını geçmişi nasıl
kavradığımız, onunla nasıl hesaplaştığımız, yüzleştiğimiz verir;
kurulacak olan yeni yaşamın ana hatları, köprüleri atmak
istediğimiz geçmişi nasıl hatırladığımız ile yakından
ilgilidir. Evet “her başlangıçta yeni bir anlam vardır”; ve
fakat o anlam belleğin içerisinden türer.
Her başlangıç hamlesi bir “kurtuluş” iddiasını içerisinde
barındırsa da bir özgürleşmeyi, olgunlaşmayı, ilerlemeyi garanti
etmez. Geride bırakılmak istenen geçmişi hatırlama ve anlamlandırma
biçimimiz, yani belleğimiz “yeninin” neye benzeyeceği, açılacak
yeni sayfaya neyin yazılacağı konusunda bize ipuçları sunar. Bu
yüzden her yenilenme iddiasına balıklama atlamamak, bu iddiayı öne
sürenlerin “geçmişi nasıl hatırladığına” bir bakmak ona göre konum
almak gerekir.
Biliyorsunuz, bundan 20 yıl önce AKP de yeni bir başlangıç
iddiasıyla seçime girmişti. Hem kendisi hem de ülke için. “Biz o
gömleği çoktan çıkarıp attık” derken içlerinden çıktıkları siyasal
akımın kolektif belleğiyle, buna eşlik eden anlatı ve sembolleriyle
bağlarını kopardıkları, yeni bir başlangıç yaptıkları
iddiasındaydılar. Onlara göre kendilerinin başlangıcı Türkiye’nin
de “eskiden kopuşu” anlamına gelecekti. Her yeni başlangıç iddiası,
belleğin yeniden örgütlenmesini gerektirir demiştik. AKP’nin “Yeni
Türkiye” projesi de beraberinde ülkeye yeni bir “kolektif bellek”
dayatma sürecini içerdi. Reyhan Ünal-Çınar, “Ecdadın İcadı: AKP
Döneminde Bellek Mücadelesi” isimli kitabında kendi ifadesiyle
bu “bellek terbiyesinin” kullanılan sembol ve anlatılardan, resmi
törenlere, şehir mimarisine kadar çeşitli alanlarda nasıl yansıma
bulduğunu ayrıntılı bir şekilde anlatır.
AKP’nin Yeni Türkiye’si ülke geçmişini “başka” bir biçimde
hatırlamaya davet eden bir ideolojik hamleydi aslında. Memleketin
tüm kadim sorunlarının kaynağında ülkeye kuruluşundan beri hakim
olmuş “Kemalist vesayetçilik” bulunuyor, kendisini ülkenin asıl
sahibi olarak gören milletten kopuk Kemalist askeri-bürokratik elit
bu sorunların sorumlusu olarak işaret ediliyordu. Bütün cumhuriyet
tarihini Kemalist elitler ile kendi “milli-manevi” değerlerini ona
karşı korumaya çalışan millet arasındaki mağduriyet ilişkisi olarak
hatırlamamızı salık veren ve uzun bir dönem akademi ya da düşün
dünyasındaki liberal entelijansiyanın da desteğiyle perçinlenen bir
yeni bellek kurgusuydu bu. Cumhuriyet tarihi boyunca topluma karşı
işlenen suçları “Kemalizm” kara deliğine yollayarak, bu suçlarda
sermaye sınıfının, Türk sağının ve emperyalizmin failliğini askıya
alan ve memlekette hakim tahakküm ilişkilerine karşı verilmiş
toplumsal mücadeleleri “belleklerden” silmeye yönelik geniş
kapsamlı bir ideolojik müdahaleydi. AKP için “bugün artık bir
hikayesi kalmadı” şeklindeki değerlendirmelerde sözü geçen “hikaye”
tam da buna denk düşüyordu.
Gerçekten de bugün bu “hikaye” çökmüş durumda. AKP’nin giriştiği
“bellek formatlaması” ya da Çınar’ın ifadesiyle “bellek terbiyesi”
arkasına aldığı rüzgara rağmen çok erken safhalarda duvara tosladı.
Ve bu bitiş “Kemalistlerin” eskiyi koruma refleksi ile
gösterdikleri direncin bir ürünü olarak ortaya çıkmadı. Bu hikaye;
o tüm yenilenme ve kurtuluş vaadinin arkasındaki neoliberal
saldırganlığı, onun tahakküm sistemini çıplak bir şekilde faş eden
toplumsal mücadeleler sayesinde çöktü. 2010 yılında
“Ergenekoncuların oyunu” olarak kodlamaya çalıştıkları TEKEL
işçilerini Ankara ayazında tazyikli suyla yerlerde
sürüklediklerinde, Roboski katliamının hafızalardan silinmesi için
canhıraş uğraştıklarında hikayede büyük gedikler açılmıştı. 2013’te
Gezi’deki özgürlük ve adalet arayışlarının karşısında artık geri
dönemeyecek şekilde sağ fanatizme ve saf hamasete rücu ettiklerinde
ise artık ortada bir “hikaye" kalmamıştı. Sonraki 10 sene ise artık
bu aleni “bitmişliğe” rağmen “olmayanı oldurma” çabasıyla geçti.
Bunun beraberinde getirdiği onca katliamın, hak ihlalinin, zulmün,
kaybın listesini sunmaya, bunların çözümlemesini yapmaya kalksanız
bırakın bir makaleyi ciltlerce kitap yazmanız gerekir. Hülasa,
fiilen tükenmiş, bitmiş bir rejimin ömrünü uzatmaya yönelik her
hamle Türkiye toplumunu uçurumun eşiğine doğru sürükledi; ve bugün
tam da o eşikteyiz.
Tüm bu 20 yıl yalnızca AKP’nin bellek formatlama çabasının
akamete uğraması, onun reddiyesini içermiyor sadece.
“Yukarıdan” imal edilip dayatılmaya çalışılan belleğin karşısında
son 20 yılda olanı biteni kaydeden, kendi yaşadığı en küçük
bireysel sorunu bile bu son 20 yılın çöküntüsünün bir parçası
olarak anlamlandıran ve ülke tarihinin bütününü de bununla ilişkili
bir şekilde kavramaya çalışanlar kendi hafızalarını oluşturuyorlar.
Bugün bunun yeknesak, iç bütünlüğü ve tutarlılığı olan ortak bir
kolektif bellekte sabitlendiğini söyleyemeyiz elbette. Zira
bireysel hafızayı içerip aşan ortak bir kolektif belleğin
şekillenmesi yaşanılan tikel deneyimleri birbirine bağlayan,
ortaklaştıran bir siyasal ve ideolojik mücadele içerisinde mümkün
olabilir. Bu açıdan “kolektif bellek” asla tam olarak
sabitlenmeyen bir ideolojik ve siyasal mücadele alanıdır aynı
zamanda. Bu demek değildir ki her hatırlama biçimi biri diğerinden
üstün tutulamayacak eşdeğerdeki birer anlatıdan ibarettir.
Ezilenlerin başına gelenlerin kaydedildiği, bunların birbiriyle
ilişkilendirildiği bir hafıza egemenlerin kendi suçlarını
gizledikleri ya da çarpıttıkları bir geçmiş anlatısının karşısında
insan deneyiminin çelişkili bütünlüğüne yönelme potansiyeli
taşıması ve böylelikle de hakikatin yönünü işaret etmesi açısından
üstündür.
Bugün Türkiye’nin yeni bir başlangıca, yeni bir kurucu iradeye
ihtiyacı var. Bunu en azından muhalefet saflarında yer alan kimse
inkar etmiyor. “Kuruculuk” iddiasındaki her özne aynı zamanda
ezilen çoğunluğun, yani aşağıdakilerin hafızasına dokunan bir
geçmiş anlatısını kurmak zorunda. Zira kurucu değerler ancak bir
“kolektif bellek” temelinde oluşturulabilir, toplumsallaşabilir ve
haklılık kazanabilir. Yeni başlangıcın öznesi olma iddiasında
olanlar aynı zamanda toplumun ortak belleğini temsil etme iddiasını
da üzerlerine alırlar. O yüzden kuruluş momentleri “neyin
hatırlanacağı, hafızada tutulacağı, neyin halının altına
süpürüleceği”, yani kolektif belleğin içeriği üzerine verilen tayin
edici mücadeleleri içerir.
14 Mayıs seçimlerinde Türkiye halkı yeni bir başlangıç yapma
iradesini ortaya koyarsa sonrasındaki sürecin yönünü diğer her şey
yanında bellek üzerine verilecek mücadeleler tayin edecek. 20
yıllık geçmişi “tek adamın” hatalar silsilesinden ibaret bir kötü
yönetim kazası veya ilk 10 yılında gayet iyi giderken sonrasında
güç zehirlenmesi yaşayan bir siyasal iktidarın raydan çıkması
olarak mı hatırlayacağız? Yoksa içerisinde bir yanda Gezi’nin diğer
yanda 10 Ekim katliamının ve daha bunun gibi pek çok karşıtlığın
olduğu, eşit ve özgür bir ülke mücadelesi verenler ile yerlerini
koruyabilmek için bu arayışı nefessiz bırakmak isteyenler
arasındaki bitmek bilmeyen bir mücadelenin yoğunlaştığı, uçlarına
vardığı bir kesit olarak mı hatırlayacağız? Birincisi ile sınırlı
kalmış bir “bellek” geleceğin hangi temeller üzerine bina
edileceğine dair bize bir şey söylemeyecek. İkincisi ise bize
hakikatin yönünü işaret etmekle kalmayacak aynı zamanda
başladığımız noktanın gerisine bir kere daha düşmemizi engelleyecek
ortak “kırmızı çizgilerimizi” belirginleştirecek. Sadece son 20
yılla sınırlı kalmayacak şekilde bütün ülke tarihine dair
belleğimizin bu kez aşağıdan biçimlenmesinin önünü açacak.
Yapılacak yeni başlangıcın anlam kazanması, uzun sürecek yeni
kuruluş sürecinin temel değerlerinin aşağıdan tayin edilmesi bellek
üzerine verilecek bu mücadeleye bağlı.